De Omnibus Dubitandum

etnografik poetry

 96,20

Açıklama

15x20cm, 64s.

Bu “politika”, temelde batılı ve sanayileşmiş teknolojik uygarlığın yeryüzüne ne yaptığı sorusudur. Yeryüzü: (izninizle birkaç gerçeği tekrar edeceğim) Güneşten gelen yıllık güneş enerjisi girdisinin gücüyle doğal olarak bulunan 97 yüzey elementinden meydana gelen 57 milyon milkare, son 4 milyon yıl içerisinde evrimleşmiş 3,7 milyar insana ilaveten 2 milyon böcek türü, 1 milyon bitki türü, 20 bin balık türü ve 8700 kuş türü. Bu muazzam bir çeşitlilik demek.
Dün, (kimdi bakayım), David Antin’di sanırım, bana trajedi oyuncularının Platon’dan bir trajedi sahnelemek için izin isteyişlerini anlattı. Platon şöyle demiş: “Çok enteresan, beyler, ama size bir şey söyleyeyim. Biz burada tüm trajedilerin en büyüğünü hazırladık. Adı da Devlet.”
Çok küçük yaşlardan beri doğa karşısında tarifsiz bir hayranlık ve saygı hissi duyarım. Bir çeşit şükran duygusu, hayret ve özellikle de yol açmak için tepelerin dozerler tarafından düzlendiğini ve Kuzeybatı Pasifik ormanlarının büyülü bir biçimde tomruk kamyonları üstünde uzaklara süzüldüğünü gördükten sonra, bir koruma güdüsü. Washington eyaletinde köylü bir aile içinde büyüdüm. Büyükbabam Kuzeybatı Pasifik arazi yerleşimcilerindendi. Tüm bölgenin ekonomisi tomrukçuluk üzerine kuruluydu. Olup bitenlerin ardında yatan dinamikleri kavramaya çalışırken, Washington kırsalının, 1930’ların, ekonomik buhranın, yarı Alman yarı İskoç-İrlandalı taşralı beyaz oğlanın, radikal yani bir nevi tabana dayalı Sendikacı, I.W.W. üyesi sosyalist-radikal bir ailenin (her ne kadar Amerikan politikası ve ekonomisine karşı eleştirel olsalar da) eğilimleri, olan biteni anlamamı sağlayacak pek bir şey sunmuyordu. Bunu okuyarak ve hayal gücümle bulmam gerekiyordu ki bu da beni çeşitli politikalara yöneltti: Marksist, Anarşist vesaire.
Şimdi yeni bir beşeri bilimler olasılığı üstüne düşünelim. Beşeri bilimler, hatırlarsanız, insanın Orta Çağ’ın teolojik bakış açısının prangasından nasıl kurtarılacağı sorununa getirilen Rönesans sonrası bir yaklaşımdır. Fakat ben içinde bulunduğumuz duruma kırk bin yıllık bir zaman ölçeğinden daha azıyla bakamıyorum. Elli bin yıl pek uzun sayılmaz. İnsansı evriminden bahsedecek olsaydık dört milyon yıl gibi bir zaman ölçeğiyle çalışmak zorunda kalacaktık. Kırk bin yıl, kullanışlı bir zaman ölçeği zira tüm bu zaman boyunca insanın şimdi bulunduğu bedensel ve zihinsel yapıda olduğundan emin olabiliriz. Elimizdeki tüm kanıtlar hayal gücünün, zekânın, kavrayışın, karar vermenin, hızın, becerilerin kırk bin yıl önce tam anlamıyla gelişmiş olduğunu ortaya koyuyor. Aslına bakarsanız, kırk bin yıl önce biraz daha bile zeki olabiliriz çünkü ortalama beyin büyüklüğü Cro-Magnon insanından bu yana bir nebze de olsa küçüldü. Birçok kişinin hakkında pek de hoş bir fikre sahip olmadığı Neandertallerin ortalama kafatası boyutlarının bile modern insanınkinden daha iri bir beyne işaret ediyor olması da enteresan. Beyin büyüklüğündeki düşüşün nedenini bilmiyoruz. Eğer bir günah keçisi arıyorsanız, muhtemelen ‘toplum’la alakalı bir durum söz konusudur. Giderek daha da komplike biçimlerde koruma ve himaye sağlayan toplum, etki alanı ve nüfus bakımından büyüdükçe bireyleri Üst Paleolitik Çağ’da yaygın olan hız, beceri, bilgi ve zekâ gereksinimlerinden de esirger hale gelmişti. Doğayla kurulan doğrudan kişisel temas, avcı toplayıcıların – hem erkeklerin hem de kadınların – muazzam bir sürekli farkındalık halinde olmasını gerektiriyordu.
Şu an dünya üzerinde, insan kültürlerinin, bitki türlerinin, hayvan türlerinin, biyosferin zenginliğinin ve bununla iç içe geçmiş milyonlarca yıllık organik evrim çeşitliliğinin eşi benzeri görülmemiş bir yıkım çavlanına tanık oluyoruz. Etnopoetik, bir bakıma yok olan türleri araştıran bir zooloji dalı gibi. Bu durum bizi de ilgilendirmeli zira konumuzun öznesi hızla ortadan kayboluyor ve amansız, karmik, tarihsel bir gidişat içerisinde bu yok oluşu devam ettiren biziz (ve “biz” derken ten rengi ya da etik altyapısına bakmaksızın fosil yakıt sanayine bağlı herkesi, hepimizi kastediyorum).
1900 yılı itibariyle var olan dört bin farklı dil ve kültür monokültüre doğru giden bu amansız gidişatta ortadan kaldırılıyor. Son altı bin yıl içerisinde monokültür iki özel yakıt kaynağına sahip oldu. Söz konusu elli bin yıllık zaman ölçeğinde (bu konudaki fikirlerimi büyük oranda Dr. Stanley Diamond’a borçluyum) insanoğlunun enteresan kariyerinin büyük bir kısmı “ilksel” kültürlerde avcı toplayıcılıkla geçmişti. Tarım daha 12.000 yıl kadar yakın bir zaman öncesinde, dünyanın çeşitli yerlerinde kısmi bir rol oynamaya başladı ve ancak son 3 bin yıl içerisinde bu derece yaygınlık kazandı. Uygarlık 8000 yaşında; sınıf yapısı, artı değer birikimi, okur-yazar toplumlar, bütün içinde kıyaslandığında insan deneyiminin çok küçük bir kısmını temsil ediyor zira ancak son iki yüzyıl içerisinde herhangi bir medeni toplumun oldukça büyük bir kısmını okur-yazarların oluşturduğu söylenebilir. Bu nedenle “etnopoetik”in konusunu oluşturan sözlü edebiyat, halk şarkısı, halk hikâyesi, mit, şarkılar insanoğlunun başlıca edebi tecrübesini oluşturmaktadır. Bu anlaşıldığında, tüm bu zenginliğin yok olup gidişi daha da yakıcı bir hal almaktadır.
Alcheringa’nın ilk sayısı çıktığında Jerome Rothenberg ve Dennis Tedlock bir niyet beyanında bulunmuşlardı ve ben de şimdi bu beyana atıfta bulunmak istiyorum zira bana öyle geliyor ki bugün burada, neredeyse beş yıl sonra bu şekilde bir araya gelmişken geriye dönüp Alcheringa’nın bu ilk beyanının bize şimdi ne ifade ettiğini ve bunu nasıl geliştirebileceğimizi düşünebiliriz. “Dünya üzerindeki kabile şiirlerine dair ilk dergi olarak Alcheringa akademik bir ‘etnopoetik’ yayından ziyade kabile şiirlerinin İngilizce çevirileriyle yer alacağı ve bunların (en eski ve en yeni şiir gelenekleri içerisinde) insan ufkunu ve yaşamını değiştirebileceği bir mecra olacak” Buraya dikkat; “insan ufkunu ve yaşamını değiştirmek”. “Diğer şiir dergilerinden farklı kaynaklara başvurmakla birlikte avangartlara mahsus mücadeleci ve ifşa edici bir sunum amaçlanıyor olacak. Bu yolda umduklarımız: (1) insan şiirlerinin olanca kapsamı araştırılarak bir şiirin ne olabileceğine dair ufkumuzu genişletmek; (2) kabile şiiri/sözlü şiir çevirileri için bir deney sahası ve son derece çeşitli kültürlerden çevirilere dair olanak ve sorunların sorunların tartışılacağı bir zemin sağlamak; (3) kabile şiiri/sözlü şiir çevirilerine şairlerin aktif olarak katılımını teşvik etmek; (4) etnolog ve dilbilimcileri kendi alanlarındaki akademik yayınlarda giderek göz ardı edilen işleri yapmaya teşvik etmek yani kabile şiirlerini etnografik birer veri olarak değil başlı başına birer değer olarak sunmak; (5) bu hat boyunca şairler, etnologlar, şarkıcılar ve diğerleri arasında işbirliğine dayalı projelerin başlamasına öncülük etmek; (6) disiplinler arası performans ve benzerleri gibi karmaşık/‘ilkel’ şiir sistemlerine geri dönmek ve bunları çeviride sunmanın yollarını aramak; (7) kabile şiirinin bugün bulunduğumuz yerle bağıntısını örnekler ve yorumlarla vurgulamak; (8) kültürel soykırımın her türlü tezahürüyle mücadele etmek.”
Sanıyorum çoğumuz ikinci maddeden yedinci maddeye dek tanımlanan karşılıklı etkileşim alanlarında son dört beş yıl içerisinde neler olup bittiğine az çok vakıfız, bu nedenle benim yorumlarım daha çok iki noktaya odaklanacak; “kültürel soykırımla mücadele” ve “bir şiirin ne olabileceği”.
Kültürel soykırımla mücadele için öncelikle uygarlığın kendisinin eleştirisine ve “engeller aşıldığında”, farklı, küçük, görece kendine yeterli kültürler birbiriyle temasa geçtiğinde ve nüfus artışı, artı değer zenginliğinin giderek artışı ve benzeri tarihsel süreçler sonucunda bu karşılıklı etkileşim hızlandığında neler olabileceğini biraz düşünmeye ihtiyacımız var. Küçük toplumlarda ticaret, takas ya da periyodik şans oyunları, şenlikler ve birlikte şarkı söylemek gibi etkinliklerle aşılabilecek belli bir temel kültürler-arası güvensizlik olduğu muhtemelen doğrudur. Sırf uzaklık gerçeği, iki hane arasındaki fiziksel mesafe bile bir grubun diğer insanları “öteki” olarak nitelendirmesine yeter.
Gerçek silahlanma yarışıysa belki bronz silahlarla ama muhakkak demirle birlikte başlıyor. Akıncı kültürler ortaya çıkıyor; bu ilk savaşçı arayüz türü. Kimileri ekip biçmeyi ve avlanmayı bırakıp yaşamlarını akıncılıkla sürdürmeye başlıyor. Bu günümüzde de Ray Dasmann’ın ekosistem kültürleri ve biyosfer kültürleri arasındaki ilişki adını verdiği mefhumla sürüyor. Ekosistem kültürleri ekonomik temelleri bir doğa dinine, bir su havzasına, bir bitki mıntıkasına, sınırları dâhilinde tüm yaşamlarını sürdürmeleri gereken bir doğal alana dayalı kültürlerdir. Bir ekosistem dâhilinde yaşadığınızda, her şey bir yana sırf kendi çıkarınız için bile, özenli olursunuz. Toprağı mahvetmez, tüm av hayvanlarını öldürmez, ormanlarını tıraşlayıp toprağın yağmurla yıkanıp gitmesine izin vermezsiniz. Biyosfer kültürleriyse uygarlığın ilk dönemlerinde ve merkezi devletle birlikte ortaya çıkan, bir ekosistemin yıkımından sonra yoluna devam edebilecek kadar uzaklara uzanan bir ekonomik tedarik sistemine sahip kültürlerdir. Evet, Roma’dan, Babil’den söz ediyoruz. Belli yerel bölgelere karşı sorumsuzca davranmaya başlayabileceğiniz kadar büyük bir yayılım. Bu bizi kapitalizm ve kurumsallaşmış ekonomik büyümenin eşlik ettiği sömürgeci uygarlığa götürür. Monokültürün iki temel yakıt kaynağına dönecek olursak ilk büyük vurgun kölelik sistemiydi. Tarımsal ya da avcı-toplayıcı yollar ve buna eşlik eden insan emeğiyle elde edilen yıllık güneş girdisi, iş görmemizi sağlayan temel enerji kaynağıdır. Kölelik sistemiyse işleri biraz hızlandırmayı sağlayacak ilk enerji vurgunu oldu.
Bir sonraki büyük enerji vurgunu ise fosil yakıtlardı. 1880’lerde elde edilmeye başlanan, bugün dünya üzerinde gördüğümüz tüm kalkınma ve tüketim eğrilerinin altında yatan fosil yakıtlar. Önceden kurulmuş bir ekonomik kalkınma ideolojisi tarafından harekete geçirilen ve ona koşut ilerleyen hatta onunla karşılıklı olarak birbirlerini besleyen bir enerji kaynağı.
Bu bağlamda, bilhassa batı dünyasından gelen ve batılı ticaret alışkanlıklarının tüm dünyaya yayılmasına paralel olarak diğer halkları araştırmaya başlayan bir dizi entelektüelle karşılaşır (bu noktada antropolojinin daima bir emperyalizm biçimi olup olmadığı sorununa girmeyeceğiz) ve bunda politik bir etmenin varlığını görmeden edemeyiz. Antropolojik merakın kendisi yayılmacı bir uygarlığın bir ferdi olmanın getirdiği bir işlevdir. Bunun tam zıddı ise diğer halkların kültürel alışkanlıklarına karşı özel bir merak içerisinde olmadığınız ancak, umalım ki, onlara karşı saygılı bir kültürel durum içerisinde bulunmanızdır. Zen Budizm’de “mise mono ja nai” diye bir söz vardır ve bu “insanlara göstermeyiz” anlamına gelir. Zen eğitim kurumlarında ne radyo röportajlarına, ne kayıt yapmaya, ne videoya, ne filme ne de ziyaretçilere izin verilmez. Gösteri amacı güdülmez. Katılmak isteyen herkese açıktır ama seyirlik değildir. İşte içeridekiler kendi kültürlerini böyle görür. Katılmak üzere değil araştırmak üzere aralarına gelen kişilerin tuhaf bir biçimde yüzeyde dalgalandıklarını düşünürler. Ekosistem temelli ve diğer insanların insanlığından en ufak bir şüphe duymamakla beraber kendi kimliklerine derinden bağlı bu diğer kültürün halklarına antropolojik çabalarımızın ne kadar tuhaf görünüyor olabileceğini tahayyül edebiliriz.
Şimdi de şu “kültürel soykırımla mücadele” konusunu ele almak istiyorum. Kültürel soykırımla nasıl mücadele edeceğiz? Son beş yıl içerisinde Alcheringa kültürel soykırımla mücadele etti mi? Kültürel soykırım nerede gerçekleşiyor? Brezilya’yı ele alalım. Yeni Ekol’den Dr. Diamond’un da son birkaç yıldır ilişkili olduğu Marksist antropoloji dergisi Critical Anthropology’nin son sayılarından birinde yer alan bir makalede Dr. Jack Stauder, öğretmen meslektaşlarına doğru akademik adımlar atma konusunda birkaç tavsiyede bulunuyor. Eğer bir antropoloji öğretmeni olacaksanız öğrencilerinize, hiç değilse emperyalizm ve kapitalizmi anlamak gibi kritik bir alanda, kendi kültürlerinin dinamiklerini de öğretebilmelisiniz diyor. Eğer öğrencilerinize bunları anlatamıyorsanız Xingu’lardan bahsetmeye de hakkınız yok. Eğer bankacılık sistemini açıklayamıyorsanız, burada ne işiniz var? Bir antropologun, zulme uğrayan bir kültürün üyelerine öğrenmek istedikleri takdirde emperyalizmin dinamiklerini ve kullanışlı bir ekonomi anlayışını öğretebilmesi gerektiğini söylüyor. Bu batılı kategorilere hiç kafa yormak istemeyen insanlar olduğunu biliyorum ama öğrenmek isterlerse onlara yardımcı olunmalı. Mazlum edilmekle duruma hâkim olmak arasındaki fark burada yatıyor: işlerin nasıl yürüdüğünü anlamakta. Dr. Stauder bir antropologun toplumda aktif bir politik rol oynaması gerektiğini öne sürüyor. Ve bizim de dünyanın her yerindeki halkların mücadeleleriyle ittifak içinde olmamız gerektiğini.
Brezilya, yerküredeki isabetli örneklerden sadece biri ama son derece öğretici bir vaka. Şüphesiz dünyanın her yerinde sömürülen halklar var ve küçük geleneklerin yok edilmesi farklı karmaşıklık seviyesine sahip türlü türlü ülkede gerçekleşiyor. Brezilya örneğini dokunaklı kılan, orada muhtemelen yeryüzündeki son ilksel insan topluluklarının yaşıyor olması: görünüşe göre yayılmacı uygarlığın henüz ulaşamadığı birkaç küçük grup. 1900 yılı itibariyle Brezilya’da bilinen iki yüz elli kabile vardı: bunların seksen yedisinin nesilleri tükendi. 1900 ve 1957 yılları arasında Brezilya’daki Kızılderili nüfusu bir milyondan, iki yüz binin altına düştü. Bugün Amazon havzasında yaşayan Brezilya Kızılderililerinin sayısının elli binden az olduğu tahmin ediliyor. Örneğin Nambiquara, Cintas Largas, Kadiweu, Bororo, Waura. Bu yıkıma büyük çok-uluslu şirketler arka çıkıyor; Brezilya’daki ikinci en büyük yatırımcı Volkswagen. Belli ki Volkswagen batı yarıküredeki kârlarının tamamını Euro-dolara tahvil etmek istemiyor ve bu yüzden Brezilya cangıllarında sığır çiftlikleri kurulması için büyük yatırımlar yapıyor; Kuzey Amerika halklarının zengin biftek iştahını karşılamak üzere ormanlar yok edilip otlaklara dönüştürülüyor. Bir diğeriyse Filipinler hükümetiyle sözleşmeli olarak Filipinler’in son bakir tropik ormanlarını da yok eden kereste şirketi Georgia Pacific. Rio Tinto Madencilik şirketi; havadan gözlem ve haritacılık işleri yapan Litton Industries; Xingu Milli Parkı’nın tam göbeğinden geçerek cangılı dümdüz etmek üzere muazzam sözleşmeler yapan Caterpillar Traktörleri. Brezilya hükümetinin resmi açıklaması, “Kızılderililerin sağlık ve eğitim koşullarının iyileşmesinin ve gelişmeye başlamalarının tek yolunun kalkınmadan geçtiği kanaatindeyiz,” şeklinde. Şimdi kahkahayı basmadan önce kendinize şu soruyu sorun: bu argüman karşısında geçerli bir yanıt verebiliyor musunuz? Brezilya Kızılderililerinin etrafına çit çekilmiş bir ulusal parka yerleştirilip medeni dünyayla hiçbir şekilde ilişki kurmamasını mı savunacaksınız? Cevabınız ne olacak? Bir antropoloji öğrencisi olarak 1950’lerde (öğretmenlerimin izinden giderek) geleneksel kültürlerin yok olmaya mahkûm olduğu kanaatine vardığımı hatırlıyorum. Onlar üzerine araştırma yapabilir, ulaşabildiğimiz kadarıyla dilleri, gelenekleri, mitleri, halk hikâyeleri, etno-botanik bilgileri ve dahasını koruyabilirdik ancak bizzat kültürel bütünlüklerinin savunulması adına bir politik çaba sarf edilmesini düşünmek Don Kişotluk olurdu zira akla otomatik olarak tüm kültürlerin bir potada eriyeceği asimilasyon sürecinin (bu da pekâlâ iyi bir şey olabilirdi) başladığı varsayımı geliyordu ve tünelin diğer ucunda bulmayı umacağımız şeyse liberal ve Marksist fikirlerle beslenen umut dolu, enternasyonal, birleşik bir dünyaya dayalı, insancıl bir modernizmdi. Fakat Marksistler, pek çok konudaki isabetli eleştirileri bir yana, ilkel kültürler hakkında doğru dürüst akıl yürütmekte zorlanıyor ve genelde onların medenileşmesi gerektiğini varsayma eğiliminde oluyorlar. Değil mi? Hemen şimdi, bu soruya bir yaklaşım biçimi olabileceğini düşündüğüm bir yanıta geçeyim, neden gelişmeleri gerektiğini öne sürüyorsunuz ki? Aspirinsiz mi kalmalarını istiyorsunuz? Hem bu mümkün mü ki?
Tuhaf çelişkiler. Arjantin’de bir milli park var. Mapuche gruplarından biri orada yaşıyor. Ormandaki barakaları dökülüyor; tembellikten değil milli parklar müdürlüğü Kızılderililerin ağaç kesmesini ya da düşen dalları toplamasını yasakladığı için. Her tarafları ormanla çevrili ama odundan mahrumlar ve kesmeye cüret ederlerse para cezasına çarptırılıyorlar. Hükümet, yakacak odun denkleri dağıtıyor ama asla yeteri miktarda değil.
Bunlar Arjantin’den örnekler ama aynı şeylerin Montana, Utah, Nevada, orta Oregon ve başka yerlerde de yaşandığını duydum. Mapuche halkı hakkında konuşurken aldığım tepkiler. Alman asıllı bir Albay, “Onlar hakkında mı yazacaksın? Alkolikler ve kendi kızlarıyla yatıyorlar.” Arap asıllı bir bakkal, “Onları boş ver gitsin. İnşallah geberirler. Sen güzel bir yol inşa ederler mi onu düşün.” Bir lokantacı, “Onları hiç anlamıyorum. Açlıktan ölüyorlar ama bulaşıkçı olmak gururlarına gidiyor.” Turist acentesi sahibi bir avukat, “Curruhincalar hiçbir şeyin eksikliğini çekmeden fevkalade bir hayat sürüyor vallahi, keşke biz de öyle olsak.” Milli Park erkânından biri, “Keçilerini yasaklamak da neymiş? Esas istediğimiz onları buradan defetmek. Tembeller, berbat adetleri var ve pisler. Turistler için ne manzara ama! Bölgede hiçbir sıkıntı çekmeden diledikleri gibi yaşayabilecekleri başka bir alana nakledilmelerine yönelik bir proje üstünde çalışıyoruz.”
Bu görevlinin Nequen vilayetindeki diğer tüm alanların rüzgârlı ve verimsiz çöl arazileri olduğunu belirtmemesi bir yana Curruhinca Mapuche halkı, Lacar Gölü’ne aittir ve bu Arjantin yasalarında da böyle kabul edilmektedir.
Sanayi uygarlığının yıkıcı yönüne karşı uygulanabilecek kıstaslardan biri de ekolojik kriter. Bu kriter temelde çeşitliliğin azalması sorunuyla ilgilidir. Bu konferansta benden önce konuşan bazı konuşmacıların yorumlarında, hiç değilse benim anladığım kadarıyla, tek bir dünya dili ve kültürü içerisinde bir şekilde asimilasyonun ya da bilirsiniz işte bir nevi enternasyonalleşmenin arzu edilir bir süreç olduğunu varsaydığını ve bunu savunduğunu fark ettim. Ekolojik kriter şöyle der (Roy Rappaport’un “Tarım Toplumlarında Enerji Akışı” kitabından alıntılıyorum): “Sanayi toplumunu merkez alan ve zapt ettiği tarım toplumlarını yozlaştıran dünya çapında bir örgütlenme yapısını, ekolojik emperyalizm olarak nitelendirmek yersiz kaçmaz. Bu dünya çapındaki örgütlenmenin kapsamını ve bağımlı olduğu enerji tüketim düzeyini giderek arttırması batılılar tarafından evrim ve gelişimin fiili tanımı olarak görülmüştür. Bizim gelişim ya da toplumsal evrim adını verdiğimiz şey, uyumsuzluk doğurabilir. Modern devamlılık eğilimini tersine çevirip, gerekirse dünya çapındaki uluslararası örgütlenmenin karmaşıklığı ve karşılıklı bağlılığı pahasına, yerel, ulusal ve bölgesel eko-sistemlerin çeşitliliğini ve istikrarını arttırmanın insanın hayatta kalma şansını arttırıp arttırmayacağını sorabiliriz. Bana öyle geliyor ki insanlığın karşı karşıya olduğu nihai ekolojik sorun kirlilik, aşırı nüfus artışı ya da enerji kıtlığı değil eko-sistemlerin karmaşıklığını ve istikrarını azaltmaya yönelik eğilimdir. Çözümü en güç olan sorun da budur zira çözüm sanayileşmiş ve sanayileşen toplumların hâkim değerleri, hedefleri, çıkarları, politik ve ekonomik kurumlarıyla örtüşmez.”
Geçen gün genç bir hanımla ekonomik büyüme üzerine konuşuyorduk. Kadın, “Fakat tüm hayat büyümeden ibaret; doğal olan bu, değil mi?” dedi. Böylece ben de Ramon Margalef ve diğerlerini örnek alarak açıklamaya giriştim: Hayat belli döngüleri takip eder ve bir kesinti ya da kargaşa durumunun hemen ardından kesintiye uğrayan dokunun yerini doldurur ancak bunu başta az miktarda türle yapar. Doku yenilendikçe tek bir türün hızlı büyümesi yerini türlerin çeşitliliğine bırakır ve giderek artan bir karmaşıklık yeniden model haline gelir ki “doruğa tırmanış” adı verilen bu durum da doruk durumuyla sonuçlanır. Yani, doğal bir sistem içerisinde olabilecek azami çeşitlilik ve istikrar. İstikrarlı çünkü o kadar çok düğüm noktası mevcut ki sisteme gelebilecek herhangi bir darbe fazla uzağa gidemeden yerelleştirilerek düzeltiliyor. Eğer tarlanızda ottan başka bir şeyiniz yoksa çekirgelerin tarlanıza konması otunuzun sonu demektir. Ancak, diyelim ki biyokütlesinin 12%’si ottan oluşan bir dönümlük bir arazide çekirgeler biyokütlenin 12%’sine zarar verirken 88%’i hâlâ size kalacaktır. İşte bu. Bunun altındaki destek, bunun altındaki zenginlik ve aynı zamanda çözünme yollarında geri kazanılan enerjinin zenginliği (yukarı doğru değil de aşağı doğru büyüyen organik madde, yıllık yeni biyokütle üretimi sayesinde değil de çürüyen odun ve yapraklarda yaşayan mantarlar, böcekler ve saire). Çözünme, bu istikrar ve olgunluğun anahtarlarından biridir.
Şimdi, Dr. Eugene Odum’un ifadesiyle, bizim medeniyet adını verdiğimiz şey erken bir devamlılık safhasıdır; olgunlaşmamış bir monokültür sistemi. Bizim ilkel adını verdiğimiz şeyse kendi içinde engin bir istikrar ve korunma kapasitesine sahip, olgun bir sistemdir. Aslında, görünüşe göre kendisini beyaz şeker ve para ekonomisine dayalı alışveriş ilişkisi dışında her şeye karşı koruyabilen bir sistem; tabii alkol, gazyağı, çivi ve kibriti de saymalı. (“Emekten tasarruf sağladığı söylenen hiçbir icat aslında asla kimsenin azıcık emeğini bile tasarruf etmiş değildir,” sözü John Stuart Mill’e aitti.)
Yani: öncelikle bir alan olarak etnopoetik. Yeni bir akademik alan açmanın politikası. Bir yayın sahibi olmanın politikası. Böyle bir konferans düzenlemenin politikası. Bu Amerika’daki akademik hayata ve bizim bu işleri yaptığımıza dair bir dipnottan ibaret. Bunu şakayla karışık söylüyorum çünkü yaptıkları şey için Jerome ve Dennis’e şükran duyuyorum; bugün buraya çağrılmış olduğum için minnetarım. Bu işin bir boyutu. Bir sonraki boyutsa “etnopoetik” ve bu da başka halkların kültürlerini ziyaret edip onların şiirleriyle geri döndüğümüzde ve bunları dergilerimizde yayınlamaya başladığımızda olan şey (mi)? Ben buna olumlu yanından bakacağım ve evet aynen öyle. Sömürdüğü halkların insandan daha aşağı olduğuna kendini inandırabildiğinde yayılmacı emperyalist kültür kendini daha rahat hisseder. Bu halkların da tıpkı kendileri gibi insan olabileceğine dair geri beslemeler almaya başladığında işler giderek zorlaşır.
Amerika Yerlileri’ne ait mitoloji, folklor ve şarkı derlemeleri 1880’lerde başlıyor. 1900’lerden itibaren derlemelerin miktarı cidden artıyor – Amerikan Etnoloji Dairesi’nin ve Amerikan Etnoloji Cemiyeti’nin Yıllık Rapor ve Bültenleri, Amerikan Folklor Cemiyeti Tutanakları ve Dergisi ve saire… Amerikan Yerlileri’ne dair muazzam bir literatür var ancak bu yayınların hiçbiri geniş halk yığınlarına ulaşabilecek formatta değil. Neden diye soruyorum. Yanıtını bilmiyorum; piyasa ekonomisi yüzünden olabilir ve de kimse bu tarz şeyler okumak istemediğinden. Bunların akademik bir çevrenin dışına ulaşmasını kimse istemediği için de olabilir.
Benzer bir örnek: Japonya’daki Ainu halkı. Dr. Kindaichi ve meslektaşları Ainular’ın sözlü edebiyatını derlemeye 1930’larda başladı; şu ana dek derlenmiş en geniş kapsamlı sözlü edebiyat derlemelerinden biri ve bunu Ainu dilinden Japonca’ya çevirdiler. Bu malzemenin ilk bir kaç on yıl içerisinde yayınlanan herhangi bir popüler Japonca baskısını bulamadım: Dr Kindaichi ve meslektaşlarının derlediği bu sözlü edebiyatın kolay ulaşılabilir, ciltsiz bir baskısı daha ancak geçen yıl çıktı. Şimdiye dek son derece pahalı ve nadir akademik kitapların arasına gizlenmişti. Iwanami Bunko yayınlarının ciltsiz dizilerinde tanesi elli sentten tüm dünya edebiyatı çevirilerini bulmak mümkün – Dostoyevski, Tosltoy, hepsinin Japonca çevirileri mevcut. Yani yayıncılık kapasitesi var. O halde neden bu sözlü edebiyat ancak bugün basılabiliyor? Villas Boas kardeşlerin Xingular hakkındaki kitabının yeni baskısının Brezilya Yerlileri’ne ne faydası olacak? Muhtemelen boşa gitmeyecek. Birileri kitabı okuyup “Bunlar da insan,” diye düşünmeye başlayacak. Yani sözlü edebiyatların yayınlanmasının getirdiği az da olsa bir politik değer kazanımı var.
40.000 yıllık sürenin büyük kısmında insanlar kendi şarkıları, mitleri ve hikâyelerinin bütününe dair belli bir bilince sahip değildi ancak bizim elimizde, 19. yüzyıldan beri etnik edebiyatın yayınlanmasının insanların kimlik duygusunu nasıl pekiştirdiğini ortaya koyan aydınlatıcı örnekler var. Finlandiya’yı ele alalım. Lonnrat adında genç bir doktor, Finlandiya’nın kuzey kesimini enine boyuna yürüyerek 19. yüzyılın başlarında insanların hâlâ anlattığı şarkı, destan ve masal kırıntılarını toplar. Bunları az çok kendi anlayışına uygun bir düzende sıraya koyarak bir araya getirir ve buna da Kalevala der. Kısa süre içinde Finlerin ulusal destanı haline gelen Kalevala, Finlerin bir yandan İsveçlilere diğer yandan Ruslara karşı durmalarına yardımcı olmuştu. Bugün Finlandiya diye bir memleketten bahsediyorsak bunun arkasında pekâlâ Dr. Lonnrat’ın yaz gezintilerinin yattığını söyleyebiliriz.
Alcheringa’nın 8 maddelik listesindeki 4. nokta “etnolog ve dilbilimcileri çalışmaya teşvik etmek”ti. İşi yapınca, bir şeyler oluyor.
Mart 1902’de Alfred Kroeber, Kaliforniya, Needles’taydı. “Ah’a-kwinyevai’de, kumla kaplı bir Mohave evinde, Inyo-Kutavére’yi,yani ‘Kayıp Takip’i bulduk… Altı gün boyunca anlattı, her gün üç dört saat durmadan anlattı ve Jack Jones saatlerce tercüme yaparken ben de yazdım. Her akşam, içtenlikle inanıyorum ki, Inyo-Kutavére bir sonraki gün hikâyenin biteceğini düşünüyordu. Sorduğumda kendisi de şimdiye dek hikâyeyi baştan sona hiç anlatmadığını kabul etti. Sonuncusu da göçüp gidene dek Mohave halkından dinleyicilere hikâyeden çeşitli bölümleri anlattığı geceler olmuş. Altıncı günü de bitirdiğimizde bir günümüz daha olduğunu söyledi. Ancak ben Berkeley’e zaten geç kalmıştım. Ve önümüzdeki bir gün daha da uzayabileceği için isteksizce ayrılırken ona ilk fırsatta, en kötü ihtimalle önümüzdeki kış Needles’a dönüp hikâyenin kaydını tamamlayacağıma söz verdim. Sonraki kış Inyo-Kutavére öldü ve böylece hikâye de yarım kaldı. Inyo-Kutavére kördü. Ortalama Mohavelere göre kısaydı, zayıf ve sıska, yaşlılıktan iki büklüm olmuştu, uzun beyaz saçları taranmamış, yüz hatları keskin, zarif ve duyguluydu… Onunla geçirdiğim altı gün boyunca hep içeride, evin gevsek kum zemininde, Mohave erkeklerine özgü biçimde, ayakları arkada yanlara bakacak şekilde diz üstü otururdu… Kımıltısız dururdu ama verdiğim Sweet Caporal sigaralarını geri çevirmezdi. Ev halkı da çevresine oturur dinler ya da yapacak işleri varsa gidip gelirlerdi.” O da ne kadar iyi ve hoş olsa da biz A. L. Kroeber değil toprak evde oturup hikâyesini anlatan o adam olmalıyız işte.
Şimdi sözünü etmek istediğim şey ötekilerin, “ethnoi”nin şiiri değil, kendi şiirimiz. Diné şiiri, halk şiiri, Maidu şiiri, insanlığın şiiri. 40.000 yıllık zaman diliminde hepimiz aynı halkız. Burada iki üç bin yıl şurada bir yüzyıl ileri ya da geri, hepimiz aynı derecede ilkeliz. O halde Homer, bu bakış açısından bir geleneğin başlangıcı değil bir geleneğin sonu. Homer geçmişteki sekiz bin yıllık sözlü gelenek malzemelerini tıpkı nihayet Japon irfanını yazıya döken yazıcılar gibi bir araya getirip düzenliyor. Homer bu şeyleri birkaç bin yıllığına daha yeniden ileri sürüyor ki Ajax temizleme tozu ya da Herkül kabartma tozlarımız olmaya devam etsin. Bir çeşit düğüm.
Levi-Strauss’un batı külürünün neolitik çağdan beri bir şekilde düşüşte olduğu iddiası beni etkilemişti. Aynı zamanda, yazı yazma sistemlerinin tarih boyunca yararlı bir dinsel, manevi ya da estetik amaçtan ziyade çoğunlukla insanı köleleştirmeye hizmet ettiğini de öne sürer zira yazı başlangıçta kölelerin listesini çıkarmak ve depoda sahip olduklarınızın dökümünü yapmak için kullanılıyordu ve başka amaçlarla kullanımı çok daha sonra gerçekleşti. Ne var ki ekonomi antropologu Marshall Sahlins bu düşüşün paleolitik çağda başladığını öne sürerek bu konudaki fikrimi değiştirdi. Yukarıda belirttiğim gibi ekolojik kıstaslar da bu yönde ilerliyor. Sahlins’in çalışması, Taş Çağı Ekonomisi’ne göre, üst paleolitik dönem gerçek bolluk toplumuydu ve Sahlins’in tahminlerine göre bu insanlar haftada ortalama 15 saat çalışıyordu. Sahlins şöyle diyor: “Paleolitik avcıların hayatta kalmak için çalıştıklarını öne sürecekseniz bilin ki ok ve yay işlerini görmeye yetiyordu. Bu topluluklarda kimse çok fazla şeye sahip olmasa da fakir kimse de yoktu. İlkel kültürlerde sadakaya muhtaç, topraksız bir sınıf bulunmaz. Sadakaya muhtaç, topraksızlar medeniyete hastır.” Burası da enteresan: ilkel birinin ve muhtemelen tüm arkaik halkların ortalama günlük protein, karbonhidrat ve besin maddesi alımı yüksek medeni rejimler altında yaşayan kalabalık serf ve köylülere oranla çok daha yüksekti. Tibetlileri onca hor gören Çinliler bir Çinli’nin aldığı ortalama besin değerlerinin o kıraç, dağlık arazilerde göçebe hayatı süren Tibetlilerinkinden çok daha düşük olduğunu bile bilmiyordu.
Öyleyse ta o günlere uzanan bu poetika, neyin nesi? Dr. Diaomond’un dediği gibi, ilksel tecrübe. Ellerimiz belli şeyleri uzun süre yaparak bu hallerini aldılar. Eller hâlâ bu işleri yapmak zorunda, yoksa olabilecekleri şey olmazlar. Ufak güzel bir sistem. Hindistan’dan bakıldığında dilin ve şiirin kaynağı da bu: Brahma, yaratıcı, derin bir trans halindedir. Sessizlik, dinginlik içindedir. Orada bir yerlerde bir düşünce kıpırdanır. Bir şarkı olarak tezahür eder, tanrıça Vak. Tanrıça Vak enerji halinde evrenin kendisi olur. O enerjiden tüm alt-enerjiler doğar. Şimdi, Vak, Hint-Avrupa dilbiliminde Latince’deki “vox”ve İngilizce’deki “voice”la (ses) aynı şeydir. Bu tanrıçanın bir adı daha vardır: Sarasvati. Bu da “Borcu Olan” anlamına gelir ve bugün Hindistan’da şiir, müzik ve öğrenim tanrıçası olarak kabul edilir. Beyaz bir sariye bürünmüş bir tavus kuşu sürerken, bir elinde vina diğer elinde bir parşömenle resmedilir.
Enerji akışının bu ilk zamanlarında dil sadece “kök hece”lerden ibaretti. Esasen bu “kök hece”lerin okunması olan Hindistan’daki mantra okuma uygulaması da insanın bu temel ses-enerji düzeylerine geri dönüşü olarak görülür. Evrenin temelde ses ve şarkı olarak duyumsanmasında başlar poetika. Sanskrit şiirinde gerçek şiirin akan suyun ve ağaçlardaki rüzgârın sesi olduğu söylenir.
Bir kutsal şarkı bir de dünyevi şarkı vardır. Kutsal şarkıdaysa iki kategori vardır: büyülü hecelerle yapılmış ve sadece büyülü bir anlama sahip şarkılar ve edebi bir anlama sahip kutsal şarkılar. Dünyevi şarkılar kategorisinde ise dünyanın her yerindeki tüm insanların her türlü şarkısını şu kategoriler içerisinde düşünebilirsiniz: bebekleri uyutmak için söylenen ninniler; çocukların oyun tekerlemeleri, erginlenme törenlerinin güç vizyonu şarkıları; gençlerin kur yapma şarkıları, iş şarkıları – özel bir büyülü maharet ve kavrayış dizisine sahip ağ çekme, çekiç sallama, çeltik ekme, kano yapımı, at sürme av şarkıları; kutlama şarkıları, savaş şarkıları, ölüm şarkıları. Kendi şiirlerimizin tamamını da bu kategorilerden birinin içine koyabiliriz.
Kritik bir diğer kategori ise “şifa şarkıları”, çünkü şifa şarkılarından, özellikle kuvvetli güç vizyonu şarkıları edinen ve dahasının peşinde koşmuş kişilerin elde ettiği şarkılardan, uzmanlaşma doğmuştur: yani şarkıcı/şifacı olarak şaman ya da sihirbaz hekimlerin uzmanlığı. Bu da tarihte Plato’nun başından kovmak istediği kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi ben gezegene dair, biyosferin bütünlüğüne dair kaygının tam da bu nedenle şairin kaygısıyla beraber ve onun içinde yer etmiş olduğunu düşünüyorum: şarkıcının rolü mısırın sesini, Ülker burcunun sesini, bizonun sesini, antilobun sesini şakımaktı. İnsan alanının dışında kalan bir “öteki”yle; insan öğretmenlere sürekli danışarak öğrenilemeyecek, ancak sınırların ötesine geçmeye cüret ederek ve kendi zihninin yabanına, bilinçdışı yabana gidilerek öğrenilebilecek bir şeyle son derece özel bir yoldan temas kurmak. Yani, şairler hep “pagan”dı ve Blake bu yüzden Milton’un şeytan taifesinden olduğunu ama bunu bilmediğini söylüyordu. Şeytan, en nihayetinde, şeytan bile değildir, Trois Fréres’de sırtında bir postla ve elk boynuzlarıyla elk şaman dansçısını taklit etmektedir ve yaptığı şey de baharda hayvanların doğurganlığını imler.
En temelde şu soru yatar: “zihnini bir şarkıcı olmaya nasıl hazırlarsın?” Zihnini şarkıcı olmaya nasıl hazırlamalı: Açık, içe dönük, minettar bir tavır; buna ilaveten meditasyon, oruç, biraz acı çekme, toplumsal yapıyla gündelik bağlarının biraz kopması. Yine Papagolardan alıntı yapacağım: “şarkı isteyen bir adam zihnini sözler ve ezgilerle meşgul etmezdi. Doğaüstü varlıkları hoşnut etmekle uğraşırdı. İyi bir avcı ya da savaşçı olmalı. Bir ihtimal onun usullerini beğenirlerdi. Ve bir gün doğal uyku esnasında şarkıyı duyardı. Bir şarkı duyar ve duyduğu şarkının büyük okyanustan gelen büyük beyaz kuşlardan bahseden şahinin şarkısı olduğunu bilir. Belki bulutlar şarkı söylüyordur ya da rüzgâr ya da görünmez ağı üstündeki tüylü kırmızı yağmur örümceği. Kahramanlığın mükâfatı kişisel şöhret ya da zenginlik biçiminde değildir. Ödül düşlerdir. Kahramanca işler gerçekleştiren kişi doğaüstüyle temasa geçer. Ondan sonra, kesinlikle önce değil, oruç tutar ve bir vizyon bekler. Papagolar, vizyonların layık olmayana gelmeyeceğini ama layık olan kişi tevazu gösterirse bir rüyanın geleceğini ve rüyanın hep bir şarkı getireceğine inanır.”
İlham perisi ve tanrıça sembolizmi, batılı kültürümüzde güçlü olduğu gibi Hindistan’daki Sanskrit ve Tamil geleneklerinde de güçlüdür. Çin geleneği bir şekilde farklıdır ancak çok erken dönemde işlenen bir bakış açısından bir çeşit ilham perisiyle ilginç bir temas da söz konusudur: Taoculukta dişiye, dişil ilkeye, vadi ruhuna, ‘yin’e yapılan vurgu. Dr. Joseph Needham’ın Science and Civilization in China (Çin’de Bilim ve Medeniyet) makalesindeki değerlendirmesine uygun olarak Taoculuk anasoylu mirastan kalan, ana bilincini esas alan, neolitik kültürden gelip de Demir Çağı’nın ses duvarını aşarak öbür tarafta da el değmemiş olarak yolu yarılayan en büyük külçedir. Dolayısıyla tüm tarihi boyunca derebeylik karşıtı, ataerki karşıtı olmuş, öyle ki Dr Needham, Çin’in komünist devriminin önünü 2000 yıl boyunca Taoculuğun kestiğini söylüyor. Dr. Needham, İngiltereli bir biyokimyacı.
Bizim mitolojimiz –çoğunlukla inançla kabul edilen– bilimsel evren görüşüdür. Burada biraz üstünde durmak istediğim enteresan ve hoş bir yakınsama var. Gaia Hipotezi. Yine yeryüzü tanrıçası. İngiltere’den iki bilim adamı, James Lovelock ve Sidney Epton “Gaia’yı Arayış” adında bir tebliğ yazmıştı. Yunan mitolojisinde Gaia, Kaos’tan doğan ilk yeryüzü tanrıçası; Gaia, Uranüs’ü ortaya çıkarıyor, Uranüs’le çiftleşiyor, Kronos’a, Titanlara, Kikloplara ve Devlere annelik ediyor ve ondan sonraki nesil de ilk tanrılar nesli oluyor.
Gaia Hipotezi, tüm biyosferin bizi üretmek de dâhil olmak üzere (bu onun biricik hatası olabilir) kendi 3 milyar yıllık evrimini stratejik olarak programlamış canlı bir organizma olduğu şeklinde. Bu çalışmanın en ilginç kanıtlarından biri okyanustaki mikroorganizmalar tarafından atmosfere oksijen salınmasının önce oksijenli bir ortam yarattıktan sonra belli oksijen moleküllerinin çözünmesiyle mor-ötesi ışınları yansıtan ozon tabakasını da oluşturarak hücrelerin karaya çıkmasına imkân sağlamasıdır. Hücreler karaya çıkarken daha fazla oksijen ve daha fazla ozon tabakası yaratılarak yaşamın yayılma olasılığı arttırılır. Böylece yeşil bitkiler karbondioksitten yararlanmakla kalmaz aynı zamanda atmosfer tarafından yere geri yansıyan ışıma akısıyla da ısınır. Atmosferin uzaya açılan penceresi gözle görünen ışığa karşı geçirgendir ancak morötesi çizgide ozon emilimi, karbondioksit ve su buharı tarafından kapatılır. Yeşil bitkilerin atmosferdeki bu büyük çaplı sinerjisi yaşam ve atmosferin milyonlarca yıllık evriminin sonucudur ve bu ikisi tam da bu nedenle birbirlerine yakından bağlıdır.” Atmosfer yaşamın kendi çıkarları adına yarattığı bir şeydir. Dolayısıyla dünya gezegeni uzayın derinliklerinden, içinden Venüs’ün çıkabileceği sedefli bir deniz kabuğu gibi görünür.
Yeryüzü poetikası. İletişim-enerjisi yoğunlaşmaları dili ortaya çıkarır, belli türde dil yoğunlaşmaları mitolojileri ortaya çıkarır, mitolojilerin yoğunlaşması ise bizi şarkılara götürür. “Aktarım,” – Dr. H. T. Odum’dan alıntılıyorum, “enformasyon aktarımı her türlü karmaşık sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Yüksek kuvvetlendirme katsayısına sahip küçük enerji akımları kontrol ettikleri enerjilerle orantılı bir değere sahiptir. Enerji akımlarının en küçüğü olan enformasyon yolları, güç devrelerindeki anahtarları açtığında en yüksek değere sahip olurlar. Bu enformasyonun kalitesi, yani doğru formdaki ufak enerjiler, öyle yüksektir ki doğru kontrol devresinde olağanüstü amplifikasyonlara ulaşıp muazzam güç akımlarını kontrol edebilir.” Büyük evrende enerji akışının ana “teması”, kendi yerçekimlerini fark eden kütlesel nesnelerin bir araya gelmesidir. Uzayda metrekare başına güneş ışınımı miktarı 1.395’tir. Yeryüzündeki enerji akışının 99.98%’i güneş enerjisidir. Bitki yapraklarındaki klorofil tarafından yakalanan güneş enerjisi bu enerjinin en küçük kısmıdır. İşte poetika: “Morowitz termodinamikte, tükenmez güneş kaynağından dipsiz uzay boşluğuna daimi enerji akışının, yeryüzü aracılığıyla, maddenin giderek daha düzenli halde organize olmasını sağlamasının matematiksel bir gereklilik olduğunu kanıtlamıştır. Ortaya çıkan denge durumu, bağlı atomların durmaksızın kümelenerek gittikçe daha karmaşık hale gelen moleküller oluşturmasını ve enerji depolanması ve bırakılmasına yönelik döngülerin aniden ortaya çıkışını içerir. Dengesiz bir istikrar halinde, varsayımsal olarak, güneş enerjisi öylece yeryüzüne akıp oradan ışımaz; termodinamik açıdan maddeyi simetrik olacak şekilde, olasılıktan öteye, entropiye karşı yeniden düzenlemesi, tabiri caizse daima değişen bir yeniden düzenlenme ve moleküler bezenme durumuna taşıması kaçınılmazdır. Bu süreci temsil eden sesler olsaydı Brandenburg konçertolarının düzenlemesine sahip olurlardı ama şahsen ben böceklerin ritminde, kuş ötüşlerinin uzun nabız atışı gibi koşmalarında, balinaların şarkılarında, göç eden milyonlarca ağustosböceğinin modüle titreşiminde de aynı olayların bir yansımasının bulunup bulunmadığını düşünüyorum.”
Bu, bildiğiniz gibi, bilinçaltı düzeyde bizim de akortlanmış olduğumuz şey – dilimiz için, şarkılarımız için. Bizi daima yeryüzüne geri döndürüyor: hepinizin çok iyi bildiği birinden alıntı yapacağım. “Don Juan karşımda çömeldi. Zemini kibarca yokladı. ‘İki savaşçının da yeğlediği budur; bu yeryüzü, bu dünya. Bir savaşçı için daha büyük bir sevgi olamaz. Kişi ancak bu dünyayı tavizsiz bir tutkuyla severse üzüntüsünü üstünden atabilir. Bir savaşçının neşeli olmasının nedeni sevgisinin değişmez oluşu ve sevgilisi yeryüzünün onu kucaklayıp hediyelere boğmasıdır. En gizli saklı yerlerine dek yaşam dolu olan ve her duyguyu anlayan bu sevgili yaratık yatıştırdı beni, acılarımı dindirdi ve en nihayetinde ona olan sevgimi anladığımda bana özgürlüğü öğretti.’” Şimdi, Kuzey Amerika – Kaplumbağa Adası – şiirimize geçmişin, diğer geleneklerin ve bu kadim-yeni Yeryüzü algısıyla baktığımızda bana daha yolun başındaymışız gibi geliyor. Çin’de manzara şiiri; yüzyıllar boyunca geliştikten sonra en nihayetinde mevsimleri, nehirleri, şelaleleri, dağları pekiştiren, bildiren, keşfeden bir şiir; her biri doğru mevsimde ve bu mevsimin insani uğraşlarla ilgili niteliklerini de göz önüne alarak bitkilere atıfta bulunan bir şiir, M.S. 3. yüzyıla dek ortaya çıkmamıştı.
Son on yıldır, burada bitkiler, dağlar, hayvanlar ve çocuklar adına söz alacak şarkılar söylemeye daha yeni yeni başlıyoruz. Günün ilk geyiğini gördüğünüzde o geyiği selamlayan bir şarkı söylüyorsunuz- ya da ilk kırmızı kanatlı karakuşunuzu gördüğünüzde -ki ben bu sabah bir tane gördüm. Buraya ait olduğunu bilen, “ilkel” sözcüğünden geçmişi değil ilksel olanı ve geleceği anlayan insanlar olarak bu topraklara yerleştikçe bu şiirleri yaratacağız. Bizler bölge bölge her yerde oraya has biçimde nasıl yaşadığımızı (bitki yaşamı!) gördükçe yaratılacak bu şiirler. Şiirler günümüzün otomobilleri ve televizyonları arasından geçip (yalnızca elektrik kesildiğinde görülebilen) Samanyolu’nun enginliğine sıçrayarak bilimsel kozmolojileri zenginleştirip insanlaştıracak. Bu evrende diğer insan – ve insan olmayan – kardeşlerimizle birlik içinde yaşayan arif kişiler olmamız bu ozanlıklar sayesinde olacak.