De Omnibus Dubitandum

SUB PRESS TEBERRUSUDUR

aşağıda matbu baskısını evvel yapmış bulunduğumuz 4 Sub Press eserimiz alt alta sıralanmaktadır. Eserler şöyledir:
Henry David Thoreau Sivil İtaatsizlik -okuma yazıları ilaveleri ile
ÇALIŞMAMA HAKKI PAUL LAFARGUE -110.’u ölüm yıl dönümü anması olarak hazırladığımız edisyon
Yeni Ekonomiler – Hipster Sosyolojisine Giriş
MARX, ENGELS VE AİLE KURUMUNU LAĞVETMEK RICHARD WEIKART

Sivil İtaatsizlik
Ve ek okumalar
Henry David Thoreau

Türkçesi
Sivil İtaatsizlik Ve ek okumalar Henry David Thoreau
Türkçesi
Didem Bilgin
Edisyonu Hazırlayan
Şenol Erdoğan

“En iyi yönetim en az yönetendir” düsturunu içtenlikle kabul ediyorum; bu ilkenin, hızlı ve sistemli bir şekilde uygulanmaya başlamasını görmeyi çok isterdim. Bu gerçekleştirildiğinde, aynı zamanda benim de inandığım şu sonuca varacaktır: “En iyi yönetim hiç yönetmeyendir.”; bu, insanların hazır olduğu zaman sahip olacakları yönetim şeklidir. Yönetim, en iyimser görüşle sadece amaca uygun bir çıkar yol yani çıkarcılıktır; halbuki yönetimlerin çoğu genellikle ve tümü, zaman zaman amaçlarına uygun çıkarları gözetmez. Daimî bir orduya karşı çok sayıda itiraz vardır; oldukça önemli olan ve bir hükmü hak eden bu itirazlar, eninde sonunda daimî bir yönetim için de ileri sürülebilir. Daimî ordu, ancak daimî yönetimin bir koludur. Halkın sadece kendi iradesini ortaya koymak üzere seçtiği bir sistem olarak yönetim, henüz halk icraatına başlamadan önce hem sömürülmeye hem de saptırılmaya açıktır. Meksika’daki savaşa bakın, birkaç kişinin, daimî yönetimi bahane ederek çıkardığı bir savaştır bu; aslında halk, işin bu noktaya gelmesine daha başından razı gelmezdi.

Amerikan hükûmeti yeni tarihli bir gelenektir; bozulmadan kendini gelecek nesillere ulaştırmaya çalışsa da her an bütünlüğü bozulmaktadır. Bu hükûmet tek bir adamın canlılığından ve gücünden yoksundur; çünkü tek bir adam onu kendi iradesine göre esnetebilir. Bu hükûmet bir nevi, halka doğrultulmuş tahta bir silahtır. Ancak bu yüzden daha az gerekli olduğu söylenemez; halkın, kafasında bir yönetime sahip olduğu fikrini tatmin edebilmesi için karmaşık bir makineye ve onun gürültüsüne ihtiyaç vardır. Böylece yönetimler, insanlara bir şeylerin nasıl başarılı bir şekilde dayatılabildiğini gösterir, hatta insanların bu dayatmayı kendi çıkarları için kendi kendilerine nasıl yapabildiklerini de. Kabul etmeliyiz ki, bu mükemmeldir. Oysa bu hükümet herhangi bir girişimi asla kendisi sürdürmemiştir, sadece girişimlerin önünü kesmemek konusunda isteklidir. Bu yönetim, ülkenin özgürlüğünü korumaz; batıya düzenleme getirmez, eğitim vermez. Yapılanlar hep Amerikan halkının karakterinde doğal olarak var olan nitelikler sayesinde gerçekleşmiştir; eğer yönetim zaman zaman halkın yoluna çıkmış olmasaydı daha çok şey gerçekleşebilirdi. Zira yönetim, insanların birbirlerini rahat bırakmayı başarabilme hevesi için elverişli bir çıkar yoldur ve daha önce de belirtildiği gibi en elverişli yönetim, yönetilenin yalnız yani özgür bırakıldığı yönetimdir. Ticaret ve iş dünyası, bu kadar esnek olamasaydı kanun koyucuların sürekli önlerine koyduğu engellerin üstesinden gelmeyi başaramazlardı; bu insanlar, niyetleri hesaba katılmadan sadece eylemlerinin tüm sonuçlarıyla yargılanacak olsa demiryollarını, ortasına engeller koyarak tıkayan zararlı insanlarla aynı sınıfta değerlendirilip aynı cezaları almayı hak ederlerdi.

Kendini yönetim-karşıtı olarak nitelendirenlerin aksine, bir vatandaş olarak ve pratik bir şekilde konuşmak adına yönetimin hemen ortadan kalmasını değil, hemen daha iyi bir yönetim olmasını istiyorum. Her bireyin ne çeşit bir yönetimin, onun saygısını talep edebileceğini bilmesine izin verilmeli ki bu, daha iyi yönetimin başarılmasına doğru atılmış ilk adım olacaktır.

Sonuçta, güç halkın elinde olduğunda belirli bir çoğunluğun egemen olarak yönetimi elinde tutması, o çoğunluğun doğru ya da bu yönetimin azınlık için adil olduğunu değil, çoğunluğun fiziksel olarak daha güçlü olduğunu gösterir. Ayrıca çoğunluğun yürüttüğü bir hükümet, insanoğlunun adalet anlayışına uygun olsa dahi tüm durumlarda adalet temeline dayandırılamaz. Neyin doğru ya da yanlış olduğuna aslında çoğunluğun değil de vicdanın karar verdiği bir yönetim olamaz mı? Ki bu tarz bir yönetimde çoğunluk, sadece yönetimin elverişli bir çıkar yol olma kuralının geçerli olduğu konularda karar verir. Bir vatandaş, illa, bir an için ya da biraz olsun kural koyucular için vicdanından vaz vazgeçmek zorunda mıdır? Neden herkesin bir vicdanı var öyleyse? Bence hepimiz önce insan olmalıyız, sonra vatandaş. Doğru olana duyulan saygının aynısının kanunlar için de geçerli olması istenemez. Hakkım olarak varsaydığım tek yükümlülüğüm, istediğim an doğru olduğunu düşündüğümü yapmaktır. Kurumların vicdanı yoktur, deyişi, gerçeği açık bir şekilde ifade eder; ancak vicdanlı insanlardan oluşan bir kurum, vicdan sahibi bir kurumdur. Kanunlar insanları asla daha adil yapmaz; fakat en iyi niyetli insanlar dahi kanunlara duydukları saygı adına her gün adaletsizliğin aracı olurlar. Kanuna lüzumsuzca duyulan saygının doğal ve yaygın sonucu bir dizi asker, albay, yüzbaşı, onbaşı, er, barut taşıyıcısı ve tüm ordunun tepe ve vadilerden mükemmel bir düzende savaşa doğru yürüyüşüdür. Kendi iradelerine, sağduyu ve vicdanlarına karşı çıkıyor olmaları bu yürüyüşü daha da zorlaştırır ve kalp çarpıntısına neden olur. İçine karıştıkları durumun berbat bir iş olduğundan hiç şüpheleri yoktur, hepsi barış yapmaya eğilimlidir. Peki şimdi, ne bunlar? İnsan mı? Yoksa iktidardaki birkaç vicdansız adamın hizmetinde küçük, ayaklı kale ve cephaneler mi? Tersaneye gidip bir deniz piyadesini – Amerikan hükûmetinin yarattığı, neredeyse kara büyü yapmış gibi ortaya çıkardığı türden bir adamı- gözlemleyelim; bu adam insana benzeyen önemsiz bir gölgedir, bir ayaklı cenazedir ve refakatçileriyle birlikte çoktan silahların altına gömülmüştür. Oysaki;

Ne bir davul duyuldu ne bir marş notası
Cesedini sipere aceleyle taşırken biz
Veda atışı yapmadı tek bir asker bile
Kahramanımızı gömdüğümüz mezarın üzerinde

İnsanlar böylelikle kitleler halinde devlete hizmet eder; bir insan olarak değil de bedenleriyle bir makine olarak. Daimî ordu, milis güç, gardiyan, jandarma, polis gücü vb. işte bunlardır. Çoğu durumda özgür yargı ve ahlak anlayışına dayanan eylemler serbest değildir; ancak bu kişiler kendilerini tahta, toprak ve taşlarla bir tutarlar; üstelik amaca uygun şekilde hizmet edecek tahtadan adamlar üretebilir belki de. Bu tarz bir kumanda bir bostan korkuluğuna veya bir çamur yığınına gösterilen saygıdan fazlasını ifade etmez; atlar ve köpeklere layıktır. Ancak genellikle saygıdeğer görülen iyi vatandaşlar da böyledir zaten. Kanun koyucu, politikacı, hukukçu, rahip ve memurlar ise devlete en çok kafalarıyla hizmet eder; onlar için ahlaki bir fark söz konusu olmadığı için, niyetleri bu olmasa da tanrı yerine şeytana hizmet edebilirler. Az sayıda kahraman, vatansever, şehit ve gerçekten reformcu olanlar devlete vicdanlarıyla hizmet eder. Bu sebeple genellikle de devlete direnir ve karşılığında da devletten düşman muamelesi görürler. Bilge bir adam sadece insan olarak faydalı olur ve bir “toz parçası” olarak “rüzgârdan korunmak için bir delik tıkamaya” razı gelmez; en azından bu işi kendi tozlarına bırakır.

“Fazla asil doğmuşum, birinin malı olmak için,
Kontrol altında kalmak için,
Ya da kullanışlı bir hizmet-adamı veya enstrüman olmak,
Dünya çapında herhangi bir egemen devlete.”

Kendisini diğerlerine tamamen adayan birisi onlar tarafından yararsız ve bencil görülür; ancak kısmen adayan kişi ise velinimet ve hayırsever olarak kabul edilir.

Bugün bir insanın Amerikan hükümetine nasıl davranması gerekir? Bu soruya şöyle yanıt veririm: bir insanın kendini küçük duruma düşürmeden bu hükûmetle özdeşleşmesi mümkün değildir. Köleliğe dayalı bir politik düzeni bir an için bile beni yöneten bir hükûmet olarak göremem.

Devrim hakkını, yani yönetim zorbalık yaptığında veya verimsizliği dayanılmaz bir boyuta geldiğinde ona direnme ve ona bağlılığı reddetme hakkını herkes kabul eder. Fakat neredeyse herkes, şu an böyle bir durumla karşı karşıya olmadığımızı söyler. Ancak 1775 Amerikan Devrimi’nde durumun bu olduğunu düşünüyorlardı. Eğer biri, o hükümet limana gelen belli mallara vergi koyduğu için kötü idi dese, büyük ihtimalle bu konuyu mesele yapmazdım, çünkü o mallar olmasa da yaşayabilirdim. Her makinenin parçaları arasında bir sürtünme vardır ve muhtemelen bu, sorunları dengeleyebilmek için faydalıdır. Ne olursa olsun, bu sorun, hakkında heyecan yaratarak sonuçların daha da sorunlu olmasına neden olabilecek kadar büyüktür. Ancak bu sürtünmeler kendi makinesini yaratırsa, zorbalık ve soygun organize hale geldiyse; artık daha fazla bu makineyi kullanmayalım, derim. Diğer bir deyişle, bir ulusun altıda birini, özgür kalabilmek adına iltica etmek zorunda bırakılmış köleler oluşturuyorsa ve tüm bir ülke yabancı bir ordu tarafından haksız yere işgal edilmiş ve askeri yönetim tarafından idare ediliyorsa, bana göre orada dürüst insanların isyan edip devrim yapma zamanı gelmiştir. Bu görevi daha acil hale getiren ise yaşadığımız ülkenin işgal edilmiş olması değil; işgal eden ordunun, bizim ülkemizin ordusu olmasıdır.

Ahlaki meselelerde müşterek bir otorite olan Paley kitabının, “Sivil Hükûmete Tabi olma Görevi” başlıklı bölümünde tüm sivil yükümlülüğü, amaç uğrunda en uygun çıkarcılık içerisinde çözümlemiştir; “eğer toplumun tümümün çıkarı söz konusuysa, yani mevcut hükûmete halka zarar vermeden karşı çıkılamıyorsa veya bu hükûmet değiştirilemiyorsa, artık kurulu hükûmetin kurallarına boyun eğmek Tanrı’nın emridir. Bu prensip kabul edildiği takdirde her bir direniş vakasında adalet, bir taraftan direnişin getireceği üzüntü ve tehlike oranına, diğer taraftan ise direnişe neden olan sorunun çözülebilme ihtimali ve maliyetine indirgenmiştir.” Paley, böyle bir durumda herkes kendi adına bir yargıda bulunacaktır, der. Ancak görünüşe göre Paley gerek halkın gerekse bireyin ne pahasına olursa olsun adaletli davrandığı, amaç uğrunda en uygun çıkarcılık kuralının uygulanamayacağı durumları hiç hesaba katmamıştır. Eğer ben boğulmak üzere olan bir adamın, haksız yere elinin altındaki tahtayı alırsam, kendim de boğuluyor olmama rağmen o tahtayı adama geri vermeliyim. Paley’e göre bu davranış hiç uygun olmazdı. Ancak bu şekilde hayatını kurtaran kişi, aslında onu kaybedecektir. Bu halk, köleliği ve Meksika ile savaşı bırakmalıdır; bu seçim, onların halk olarak varlıklarına mal olsa bile.

Uluslar, pratikte Paley ile aynı fikirdedir; ancak mevcut krizde Massachusetts’in gerçekten doğru olanı yaptığına inanan var mı?

“Devletin hâkî giysisi, sırma bir sürtük elbisesi, kuyruğu dik durabilsin diye, sürünüyor ruhu pislikte”

Pratikte, Massachusetts’deki reforma karşı çıkanlar Güneydeki yüz bin politikacı değil, buradaki yüz bin tüccar ve çiftçidir; insanlıktan çok ticaret ve tarımla ilgilenirler ve pahası ne olursa olsun kölelere ve Meksika’ya adaletli davranabilmeye hazır değildirler. Uzaktaki düşmanlarla değil, evimin yakınındakilerle dalaşıyorum, ki onlar, uzaktakilerle iş birliği yapıp onların dediklerini yapıyorlar; yakınımdakiler olmasaydı uzaktakilerin zararı dokunmazdı. Kitlelerin hazır olmadığını söylemeye alışmışız; ama gelişme çok yavaş oluyor, çünkü azınlık, çoğunluktan maddi olarak daha akıllı veya daha iyi durumda değil. Çoğunluğun senin kadar iyi olması gerekliliği önemli değil, sanki bir yerlerde mutlak bir iyilik varmış ve bu tüm hamuru mayalamaya yetermiş gibi düşünüyoruz. Kölelik ve savaş karşıtı olmasına rağmen henüz bu duruma bir son vermek için hiç bir şey yapmamış binlerce insan vardır; bu kişiler, kendileriyle Washington ve Franklin’in çocukları olarak gurur duyarlar, elleri ceplerinde otururlar, ne yapılması gerektiğini bilmediklerini söyler ve hiç bir şey yapmazlar; hatta özgürlük meselesini dahi serbest ticaret meselesi için ertelerler, akşam yemeğinin ardından sessizce Meksika’dan gelen son haberlerle birlikte piyasa haberlerini okur veya okurken uyuyakalırlar. Peki, dürüst bir adamın ve bir vatanseverin piyasa fiyatı nedir? Tereddüt eder, pişman olur ve iyi dileklerde bulunurlar ancak ciddi bir etki yaratacak hiçbir şey yapmazlar. İyi niyetle başkalarının kötülüğe çare bulmasını bekleyeceklerdir ki artık bu, pişmanlık duyabilecekleri bir konu olmaktan çıksın. En fazla, haklı olana kolayından bir oy verecek ve önünden geçerken zayıf bir teveccühle “Tanrı yardımcın olsun!” diyeceklerdir. Bir erdemli adam için dokuz yüz doksan dokuz erdem koruyucusu vardır; ancak bir şeyin gerçek sahibi ile muhatap olmak, geçici bekçileriyle uğraşmaktan kolaydır.

Oy vermek satranç ya da tavla gibi bir çeşit oyundur; hafifçe ahlaki bir renk verilmiş, doğru ve yanlışla, ahlaki sorularla oynanan bir oyundur ve doğal olarak bahis de bu oyuna eşlik eder. Seçmenlerin karakteri bahis konusu değildir. Oyumu doğru olduğunu düşündüğümün seçilmesi ihtimali üzerine kullandım; fakat bu doğrunun egemen olup olmaması beni gerçekten ilgilendirmiyor. Bu nedenle, çoğunluğun sorumluluğu amaca elverişli çıkarcılıktan fazlası değildir. Doğru olana oy vermek dahi doğru olan için bir şey yapmamak demektir. Sadece, doğru olanın egemen olmasına dair isteğin, zayıf bir şekilde ifade edilmesidir. Akıllı biri doğru olanı şansa bırakmaz, doğru olanın çoğunluğun gücüyle hükmetmesini de istemez. İnsanların kitle olarak eylemlerinde çok az erdem vardır. Eğer köleliğin kalkması için oy veriyorlarsa ya kölelikle artık hiçbir alakaları kalmadığı için ya da zaten ortada kendi oylarıyla kaldırılacak çok az kölelik kaldığı içindir. Bu yüzden köle olarak kalan bir tek onlardır. Sadece kendi özgürlüğünü yine kendi oyuyla pekiştirenler köleliğin kalmasında etkili olabilir.

Baltimore ya da başka bir yerde Başkanlık adayı seçimi için resmi bir toplantı düzenlendiğini duydum, mesleği politika ve editör olanlardan oluşan bir seçmen topluluğu olacakmış; fakat bunun, varılacak kararda bağımsız, entelektüel ve saygın birini nasıl ilgilendirebileceğini düşünüyorum. Fakat yine de bağımsız, entelektüel ve saygın insanların hikmetinden yararlanmayalım mı? Bağımsız oylara güvenemez miyiz? Zaten ülkede yeterince adam toplantılara katılmıyor değil mi? Fakat hayır: saygıdeğer görülen insanların, kendilerini hemen bu konumdan çekip ülkesinden ümidi kesme yoluna gittiğini görüyorum; oysaki, ülkenin bu gibi insanlardan ümidi kesmemek için daha çok sebebi var. Bu tipte birisi, adaylığını koyan birini hemen benimser ve böylece demagogun amaçları uğruna kullanılmaya hazır olduğunu ispat eder. Onun oyu, hiçbir ilkesi bulunmayan bir yabancının veya yerli bir işçinin satın alınmış oyundan farklı değildir. Ah! Adam gibi adam olan ya da komşumun dediği gibi sırtında yumruk geçiremeyeceğin bir kemiği olan bir adam adına! İstatistiklerimiz doğru değil: nüfusumuz olduğundan fazla gözüküyor. Bu ülkede bin metre kareye kaç adam düşüyor? Zar zor bir tane belki. Amerika, buraya yerleşmeyi insanlara cazip kılacak şeyler yapmıyor mu? Amerikalı önemini kaybedip bir Garip Tip’e (Odd Fellow) indirgendi. Onları toplu halde bulunma alışkanlıklarından tanıyabilirsiniz, zekâ ve neşeli bir kendine güven yoksunluğundan, dünyaya gelmelerindeki öncelikli dertleri fakirhanelerinin tamir olduğunu görmek, yasalar önünde bir erkek olarak kabul görülmeden önce gelecekte dul ve yetim kalacaklar için para toplamak; kısaca, böyle biri ancak ölümden sonra kendisini en uygun şekilde gömeceğine söz veren Sigorta Şirketi’nin desteğiyle yaşamayı göze almıştır.

Kendisini en büyüğü dahil herhangi bir haksızlığın yok edilmesine adamak, hiç kimsenin üzerine vazife değildir; kişiler kendilerine bir ilgi alanı bulabilir ve en azından mevcut haksızlıklara bulaşmamak hakkında düşünmese de haksızlığa destek vermemek herkesin görevidir. Kendimi başka uğraş ve düşüncelere vereceksem eğer, bunu bir başkasının omuzlarına basarak yapmadığımdan emin olmalıyım. Önce onun omuzlarından inmeliyim ki, o da kendi düşüncelerinin peşinden gidebilsin. Ne kadar büyük tutarsızlıkların hoş görülebildiğine bakın! Bazı hemşerilerimin “Bana kölelerin ayaklanmasını bastırmaya yardım etmemi ya da Meksika’ya gitmemi emretseler; bak, gidiyor muyum?” dediklerini duydum, ancak bu kişiler ya doğrudan ya da para vererek kendi yerlerine birilerinin katılması suretiyle dolaylı olarak sözü geçen eylemlere katıldılar. Haksız bir savaşa katılmayı reddeden bir askeri alkışlayanlar, savaş çıkaran hükümetin yetkinliğinin devam etmesini reddetmeyenlerdir; asker, bu kişilerin eylem ve otoritelerini muhatap almaz, görmezden gelir; devlet, günah işlediği sırada bir taraftan da kendisini azarlayacak birini tutmuş gibi pişman ve fakat bir yandan da bu günahtan da bir an olsun vazgeçmeyecek gibi de pişmanlıktan uzaktadır. Böylece, Düzen ve Sivil Hükûmet adı altında kendi alçaklığımıza nihayet saygı duymak ve bunu desteklemek durumunda bırakılıyoruz. Günahın ilk kızarıklıkları geçtikten sonra peşi sıra kayıtsızlık gelir; günah, bir ahlaksızlıktan çıkıp ahlak dışı haline gelir ve kendi yarattığımız hayatta çok da gereksiz görülmemeye başlar.

En yaygın hataya, çıkardan en uzak erdem destek olabilir. Yurtseverlik erdemine yöneltilen hafif eleştiriye en fazla soylular muhatap olmalıdır. Bir taraftan hükûmet yapısını ve uygulamalarını onaylamayıp diğer bir yandan da ona bağlılık gösterip destekleyenler, şüphe yok ki, devletin en çalışkan ve vicdanlı destekçileridir ve genellikle de reform karşısında en büyük engel de bu kişilerdir. Kimileri Devlet’e “birliği” kaldırması ve Başkanın emirlerini hiçe sayması için talepte bulunuyor. Öyleyse neden kendileri, devlet ile aralarındaki bağı yok edip hazineye para ödemeyi reddetmiyor? Onların Devlet’e karşı konumu, Devlet’in birliğe karşı olan durumuyla aynı değil mi? Devlete karşı direnmekten onları alıkoyan nedenler aynı şekilde Devlet’in birliğe karşı direnmesini engelleyen nedenler değil mi? Bir insan nasıl, sadece bir fikir sahibi olup da bundan tatmin olur ve keyfini çıkarabilir? Eğer kendisinin incitildiğini düşünüyorsa, bunda keyif alınacak ne var? Eğer komşunuz tarafından dolandırıldıysanız ve bu sadece bir dolar bile olsa, bunu bilerek veya dolandırıldığınızı söyleyerek, hatta ondan paranızı geri isteyerek tatmin olmazsınız; bir an önce etkili adımlar atıp paranızı tamamen geri almaya ve bir daha dolandırılmamaya çalışırsınız. Bir prensipten yola çıkarak harekete geçmek, doğru olanı algılayıp bunu uygulamaya koymak, varlıkları ve ilişkileri değiştirir; bu tavır temel olarak devrimseldir ve kendinden önceki düzene uymaz. Sadece devlet ve kiliseleri değil, aileleri ve bireyi de böler; içindeki şeytani yönü, ilahi olandan ayırır.

Mevcut haksız kanunlara uymaya razı mı olmalıyız ya da onları değiştirmeye çalışıp başarılı olana kadar bu kanunlara uymalı mıyız, yoksa bu kanunları hemen çiğnemeli miyiz? Günümüzde hükûmete benzer bir yönetim altında insanlar, genelde çoğunluğu bu kanunu değiştirmeye ikna edene kadar beklemenin uygun olduğu görüşündedir. Direndikleri takdirde çarenin dertten daha kötü sonuçlar doğuracağını düşünürler. Fakat çarenin dertten daha kötü sonuçlar doğurması hükûmetin suçudur. Hükûmet çareyi daha kötü hale getirir. Neden hükûmet reform geliştirip bunu uygulamaya daha açık değildir? Neden akıllı azınlığın değerini bilmiyorlar? Neden daha canı yanmadan ağlamaya ve direnmeye başlıyor? Neden vatandaşlarını onun hatalarını bulup kendi yaptığından daha iyisini yapmak için cesaretlendirmiyor? Neden hep İsa’yı çarmıha gerip Kopernik ve Luther’i aforoz eder, Washington ve Franklin’i de asi ilan eder?

Şunu düşünebiliriz, kasten ve uygulamalı olarak kendi otoritesini reddetmesi, hükûmetin şimdiye kadar hiç düşünmediği tek suç olabilir; yoksa neden, bu suça kesin olarak uygun ve orantılı cezayı henüz bulmamış olsun ki? Hiç malı mülkü olmayan ve Devlet’e dokuz kuruş borcu olan biri bu borcu vermeyi bir kez reddetse, benim bildiğim hiçbir yasada yeri olmayan ve sadece onu yargılayan tarafından belirlenen bir süre için hapse atılır; ancak aynı kişi Devlet’ten doksan kez dokuz kuruş çalsa kısa bir süre sonra serbest bırakılır.

Eğer haksızlık devlet makinesinin zorunlu sürtünmelerinden biriyse, bırakalım devam etsin, belki bir yerde durumu düzleştirir; makine kesinlikle eskiyecektir. Ancak haksızlığın kendine ait bir yayı, makarası, halatı, kanırtmacı var ise çarenin, var olan sorundan daha büyük dertler açmayacağını düşünmeye başlarsınız; eğer makine bir başkasına haksızlık yapılmasına neden olacak bir doğaya sahipse, o zaman yasayı çiğneyin, derim. Yaşamınız bu makinenin işleyişini durdurmaya yarayacak bir karşı sürtünme olsun. Yapmam gereken, ne olursa olsun kendimi, kınadığım yanlışa düşürmemektir.

Kötülüğün önüne geçmek için Devlet’in sunduğu yolları benimsemek gibi bir endişem olamaz. Bu yol, insan hayatı göz önüne alındığında oldukça uzun ve ayrıca, yapacak daha başka birçok işim var. Dünyaya burayı yaşanacak güzel bir yer yapmak amacıyla gelmedim, iyi ya da kötü olan bu dünyada yaşamak için geldim. Bir insan her şeyi yapmak zorunda değildir, bir şeyler yapmalıdır sadece; aynı zamanda bir her şeyi yapamıyor diye illaki bir şeyleri yanlış yapması gerekmez. Vali veya Kanun Koyucular benden ne kadar talepte bulunuyorsa ben de onlardan talepte bulunmakta o kadar yükümlüyüm; ayrıca eğer onlar benim taleplerimi duymazlarsa, ne yapmalıyım? Devlet bunun gibi bir durum için bir çıkış yolu sunmuyor; Anayasa kötülüğün ta kendisidir. Bu tarz bir düşünce oldukça inatçı, uzlaşılmaz ve sert görünüyor olabilir; ancak bunu takdir edebilen ve hak eden ruhlara, elinden gelen en fazla nezaketi ve saygıyı gösterir. Böylece değişim hep iyiye doğru olur, tıpkı bedeni allak bullak eden doğum ve ölüm gibi.

Tereddütsüz söylüyorum ki, kendilerinin kölelik karşıtı olduğunu söyleyenler, hemen Massachusetts hükûmetinden maddi ve manevi desteklerini geri çeksinler ve bir çoğunluk oluşturup bu yöntemle doğru olanı hükme sokmayı beklemesinler. Bence eğer içlerinde bir Tanrı varsa bu, onların başka bir tanesini beklememeleri için yeterlidir. Dahası, eğer bir adam komşularından daha haklı bir durumdaysa yeterli çoğunluğa sahip demektir.

Bu Amerikan hükûmeti veya temsilcileriyle yılda bir kez – daha fazla değil- vergi toplayıcısı nezdinde doğrudan yüz yüze gelirim. Benim konumumdaki birisinin hükûmetle tek görüşebilme imkânı budur; ardından hükûmet oldukça net bir şekilde “Beni tanı”, der; hükûmetin seviyesine ulaşıp onunla görüşmenin ve onunla ne kadar az tatmin olduğunla ona sevgini ifade etmenin en basit, etkili ve bu şartlar altında kaçınılmaz yolu onu yok saymaktır. Vergi toplayıcısı olan sivil komşum, muhatap olmam gereken tek kişidir –sonuçta insanlarla tartışırım, kâğıt parçalarıyla değil- o da hükûmetin aracısı olmayı gönüllü olarak seçmiştir. Hükûmet memuru ya da bir insan olarak kim olduğunu ve ne yaptığını bilmez; beni saygı duyduğu iyi niyetli komşusu olarak mı, yoksa huzur bozucu bir manyak mı olarak görsün, buna karar vermek zorunda kalacaktır. Bu noktada eylemine uygun bir şekilde zorbaca bir hareket ve söylemde bulunmadan, komşuluğuna da yakışan bir şekilde aradaki engeli aşıp aşamayacağını düşünmek zorunda kalacaktır. İyi biliyorum ki, bin, yüz ya da on tane –sadece on tane- hadi onu da bırak bir tane DÜRÜST adam çıkıp da Massachusetts eyaletinde köle çalıştırmaya son verip bu ortaklıktan çekilse ve bu sebepten il hapishanesine girse, Amerika’da kölelik kalkar. Çünkü, başlangıcı ne kadar küçük olursa olsun, bir kere iyi yapılan bir şey, sonsuza kadar başarılmış demektir. Ancak biz sadece bu konuda konuşmayı tercih etmekle kalıyoruz, bunun bizim görevimiz olduğunu söylüyoruz. Reform girişimini destekleyen birçok gazete var ancak bir tek insan yok. Eğer benim, günlerini Danışma Kurulu’nda insan hakları meselelerinin çözümü için harcayacak olan Hükûmet elçisi saygın komşum, Carolina cezaevleri nedeniyle kendini tehdit altında görmek yerine, kölelik günahını kardeş eyalete yamamaya hevesli (Gerçi tartışma zemini olarak sadece misafirperverliğe sığmayan bazı davranışları ortaya koyabilir) Massachusetts’te hapis yatıyor olsaydı, Yasama Kurulu, bu mesele hakkındaki görüşmeleri tamamen gelecek kışa ertelemezdi.

İnsanları haksız yere hapse atan bir hükûmetin yönetimi altında, dürüst bir adamın yeri de hapishanedir. Massachusetts’in özgür ve nispeten daha az umutsuz olan ruhlar için sunduğu tek yer hapishanedir; yönetim, bu şekilde davranarak bu kişileri eyaletten dışarı çıkarmış olur, bu ilkeli insanlar kendi kendilerini dışlamış olurlar. Kaçak kölelerin, şartlı tahliye edilmiş Meksikalı mahkûmun, ırkına yapılmış yanlışların hesabını soran Yerli’nin ilkeli insanları bulabilecekleri yer hapishanedir; ayrı ancak daha özgür ve onurlu bir yer, Devlet’in kendisiyle birlikte değil de kendisine karşı olanları yerleştirdiği yer. Kölelikle yönetilen bir eyalette, birinin onuruyla kalabileceği tek yer. Burada etkilerinin kaybolacağını, seslerinin Devlet’in kulağını tırmalayacağını, hapishane duvarları arkasında bir düşman gibi olmayacaklarını düşünen varsa, gerçeğin yanlıştan ne denli güçlü olduğunu ve kendi hayatında bizzat haksızlığa uğramış birinin haksızlık karşısında ne kadar güçlü ve etkin bir savaş verebileceğini bilmiyor demektir. Oyunu tamamıyla ver, sadece bir kâğıt parçası olarak değil; etkini, olduğu gibi koy ortaya. Çoğunluğa uyan bir azınlık zayıftır, ki bu durumda azınlık bile değildir; ancak tüm ağırlığını koyarak bir tıkanma yaratırsa karşı koyulamaz hale gelir. Savaş ve köleliğe son vermenin alternatifi, tüm haklı insanları hapse atmaksa Devlet neyi seçeceği konusunda tereddüt etmeyecektir. Bu yıl bin kişi vergisini ödemese, bu, vergiyi ödeyerek Devlet’in şiddet uygulayıp masum insanların kanını dökmesine neden olmaktan daha kanlı ve daha fazla şiddet içeren bir eylem olmayacaktır. Eğer barışçıl bir eylem yapılabilirse ancak böyle yapılabilir. Vergi toplayıcısı veya kamu görevlisi, geçenlerde bana sorduğu gibi “Peki ben ne yapayım?”, diye soracak olursa yanıtım şudur: “Eğer gerçekten bir şey yapmak istiyorsan, görevinden istifa et.” Yasalara tâbi olan kişilerin bağlılıklarını reddetmesi ve memurların istifa etmesi ile devrim gerçekleşmiş olur. Diyelim ki, kan akması gerekti. Vicdanımız yaralandığında bir nevi kan akmış olmuyor mu ki zaten? Böyle bir yaradan insanın gerçek insanlığı ve sonsuzluğu dışarı akar, ebedi bir ölüme kanar insan.

Kanunlara karşı gelenlerin mallarına el koymaktansa, bu kişilerin hapse atılması beni hep düşündürmüştür, -aslında iki ceza da aynı işi görür- çünkü en doğal haklarını koruyan ve bu nedenle de yozlaşmış bir devlet için tehlike haline gelen insanlar mal edinmek için fazla uğraşmazlar. Böyle kişilere devletin çok az faydası vardır ve azıcık bir vergi bile bu kişilere çok fazla görünür; hele ki bu kişiler, hayatlarını el emeğiyle kazanıyorsa… Eğer hiç para kullanmadan yaşayan bir insan olsaydı, Devlet ondan para istemekte tereddüt ederdi. Ancak zengin kişi – herhangi bir haksız karşılaştırma yapma niyetinde değilim- her zaman kendisini zengin eden kurumlara satılmıştır. Kesin konuşuyorum, daha çok para, daha az erdem demektir; çünkü para, insan ile onun çevresindeki nesnelerin arasına girer ve bu nesneleri onun için alır; ayrıca para kazanmanın da büyük bir erdem olmadığı gerçektir. Para olmasa, cevaplamak zorunda kalınacak birçok soruyu geçersiz olacaktır; diğer taraftan para, cevaplaması zor ve gereksiz yeni bir soru yaratır: nasıl harcanmalı? Bu yüzden kişinin ahlaki temelleri, ayaklarının altından kayıp gider. Yaşama dair ihtiyaçlar arttığı oranda yaşama fırsatı azalmaya başlar. Zengin birinin kendi kültürü için yapabileceği en iyi şey fakirken hayaliyle eğlendiği fikirleri uygulamaya koymaktır. İsa, Hirodesiler’e içinde bulundukları şartlara uygun bir cevap vermişti: İsa, “Bana vergi parasını gösterin,” deyince, içlerinden biri cebinden bir akçe çıkarır, bunun üzerine İsa: “Eğer üzerinde Sezar’ın resmi olan, Sezar tarafından tedavüle çıkarılıp değer biçilmiş bir para kullanıyorsan; yani, eğer devletin vatandaşlarıysanız ve Sezar hükûmetinin avantajlarının keyfini sürüyorsanız o zaman zaten onun olan paranın bir kısmını istediği zaman ona geri verin.” “Sezar’ın hakkını Sezar’a verin, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin!”, demiştir. Dinleyenler, bu sözden sonra neyin ne olduğu konusunda, öncekinden daha akıllı hale gelmediler; zira zaten bilmek istemiyorlardı.

Komşularımın en özgür olanlarıyla sohbet ettiğimde meseleyi ne kadar ciddi ele alırlarsa alsınlar ve halkın huzuru konusunda ne düşünürlerse düşünsünler, şu anki hükûmetin koruması olmadan yapamayacaklarını ve ayrıca hükûmete karşı gelmenin mal ve aileleri üzerindeki etkilerinden korktuklarını gördüm. Bana göre, sürekli olarak devletin korumasına güvenmek durumunda olma düşüncesinden hoşlanmam. Ancak, eğer Devlet bana vergi makbuzunu gönderdiğinde onun otoritesine karşı çıkarsam, kısa süre sonra mallarıma el koyup çarçur eder, beni ve çocuklarımı sürekli rahatsız eder. Bu, oldukça zor bir durum; bir insanın dürüstçe ve fiziksel şartlar açısından rahatça yaşamasını imkânsız kılar. Mal sahibi olmaya değmez, çünkü kısa bir süre sonra malına el konacaktır. Bir yer kiralamalı ya da izinsiz bir yere yerleşmeli, az miktarda ürün yetiştirip kısa sürede tüketmelisiniz. Kendiniz için yaşamalı, kendi kendinize güvenmeli, her zaman yeni bir başlangıca hazır olacak şekilde derli toplu yaşamalısınız ve çok fazla işe bulaşmamalısınız. Bir kişi eğer her açıdan Türk hükûmetinin hükmü altına girip ona itaat ederse Türkiye’de zengin olabilir tabii… Konfüçyüs şöyle der: “Bir devlet mantık ilkelerine göre yönetilirse, fakirlik ve sefalet utanç kaynağıdır; eğer bir devlet mantık ilkelerine göre yönetilmiyorsa, zenginlik ve onur utanç kaynağıdır.” Hayır: uzaktaki bir Güney limanında özgürlüğüm tehlikeye girdiği için Massachusetts eyaletinin korumasını talep edene kadar ya da birileri beni huzurlu bir yatırım yapıp ülkemde bir ev kurmaya ikna edene kadar Massachusetts’e tâbi olmayı ve onun benim mal ve hayatım üzerindeki haklarını, reddedebilirim. Devlet’e itaatsizlikten alacağım ceza, Devlet’e itaat ettiğimde alacağımdan her anlamda daha azdır. Öyle bir durumda kendimi daha az değerli hissederdim.

Birkaç yıl önce Devlet, benimle kilise adına iletişime geçti ve vaazlarını babamın dinlediği, benimse hiç dinlemediğim bir din adamına destek olmak için para vermemi istedi. “Ya öde” dedi, “Ya da hapse gir”. Ödemeyi reddettim. Fakat ne yazık ki, başka biri parayı ödedi. Neden okul müdürünün rahibi desteklemek için vergi vermesi gerekiyor da rahip okul müdürü için vermiyor; üstelik ben, Devlet’e bağlı bir okulun müdürü de değilim, bağış ve aidatlarla geçiniyorum. Halk eğitim merkezlerinin de kiliseler gibi kendi vergi makbuzlarını sunup isteklerinin karşılanması için Devlet’in zorlamasını istememeleri için bir neden göremiyorum. Yine de belediye meclisi üyelerinin isteği üzerine, şöyle bir yazılı açıklama hazırlamaya razı oldum: “İşbu belgeyle herkese duyurulur ki, ben Henry Thoreau, katılmadığım hiçbir derneğin üyesi olmak istemiyorum.” Bu belgeyi kasaba sicil memuruna verdim, hala ondadır. Böylece, o kilisenin üyesi olmadığımı öğrenen devlet, bir daha benzer bir istekte bulunmadı; tabii bu durumda gene de belirli derneklere bağlı bulunduğum varsayımından vazgeçilmeyeceği söylemişti. Eğer bunların neler olduğunu bilseydim, o zaman hepsini detaylı bir şekilde yazar ve hiç katılmadığım tüm derneklerden çıkardım; fakat hepsinin yer aldığı tam bir listeyi nerede bulabileceğimi bilmiyordum.

Altı yıldır nüfus vergisini ödemiyordum. Bu nedenle bir kez hapse atıldım ve bir gece kaldım; 60-90 cm. kalınlığındaki sağlam taş duvarlar, ahşap ve demirden yapılı 30 cm. kalınlığındaki kapı ve ışığı süzerek geçiren demir kafesi incelerken, sanki ben sadece, kilit altında tutulacak bir et ve kemikmişim gibi davranan bu kurumun aptallığına hayret ettim. Buraya kapatılmamın yapılacak en doğru şey olduğunu iyice düşünüp kara vermiş olması gerektiğini ve benden başka türlü yararlanıp yararlanamayacağını aklına hiç getirip getirmediğini düşündüm. Hemşerilerimle aramda taştan bir duvar olduğunu ve onların da benim kadar özgür olabilmeleri için daha tırmanıp atlamaları gereken çok daha zorlu bir duvar olduğunu gördüm. Bir an için bile kendimi kapatılmış hissetmedim ve duvarlar büyük bir taş ve çimento israfı gibi göründü gözüme. Sanki tüm hemşerilerim arasında vergisini ödeyen bir tek benmişim gibi hissettim. Bana nasıl basit bir şekilde davranacaklarını bilmiyorlardı ve sanki çok iyi terbiye almış kişiler gibi hareket ediyorlardı. Her tehditlerinde ve her iltifatlarında bir gaf vardı; en büyük isteğimin duvarın öbür tarafına geçmek olduğunu sanıyorlardı. Derin düşüncelerimin üzerine kapıyı çalışkanlıkla nasıl kapatıp kilitlediklerini ve ancak düşüncelerimin, o duvarlar arkasından onları, onların izni veya engeline ihtiyaç duymadan nasıl takip ettiğini gördüğümde gülümsememe engel olamıyordum; işte düşüncelerim bu kadar tehlikeli görülüyordu. Bana ulaşamadıkları için çözümü bedenimi cezalandırmakta bulmuşlardı; tıpkı bir erkek çocuğu gibi, kin tuttukları birine bir şey yapamayınca köpeğine eziyet ediyorlardı. Devlet’in yarım akıllı olduğunu gördüm, gümüş kaşıklarıyla oyalanan yalnız bir kadın gibi ürkekti, dostunu düşmanından ayıramıyordu ve ona kalan tüm saygımı da yitirip acımaya başladım.

Nitekim devlet bir insanın zihinsel ve ahlaki anlayışına değil, sadece bedenine ve duygularına meydan okur. Üstün zekâ veya dürüstlükle değil, üstün fiziksel güç ile donatılmıştır. Ben üzerimde güç kullanılması için gelmedim bu dünyaya. Kendi tarzımda nefes alacağım. En güçlünün kim olduğunu görelim. Çoğunluğun gücü nedir ki? Ancak benimkinden daha yüksek bir ülküye itaat eden biri beni bir şeylere zorlayabilir. Beni kendileri gibi olmaya zorluyorlar. Birinin, çoğunluk tarafından şöyle ya da böyle yaşamaya zorlandığını duymadım. Bu nasıl bir hayat olurdu ki? Bana “Ya paranı ya canını” diyen bir hükûmetle karşı karşıya geldiğimde neden ona paramı vermek için acele etmeliyim ki? Hükûmet zor durumda olabilir veya ne yapabileceğini bilmiyordur. Ben buna yardım edemem. Bunu kendi kendine çözmeli, tıpkı benim yaptığım gibi. Bu durumda çocuk gibi ağlamanın da bir faydası yok. Toplumun makinelerinin başarıyla çalışmasından ben sorumlu değilim. Ben bir mühendis oğlu değilim. Bir meşe palamuduyla bir kestane yan yana düşse, biri diğerine yer açmak için hareketsiz kalmaz ancak ikisi de kendi doğalarının ilkesine boyun eğer; filiz verir, yapabilecekleri en iyi şekilde büyür ve gelişirler, ta ki, bir ihtimal biri diğerine gölge yapıp yok olmasına neden olana kadar. Eğer bir bitki kendi doğasına uygun yaşayamazsa, ölür; aynı şekilde, insan da.

Hapishanedeki gece yeni ve yeterince ilginç bir deneyimdi. İçeriye girdiğimde gömlekleriyle avluya çıkmış mahkûmlar sohbet ediyor ve akşamın keyfini çıkarıyorlardı. Fakat gardiyan gelip de “Haydi çocuklar, içeri girme zamanı” dediğinde hepsi dağıldı, koğuşlarına dönerken çıkan ayak seslerini duydum. Gardiyan hücre arkadaşımı “birinci sınıf arkadaş, akıllı bir adam” olarak tanıştırdı. Kapı kilitlendiğinde, hücre arkadaşım şapkamı nereye asacağımı gösterdi ve orada işlerin nasıl yürüdüğünü anlattı. Odalar ayda bir tertemiz yıkanıyordu; bizim bulunduğumuz oda en beyazı, en basit döşenmişi ve kasabadaki dairelere en benzeyeniydi. Arkadaşım doğal olarak nereden geldiğimi ve buraya nasıl düştüğümü bilmek istedi; ben hikayemi anlattıktan sonra, onun hapse nasıl girdiğini sordum, dürüst bir insan olduğunu varsayıyorum, tabii ve dünya döndükçe de öyle olduğuna inanacağım. “Nedeni,” dedi “beni bir çiftliği yakmakla suçluyorlar, ama asla böyle bir şey yapmadım.” Sonradan anladığım kadarıyla muhtemelen ahırdaki yatağına sarhoş gitmiş ve piposunu yatağında içmiş, böylece de ahır yanmış. Akıllı bir adam olarak tanınıyormuş, burada üç aydır duruşma gününü bekliyormuş ve daha uzun zaman beklemesi gerekecekmiş; ama halinden oldukça memnundu, bedavaya bir odası vardı ve ona iyi davranılıyordu.

O bir pencerenin kenarına geçti ben de diğerine ve gördüm ki, insan burada uzun süre kalırsa en temel işi pencereden dışarı bakmak olacaktır. Kısa süre içerisinde orada bırakılan dini makalelerin hepsini okudum, eski mahkumların kaçtıkları yerleri, pencere kafeslerinin kesildiği yerleri inceledim, bu odanın daha önceki birkaç sakininin hikayesini dinledim; orada bile bir tarih olduğunu, hapishane duvarlarının ötesinde duyulmayan dedikoduların dolaştığını gördüm. Muhtemelen kasabada, içerisinde şiirler yazılıp hiç yayımlanmayan tek ev burasıydı. Buradan kaçmaya çalışırken yakalanan genç adamların yazdığı mısralarca şiir gösterdiler bana, daha sonra kendilerini cezalandırmak için bu şiirleri şarkı gibi söylemişler bağıra bağıra…

Bir daha göremeyeceğim korkusuyla oda arkadaşımın suyunu çıkarır gibi konuşturdum onu, fakat çok geçmeden bana yatağımı gösterdi ve ışığı kapatma işini de bana bıraktı.

Burada bir gece, gitmeyi aklıma bile getirmediğim bir ülkeye seyahat etmek gibiydi. Sanki daha önce kasaba saatinin saat başı vuruşunu veya köyün akşam seslerini hiç duymamıştım. Pencere kafeslerinin iç tarafında kalan pencereleri açıp uyumuştuk. Sanki doğduğum kasabayı bir Orta Çağ atmosferinde izlemek gibiydi, Concord, Ren nehrine dönüşmüş, sanki önümden şövalye ve şatoların görüntüsü geçiyordu. Sokaktan eski kasaba sakinlerinin seslerini duyuyordum. Bitişikteki köy hanının mutfağında olanların istemsizce kulak misafiri olmuştum – tamamen yeni ve az rastlanır bir deneyimdi benim için. Doğduğum ve büyüdüğüm köyün çok daha yakından bir görüntüsüydü bu. Adeta köyün içini görüyordum. Daha önce buranın kurumlarını hiç görmemiştim. Bu hapishane de ona özgü kurumlardan biriydi; çünkü burası idare merkezinin olduğu bölgeydi. Burada yaşayanların nasıl insanlar olduğunu anlamaya başlamıştım. Sabah, kapıdaki delikten, küçük bir dikdörtgen-kare teneke tepsi içerisine sığdırılmış kahvaltımız verildi, yanında küçük bir çikolata, kahverengi ekmek ve demir bir kaşıkla beraber… Boş kapları geri istediklerinde, suratım yeterince yemyeşil olmuş şekilde, ekmeğimi geri gönderdim ama arkadaşım ekmeği kaptı ve öğle veya akşam yemeği için onu saklamamı söyledi. Kısa bir süre sonra onu her gün olduğu gibi yakınlardaki bir alanda ot toplaması için çalışmaya gönderdiler, öğleye kadar dönmeyeceğinden beni bir daha göreceğinden emin olmadığını söyledi ve iyi günler diledi.

Hapisten çıktığımda, -biri işe karışmış ve vergiyi ödemişti- olağan hayat içerisinde önemli bir değişiklik hissetmedim, yani hapse genç yaşta girip de saçı beyazlayıp kamburu oluştuktan sonra çıkan birinin gözlemlediği türden değişiklikler yoktu; gene de bir değişiklik gözüme çarptı, – kasaba, Devlet ve ülke- sadece zamanın etkisiyle oluşabilecek herhangi bir değişiklikten çok daha büyük bir değişiklik vardı. İçinde yaşadığım Devlet’i çok daha belirgin bir şekilde görüyordum artık. Aralarında yaşadığım insanlara komşu veya arkadaş olarak ne kadar güvenebileceğimi gördüm; arkadaşlıkları sadece iyi gün dostluğuydu; doğru olanı yapmak gibi bir niyetleri yoktu, yargı ve batıl inançlarıyla tıpkı Malezyalılar veya Çinliler gibi farklı bir ırktandılar benim için; insanlık için fedakarlık yapma adına, malları için bile hiç bir risk almıyorlardı; çok da asil olmadıklarını gördüm; hırsıza, hırsızın onlara davrandığı gibi davranıyorlardı ve belli bir dış görünüş ve birkaç dua ile kendi düz fakat faydasız yollarından giderek zamanla, ruhlarını kurtaracaklarını umut ediyorlardı. Komşularımı çok katı bir şekilde yargılıyor olabilirim ama birçoğunun, kasabalarında hapishane gibi bir kurumun olduğunun farkında bile olduklarını sanmıyorum.

Eskiden köyün adetlerinden birine göre, borcu olan bir fakir hapisten çıktığında tanıdıkları onu, parmaklarını demir parmaklara benzer şekilde gözlerinin önünde tutarak “Naaber?” diye selamlardı. Komşularım beni bu şekilde selamlamadı; önce bana sonra birbirlerine baktılar, sanki uzun bir yolculuktan dönmüştüm. Ayakkabı tamircisinden ayakkabımı almaya giderken yakalanmış ve hapse atılmıştım. Ertesi sabah serbest bırakıldığımda, kendilerini benim yönetimime teslim etmek için sabırsızlanan yarım kalmış işlerimi yapmaya devam ettim, tamir olmuş ayakkabılarımı giyip yabanmersini partisine katılacaktım ve yarım saat içerisinde hızlıca atımı hazırlayıp 3.2 km ötedeki en yüksek tepelerimizden birinin üzerinde bulunan yabanmersini tarlasının ortasındaydım, Devlet görülmeyecek kadar uzaktaydı.

“Tutukluluğumun” tüm hikayesi bu kadar.

Hiçbir zaman yol vergisini ödemeyi reddetmedim, çünkü ne kadar kötü bir vatandaşsam, o kadar iyi bir komşu olabilmek için arzu duyuyorum ve okullara destek olmak adına artık hemşerilerimi eğitmek için üzerime düşeni yapıyorum. Ödemeyi reddettiğim vergi, makbuzdaki herhangi belirgin bir maddeden kaynaklanmıyor. Sadece Devlete bağlılığı reddetmek istiyorum, ondan etkin bir şekilde geri çekilip uzak kalmak istiyorum. Yapabilsem bile verdiğim bir doların nereye gittiğini takip etmem; ta ki bu para birini vurmak için kurşun alıp adam kiralamak için kullanılana kadar – dolar masumdur- benim asıl ilgilendiğim, bağlılığımın etkilerini takip etmektir. Aslında, kendi tarzımda sessizce Devlet’e savaş ilan ediyorum ama gene de onu kullanmaya ve mümkün olan tüm avantajlarından faydalanmaya devam edeceğim, bu gibi durumlarda olağan olduğu gibi…

Eğer başkaları Devlet’e duydukları sempati nedeniyle benden istenen vergiyi benim yerime ödemişler ise, kendileri adına yaptıkları şeyi benim adıma da yapmış ve haksızlığı Devlet’in beklediği boyuttan da ileriye taşımışlar demektir. Eğer vergiyi tutuklanana duydukları yakın ilgiden dolayı, onun malını korumak veya onun hapse girmesini engellemek için ödemişlerse, bu, kişisel duygularının halkın iyiliğiyle çatıştığının farkında değiller demektir.

İşte bu, benim şimdiki konumumdur. Fakat kişi böyle bir durumda başkalarının görüşlerine çok fazla önem vermemek veya dik başlı davranarak peşin hükümlü olmamak adına çok da fazla savunmacı davranamaz. O sadece kendisine ve o zaman ait olanı yapmaya dikkat etmelidir.

Bazen bu insanların iyi niyetli ve sadece cahil olduklarını düşünüyorum, nasıl yapabileceklerini bilselerdi daha iyisini yaparlardı; neden komşun sana, aslında eğiliminde olmadığı bir şekilde davranmanın acısını çeksin? Fakat gene de bu onlar gibi davranmam ya da başkalarının daha başka şekilde daha büyük acılar çekmesine izin vermem için geçerli bir neden değil. Kimi zaman da kendime şunu söylüyorum; milyonlarca insan kızgınlık duymaksızın, kötü niyet beslemeksizin, herhangi bir kişisel duygu olmadan senden birkaç kuruş istediklerinde, karakterleri böyle olduğu için bu isteklerini geri çekme veya değiştirme ihtimalleri de yoksa, senin de başka milyonlarca kişiye hitap etme şansın yoksa, neden kendini bu ezici hayvani kuvvete maruz bırakasın ki? Soğuğa, açlığa, şiddetli rüzgarlar ve azgın dalgalara bu şekilde direnemezsin; buna benzer binlerce zorunluluğa boyun eğiyorsun. Kafanı ateşin içine sokamazsın. Fakat bu bahsettiğim tamamıyla ezici bir hayvani kuvvet değil, aynı zamanda insana da ait; ayrıca bu milyonlarla sadece cansız bir şekilde ya da hayvan olarak değil, milyonlarca insan olarak bir ilişki içerisindeyim. Bu yüzdendir ki, insanların kendiliğinden, önce Yaratıcılarına sonra da birbirlerine yönelmelerinin mümkün olduğunu görüyorum. Fakat, eğer başımı bilerek ateşe sokarsam, bunda ne ateşe ne de ateşin Yaratıcılarına yönelmek vardır, burada tek suç benimdir. Eğer bazı yönlerden insanların da benim de nasıl olmamız gerektiği konusundaki istek ve beklentilerime göre değil de insanların olduğu hallerinden memnun olup onlara, duruma uygun şekilde davranmaya hakkım olduğuna kendimi ikna edebilseydim, iyi bir Müslüman, iyi bir kaderci gibi nesnelerden şu anki durumlarıyla memnun olmaya çalışır ve Tanrı böyle istiyor, derdim. Ayrıca her şeyin ötesinde buna direnmekle tamamen hayvani ve doğal bir kuvvete direnmek arasında şu fark var ki, birincisine belli bir etkinlik göstererek direnebilirim, fakat Orpheus gibi kayaların, ağaçların, hayvanların doğasını değiştirmeyi beklemem.

Herhangi bir insanla veya ulusla tartışmak isteğinde değilim. Kılı kırk yarmayı veya ince ayrımlar yapmayı ya da kendimi komşularımdan daha üstün göstermeyi istemiyorum. Yaptığım şey aslında, ülke kanunlarına uymak için bir bahane. Onlara uymaya çoktan razıyım. Doğrusu kafamın içinden geçenler hakkında kuşku duymak için nedenlerim var ve her geçen yıl, vergi toplayıcısı geldiğinde vergi konusunda içimi rahatlatmak amacıyla kendimi, ülke ve eyalet yönetiminin durumunu ve eylemlerini ve halkın tutumunu değerlendirmeye meyilli bulurum.

“Ülkemizi anne babamız gibi görmeliyiz,
Olur da bir gün yabancılaşırsak eğer
Onu onurlandırdığımız sevgimize ve sanayimize,
Sonuçlarına saygı göstermeli ve öğretmeliyiz ruha
Vicdanın ve dinin özünü,
Hükmetme ve çıkar arzusunu değil,”

Sanıyorum ki, devlet kısa zamanda bu tip çalışmalarımın hepsini elimden alabilir, ben de yurttaşlarımdan daha iyi bir vatansever olamam o zaman. Daha alt bir bakış açısından bakıldığında Anayasa bütün hatalarına rağmen çok iyidir; kanunlar ve mahkemeler saygındır, hatta bu Ülke ve bu Amerikan hükûmeti bir çok yönden hayranlık uyandırıcı ve şükretmemiz gereken ender şeylerdendir, tıpkı bir çoklarının onları tarif ettiği gibi; fakat biraz daha yukarıdaki bir bakış açısından ise bunlar benim tarif ettiğim gibidir; biraz daha hatta en yukarıdaki bakış açısından nasıl göründüklerini kim bilir veya bakılmaya hatta düşünülmeye değerler midir acaba?

Bununla birlikte devlet beni çok fazla ilgilendirmez ve onu olabildiğince az düşünürüm. Bu dünyada dahi bir hükûmetin yönetiminde fazla vakit harcamam. Eğer bir insan düşünce ve hayallerinde özgür ve bağımsız ise ve aslında özgürlüğünü yok eden şeyler, her zaman kısa bir süre içerisinde gözünde belirgin hale geliyorsa, akılsız kural koyucular ya da reformcular onu yok edercesine engelleyemez.

Biliyorum, birçokları benden farklı düşünüyor; fakat meslekleri gereği hayatlarını bu ve bunun gibi konulara adamış kişiler beni oldukça az memnun eder. Devlet adamları ve Kanun Koyucular, kurumlarıyla o kadar bütünleşmişlerdir ki ona asla uzaktan ve duru bir şekilde bakamazlar. Bu tip insanlar toplumu harekete geçirmekten bahsederler fakat toplum olmasa dinlenebilecekleri bir yerleri yoktur. Önemli deneyimleri ve ayırt edebilme yetenekleri olabilir, kendilerine teşekkür borçlu olduğumuz usta işi hatta faydalı sistemler yarattıklarına da şüphe yok; fakat bütün o zekâ ve faydaları çok geniş olmayan belirli sınırlar içinde kalır. Dünyanın politika ve amaca uygun çıkarcılıkla yönetildiğini unutmaya alışmışlardır. Webster asla yönetimin sahne arkasına geçmez ve bu yüzden yönetim hakkında bir otorite olarak konuşamaz. Mevcut hükûmette önemli bir reform düşünmeyen kanun koyucular için Webster’ın sözleri çok akıllıcadır; ancak düşünürler ve uzun vadeli yasalar yapanlar için o, konunun yakınından bir kez bile geçmemiştir. Bu konu üzerinde açık ve akıllı tahminlerde bulunanların, yakında Webster’ın akıl kapasitesinin ve misafirperverliğinin sınırlarını ortaya çıkaracağını biliyorum. Yine de çoğu reformcunun ucuz iddiaları ve politikacıların yine ucuz ancak süslü söylemleriyle karşılaştırıldığında, onun söyledikleri neredeyse anlamlı ve değerli sayılabilir; onun için Tanrı’ya şükrediyoruz. Her zaman nispeten güçlü, özgün ve her şeyden önce pratiktir. Gene de kalitesi bilgeliğinden değil temkinliliğinden kaynaklanır. Avukatın gerçekliği gerçek değil, istikrar ve istikrarlı bir şekilde amaca uygun çıkarcılıktır. Gerçek her zaman kendi içinde uyumludur ve önceliği, içerisinde yanlış bir uygulamanın yer aldığı adaleti sağlamakla alakalı değildir. Kendisine uygun görülen Anayasanın Savunucusu unvanını hak eder. Saldırı amaçlı bir çıkışı hiç yoktur, hep savunmadadır. Lider değil takipçidir. Onun liderleri ‘87’nin insanlarıdır. “Aslen, Birliğe katılan çeşitli ülkeler tarafından yapılan düzenlemelerin bozulması için asla bir çaba göstermedim” der ve ekler, “ne bir çaba gösterdim ne de aklımdan geçirdim.” Anayasanın köleliği onaylayan hükmü üzerine de şunları söyler: “yapılan asli antlaşmada yer aldığına göre, bırakalım kalsın.” Kendine özgü zekasına ve yeteneğine rağmen, bir olayın içerisinden, politik ilişkilerden bağımsız bir gerçek çıkarmaktan acizdir. Mesela, bugün burada, Amerika’daki kölelik meselesiyle ilgili alınacak tutumla ilgili bir soru karşısında, kendi adına ve çok kesin konuştuğunu iddia eden birisi, nasıl aşağıdaki kadar vahim bir cevap verebilir ve bu cevaptan, toplumsal ödevler konusunda nasıl yeni bir sonuç çıkarılabilir? “Köleliğin süregeldiği eyaletlerde, bu konuda nasıl bir düzenlemeye gidileceği seçmenlere ve onların geleneklere, insanlığın ve hukukun genel yasalarına ve Tanrıya karşı duydukları sorumluluk doğrultusunda yapacakları değerlendirmelerine bağlıdır. Başka yerlerde insani ya da herhangi başka nedenle kurulmuş toplulukların, bu durumla alakası yoktur. Bu tür oluşumları hiç teşvik etmedim, etmem de.”

Gerçeğin daha saf kaynaklarından haberdar olmayanlar, gerçek akışının izini daha yükseklere kadar izlemiş olmayanlar, anayasa ve İncil’e bağlı bir şekilde dururlar, saygı ve mütevazılıkla bu kaynaklardan içerler; fakat bu göle veya havuza akanın nereden geldiğine dikkat edenler, bir kez daha kuşağı bellerine sarıp kaynağın ağzına doğru kutsal yolculuklarına devam ederler.

Amerika’da yasama alanında bir deha çıkmadı. Böyle kişiler dünya tarihinde çok nadirdir. Binlerce konuşmacı, politikacı, hatip vardır; ancak gündemdeki en tartışmalı meselelerin yanıtlarını verebilecek konuşmacı henüz konuşmak için ağzını açmadı. Hitabeti sadece hitabet olarak severiz, ifade ettiği herhangi bir gerçek ya da ilham verdiği bir kahramanlık için değil. Kanun Koyucularımız serbest ticaretin, özgürlüğün, sendikanın, dürüstlüğün nispi değerlerini henüz öğrenmemişler. Vergilendirme, finansman, imalât ve tarım gibi nispeten mütevazı meselelerde dahi hiçbir zekâ ve yetenekleri yok. Eğer bize rehberlik yapması için sadece, Kongredeki Kanun Koyucuların ne vakti zamanındaki deneyimlerin ne de halkın şikayetlerinin düzletmeye kadir olmadığı, laf cambazı zekalarına kalmış olsaydık, Amerika milletler arasındaki konumunu uzun süre koruyamazdı. Belki bunu söylemeye hakkım yoktur ama Yeni Ahit yazılalı bin sekiz yüz yıl oldu; peki, yasama bilimi üzerine onun saçtığı ışıktan faydalanacak erdemli ve uygulama yeteneği olan yasa koyucu nerde?

Benim dahi boyun eğmek istediğim hükûmet otoritesi –benden daha bilgili olanlara ve daha iyisini yapabilenlere ve birçok konuda ne benim kadar bilen ne de benim kadar iyi yapabilenlere bile uymayı içtenlikle isterim- saf değildir: tam anlamıyla adil olabilmesi için, yönetilenlerin onay ve rızasını alması gerekir. Kişiliğim ve mal varlığım üzerinde benim izin verdiğimden daha fazla hakka sahip değildir. Mutlak monarşiden sınırlı monarşiye, sınırlı monarşiden mutlak monarşiye geçiş, bireye duyulan gerçek saygıya doğru giden bir süreçtir. Çin filozofu bile, bireyi imparatorluğun temeli olarak görecek kadar akıllıdır. Bir demokrasi, bildiğimiz haliyle, yönetimin gelişmesinde varılabilecek son nokta mıdır? İnsan haklarının tanınması ve düzenlemesine doğru bir adım daha atmak mümkün değil mi? Devletin tüm güç ve otoritesinin kaynağı bireyi, yüksek ve bağımsız bir güç olarak kabul edip ona bu durumuna uygun bir şekilde davranmadan, özgür ve aydınlanmış devlet söz konusu olmayacaktır. En azından herkese adil olmayı başarabilen ve bireylere komşusu gibi saygılı davranan bir devleti hayal ederek kendimi mutlu ediyorum. Ki böyle bir devlet, komşuluk ve yurttaşlık görevlerini yerine getiren ne devletin işine karışan ne de onun tarafından bağrına basılmaya ihtiyaç duymayan birkaç kişinin, Devlet’ten uzakta yaşamayı seçtikleri takdirde, onun güvenliğini tehdit ettiklerini düşünmez. Bu tarz meyveler veren, meyveleri olgunlaştığında dökülmesine razı olan ve hala daha güzel ve yüce bir devletin oluşması için yol yapan bir Devlettir bu; benim de hayalini kurduğum, fakat hala hiçbir yerde görülmemiş Devlet.

Thoreau, “Sivil Yönetime Direniş”e Dair Okumalar
Wynn Yarbrough, Virginia Eyalet Üniversitesi (1995)

Thoreau’nun “Sivil Yönetime Direniş”i için yapılan eleştiriler, 1920’lerden 1970’lere çarpıcı bir şekilde değişti. Michael Meyer’ın Yaşayacak Birkaç Hayat Daha: Thoreau’nun Amerika’daki Siyasi İtibarı, Thoreau ve onun siyasi görüşleri etrafındaki fikirlerin gelişimini ortaya koyuyor.

Göreceli bir refah dönemi olan 1920’lerde Thoreau, çoğunlukla bir anarşist, bir isyancı olarak görülüyordu; eleştirmenlerin zihinlerinde, ama karışık görüşler mevcuttu. Bunların çoğu, zamanın materyalizmine bir tepkiyi yansıtıyordu. Eliseo Vivas, The New Student’da, Thoreau’nun “Sivil Yönetime Direniş”ine “…Amerikan Emperyalizmi’ne karşı yapılan ilk yerli saldırı” (34) olarak dikkat çekmişti. Vivas ABD’nin, Güney ve Orta Amerika’daki birçok ülkeye karıştığı zamanlarda yazıyordu. Vivas, Thoreau’nun siyasi görüşlerini özellikle de yönetime karşı direnç konusunda takındığı tavrı tedirgin edici görüyordu, “Thoreau’nun idealleri gerçek ve gündelik dünya açısından uygunsuzdur ve ideallerinden hiçbir şekilde ödün vermeyeceği için de bu ideallerin dünya üzerinde hiçbir etkisi yoktur: bunlar, politik olarak faydasızdır.” (35) Thoreau’nun ne kadar faydalı hale geldiğini, 1960’larda görüyoruz.

Bir başka eleştirmen Vernon Parrington, Thoreau’dan, “gerçekten özgün ve bağımsız” diyerek övgüyle bahsedecektir. “Parrington, [Atkinson gibi] bazı çağdaşlarının Thoreau’da bencil azim olarak gördüğünü bir erdeme dönüştürür. Thoreau’nun ödün verme konusundaki gönülsüzlüğü, bir yoldan çıkma değil bir prensip göstergesiydi.” (40) Siyasi anarşist görüntüsü, Thoreau’yu siyasi görüşü olan Amerikalı olarak değerlendiren Parrington’ı rahatsız etmez: “Parrington, “Sivil İtaatsizlik”teki siyasi fikirlerin William Godwin’in Jefferson’a da ilham vermiş olan Political Justice (Politik Adalet Üzerine Bir İnceleme)’sindeki (s.409, Parrington) izlerini sürerek Thoreau’yu liberal geleneğin içerisine yerleştirir…” (42)

1920’lerdeki eleştiriler aynı zamanda Thoreau’ya yönelik eleştirel bakış açılarından birinin düşük bir seviyede de olsa yüzyıl süresince korunmaya devam ettiğini gösterir. Muhafazakâr bir eleştirmen olan Brooks Atkinson, siyasi görüşleri nedeniyle Thoreau’ya “içine kapanık, asosyal varlık, bir çeşit mağara adamı” (36) diyerek sert çıkmıştı. Fakat önemli olan onun Thoreau’ya karşı bu kişisel saldırıları değildi; onun, Thoreau’nun “kurnaz” siyasetine karşı suçlamalarının aslında, bir doğalcı (natüralist) olan Thoreau’ya duyduğu büyük saygıdan kaynaklandığı gerçeğinin dışındaki fikirlerini görmezden gelebiliriz. Bu, yüzyıl boyunca yeniden ortaya çıkacaktır; siyasiden doğalcıya kayan odak… Tam bu noktada bunun nedenine dikkat çekmekte fayda var.

Thoreau’nun “Sivil Yönetime Direniş”i, onun John Brown savunmasıyla çelişir. Birinde pasif direnişi desteklerken diğerinde şiddet eylemlerini savunur. Eleştirmenlerin mantık çatışması gördüğü yer burasıdır ve birçoğu onun siyasi görüşlerini öylece görmezden gelir; çünkü bu görüşler tutarsız kabul edilir. Bana göre durum şöyle görülmelidir: Thoreau da bir insandı, duyguların etkisi altındaydı ve kölelik meselesine oldukça fazla girmişti. Brown, ne yapması gerektiğini düşünüyorsa onu yapan bir bireydi; “Sivil Yönetime Direniş”te şiddetin tarih boyunca yaygın olduğu çıkarımına rağmen Thoreau başka bir yolu tercih etti, şiddet içermeyenini. İşte burada Thoreau’nun takipçisi olanların bir karar vermesi gerekir; Thoreau, kölelik konusunda büyük gerginlik yaşanan bir dönemde ,1860 yılında yazdığı “Lider John Brown için Bir Savunma” ile kıyaslandığında 1848 yılında yazdığı felsefi makale ile mi değerlendirilmeli? Unutulmamalıdır ki Thoreau, köleliğin kaldırılması için bir topluluğa dahil olmamış, bunun yerine adaletsizlik üzerine düşüncelerini ifade etmiştir. Fikirlerinde siyasidir ve ayrıca kişisel eylemlerinde de ispat ettiği gibi bir pasif direniş uygulayıcısıdır.

1930’larda, dikkatini siyasete çevirerek siyasi görüşleri açıkça suçlayan James MacKaye, Thoreau’nun siyasi görüşlerini akıldan yoksun ve hiçbir işbirliği sunmuyor, olarak değerlendirdi. Meyer onu, yirmili yıllara ait eleştirilerin bir uzantısı olarak görür, “MacKaye bu konuda, yirmilerin eleştirmenlerini takip etmiştir. Bir kişinin kendi ekonomisiyle ilgili düzenlemeler yapması ve böylece kendini istek ve ihtiyaçlardan özgürleştirmesi bir şeydir, fakat hükümeti tanımamak tamamen başka bir şeydir.” Blankenship’in Parrington’ın geleneğini sürdürdüğü yerde MacKaye de Atkinson geleneğini devam ettirmektedir. Otuzlu yıllar Amerika için farklı bir döneme damga vurur; komünizmle flört ve Büyük Buhran’a çözüm yolu bulma çabaları. “Onun radikalizmi otuzların eleştirmenleri tarafından artık o kadar da şaşırtıcı bulunmuyor üstelik, akademi içerisinde de inceleniyordu.” (58) Unutulmamalıdır ki, “Sivil Yönetime Direniş” üzerine yazan akademi değil, gazeteciler ve sosyal eleştirmenler idi. “Kırklara kadar, Thoreau hakkındaki en iyi (mükemmelliği konusunda her tür önemli standardı karşılayan) eleştiri, basının yaptığı çalışmalar içerisinde veya çoğu, akademi dışından eleştirmeler tarafından yazılmış kitaplarda Thoreau hakkında yer almış rastgele bölümlerde bulunur.” (59). Meyer daha da ileri giderek “1940’lardan önce” Sivil İtaatsizlik” üzerine yazılmış tek bir Amerikan analizi dahi yoktur. Otuzlarda, önce Thoreau’yu kullanıp soru sormayı sonraya bırakmak gibi bir güçlü yönelim vardı” demiştir. (74) Bu makalede siyasi görüşlerden kaçınılmış olsa da insanlar onu ve onun basit ekonomisini endüstrinin etkilerini protesto etmek için kullanmıştır, özellikle de Amerikan ekonomisinin çöküş yaşadığı bir dönemde.

1940’lar Thoreau’nun evrensel yaklaşımının bir kısmını, kullanışlılığı açısından meydana çıkarır. Thoreau “vicdani retçi” olarak savaşa karşı çıkanlar tarafından bir rehber olarak kullanılmıştır. Artan bir hızla savaşa hazırlanan bir toplum, Thoreau’yu takdir etme konusunda zorluk yaşayabilirdi. Savaş karşıtı bir eleştirmen olan Thomas Lyle Collins, “Amerika’nın soyutlanma ve başka ülkelerin işlerine karışmama politikası için gerekçe olarak Thoreau’yu kullanır.” (85) Max Cosman ise Thoreau’yu Meksika Savaşı ile II. Dünya Savaşı arasındaki farklılıklara dayanarak II. Dünya Savaşı’nı meşrulaştırmak için kullanmıştır. İşte burada “Sivil yönetime direniş” ve “Lider John Brown için Bir Savunma” (A Plea for Captain John Brown) arasında bir uzlaşma görüyoruz. “Bir Savunma”da, Thoreau “öldürmek ya da öldürülmek” zorunda kalacağı koşullar üzerine öngörüde bulunur; bu, köleliğe karşı tavrında da geçerlidir. Cosman, onun Naziler’e karşı tavrında da aynını gözlemler. Cosman “Thoreau’nun 1944 yılında Amerikalılar’a seslendiği bu makalede, makalenin asıl anlamına ulaşmak adına bu bölüme dikkat çeker” (86). Muhalifler ve fikir birliği yapanlar tarafından Thoreau’nun kullanılabilirlik değerini işte burada görebiliriz.

Thoreau Derneği 1941 yılında, Thoreau’nun savaş üzerine yapılan tartışmanın iki tarafında da yer aldığını gören Walter Harding tarafından kuruldu. O Thoreau’yu “tehlikeli bir soyutlanma taraftarı olarak değil bir birey” olarak gördü.” (94) Harding daha da ileri giderek Thoreau’nun John Brown desteğini yok sayarak onu öncelikle şiddet karşıtı bir barış yanlısı olarak görür. Öyle görünüyor ki Meyer ise Harding’in, Thoreau’yu bile iğrendirecek bir şey yaptığını düşünüyor, “tapınma”.

F.O. Matthiessen, Amerikan Rönenansı kitabında Thoreau’yu sosyalizm ile bağlar. Matthiessen metin ve sanatçıdan çok eserin kendisiyle ilgilenmişti. Matthiessen Thoreau’nun kolektif eyleme inandığını ve bireyselliğinin abartıldığını söylüyordu. Meyer Matthiessen’ın, Thoreau’nun Walden (Doğal Yaşam) çalışması konusuna katkılarını överken Thoreau hakkındaki değerlendirmelerinde çok politik olduğunu düşünüyordu, “Matthiessen Thoreau’nun sanatına yönelik coşku ve takdirini, aslında Transandantal (insan bilincinin sınırını aşan) bireysellik için ciddi şekilde şüpheli olan kendi değerlerini koruyabilecek siyasi fikirlerini araya sokmak için kullanır.” (101) Lütfen unutmayalım ki, Matthiessen Amerikan eleştirisinin yüzünü sanatçıdan sanata değiştiren kişi olarak bilinir.

1950’ler, McCarthyizm dönemi, onun siyasi görüşlerinin tekrar yok sayıldığı zamanlardı. Thoreau’nun siyasi düşüncelerinin düşürülmesinde ve edebi sanat formunun yükselmesinde Matthiessen’ın nasıl etki ettiği ortada, “Thoreau hakkındaki yorumlar onun fikirlerinin ne olduğundan ziyade bu fikirleri nasıl ifade ettiği üzerinedir.” (110) Elliler süresince baş eleştirmenlik yapan ve Thoreau üzerine en saygı duyulan otoritelerden biri sayılan Stanley Hyman, Thoreau’nun tarzının siyasi görüşleri kadar önemli olduğunu belirtir. Kendisi, tabii ki, Matthiessen’in takipçisidir. Meyer bu yüceltilmiş sanatçının görüşlerinin izlerini Hymen’ın kişisel görüşleriyle bağlantı noktasına kadar sürer; ki bu, bir kez daha bize Thoreau’nun “kullanışlılığını” gösterir. Hyman Thoreau’ya, Emerson’un “bölümlendirilmiş görevliler”i içerisinde şöyle bir yer bulur; bir sanatçı ve o kadar.

Bir siyaset bilimci olan Henry Eulaus, Thoreau’nun kendi ulus-devlet versiyonunu tanıttığını düşünüyordu. Eulaus, “liberaller kendilerini Thoreau’nun da bir liberal kolektivist olduğuna ikna ederek onun, kendini üstün görmesini hoş görüyorlar ve onunla aynı “ahlaki aklama” tuzağına düşüyorlar” der, (124) Eulaus, Thoreau’yu eski kafalı bulur ve “ tüm eylemlerin temeli olarak bireysel vicdan”la ilgilendiğini düşünür” (124). Eulaus hem “aydınlanmış liberalizm” hem de McCarthyizm’in, daha da önemlisi uzlaşma ihtiyacının tehlikelerini görmüştü; bu nedenle onun, Thoreau gibi biriyle neden sorun yaşayabileceğini görmek de kolaydır. Meyer’a göre bu, Thoreau’nun siyasi görüşleri hakkındaki ilk eleştirel makaledir.

1960’larda, Thoreau sadece ilgi çeker hale gelmekle kalmadı neredeyse popüler bir simge haline geldi. “O, 1960’ların itici gücünü yeniden düzenlemek için önemli bir hale geldi ve bu itici güç yaygınlaştıkça Thoreau’nun siyasi itibarı da büyüdü” (152). Ellilerden devam ederek gelen ise sivil haklar hareketi oldu. Martin Luther King, Thoreau’yu pasif direnişin yolunu göstermek için kullanacaktı; ancak bir kez daha O, Thoreau’yu sadece kullanıyor ama onu anlamaya çalışmıyordu. “Sivil Yönetime Direniş”, Beat’lerden Pasifistler’e kadar herkes tarafından kullanıldı. Bir Yeni Sol tarihçisi Staughton Lynd, Thoreau’nun hem şiddet yanlısı hem de karşıtı olduğunu iddia etti; ki bu görüş, “Sivil Yönetime Giriş” ve “Lider John Brown için Bir Savunma” mesajlarındaki ikilemi takip ediyor gibi görünüyor. Meyer, “Lynd reform araçlarını mesele haline getirmez, çünkü onun asıl ilgilendiği, yeni radikalizmin “bağlantısız bireyleri”ni tek bir şemsiye altında bir araya getirmektir, böylece belki de onları neyin bir araya getirdiğini keşfedebilirler — haksızlığa tepki olarak doğrudan eylemde ısrar etmeleri” (165) Thoreau’ya karşı bazı saldırılar bu dönem içerisinden çıktı ki bunların odak noktaları hala onun, soyutlanma politikası ve “toplu eylem ve insanların belirli ihtiyaçlarına yabancılaşma[sı]” idi (179).

Ancak altmışlarda çıkacak olan en özgün bakış açılarından biri Thoreau’ya dair bir psikolojik yorum idi. Bu Carl Bode’un, editörlüğünü yaptığı The Portable Thoreau’ya yazdığı girişten çıktı. Bode bu versiyonu 1964 yılında yeniden düzenledi ve Raymond Gozzi’nin çalışmasına dayanarak Thoreau’yu Freudcu bir yaklaşımla yorumladı. Bode, Thoreau’nun “”eşçcinsellik başlangıcı” etkisinde bir rahatsızlık” yaşadığını iddia eder (s. 111, Meyer tarafından alıntılanan Bode, 173). Bode John Brown’u Thoreau için mitolojik bir baba figürü olarak görür. Bode’a göre babaya duyulan öfke devlete, babacan güçlü hükümete duyulan öfkeye çevrilmiştir. C. Roland Wagner, aynı psikanalisttik usulde şöyle yazar, “Thoreau’nun yazılarının çoğu onun bilinçaltında cinsel kimliğiyle olan çatışmasını temsil eder” (Meyer 175).

1970’ler Thoreau’yu Vietnam Savaşı protestosunun atası olarak görür. Jerome Lawrence ve Robert E. Lee tarafından yazılan The Night Thoreau Spent In Jail, (Thoreau’nun Hapiste Geçirdiği Gece) onun Meksika Savaşı’nı protestosunu merkeze alan tek perdelik bir oyundur. Oyun oldukça başarılı olmuş ve Vietnam dönemine eşlik eden yetmişlerde Thoreau’yu canlı tutmuştu. Meyer Thoreau’nun espri anlayışını ve tiksinti duygusunu hatırlatarak en güzel son sözü söyleyerek, politik anlamda “ellerini yıkadı”: “Thoreau’nun apolitik mizacına dair önemli ve ıslah edici öğreti, bu mizacın politikayı ciddiye alma isteksizliğiyle sonuçlanması ve onun, kötülüğü dünyadan cerrahi bir şekilde yok etmek için şiddeti savunan sonraki güdüsüdür.” (192)

Meyer, Michael. Several more lives to live: Thoreau’s Political Reputation in America. Westport, CT: Greenwood Press, 1977.
Kökler ve Etkiler
“Sivil Yönetime Direniş”in Mirası

Thoreau’nun çığır açan makalesi “Sivil İtaatsizlik” üzerine çok yazıldı. Nitekim, Martin Luther King, Jr., Mahatma Gandhi gibi modern zaman liderleri tarafından da bir model olarak kullanıldı. Andrew Trask, “Dr. King’in sivil itaatsizliğin “doğrudan eylem”inde göz önünde bulundurmamız gereken bazı unsular var: ‘saf’ pasif direniş, pragmatik eylem ve nihayetinde, adil ve adil olmayan yasalar arasındaki fark,” açıklamasında bulunur. Bu fikirler tabiatı bakımından açık şekilde Thoreaucu’dur.

Dahası, Gandhi her zaman, nezaketin kullanılması gerektiğini savundu – öfke yerine karşıtlığa saygıyı ve uzlaşmacı davranışı metheden “uygar dışavurum”. Ayrıca Thoreau gibi Gandhi de sürekli olarak evrendeki insan ilişkileri bakımından yüksek doğruluk arayışındaydı.

Her ne kadar bu adamlar Thoreau’nun fikirlerinin en ünlü takipçileri olsalar da bu makale çoğu insanın sandığından çok daha geniş politik ve sosyal bir etki yaratmıştır. “1940’larda Danimarka direnişi tarafından okunmuştu, 1950’lerde McCarthyizm karşıtı insanlar tarafından el üstünde tutulmuş, 1960’larda ise Güney Afrika’da ırkçılığa karşı mücadelede etkili olmuştu ve 1970’lere gelince de yeni nesil savaş karşıtı aktivistler tarafından keşfedildi.” (Richard Lenat)

Bununla birlikte, tüm modern eleştirmenlerin Thoreau’nun kitlesel şiddetsizlik yönündeki kararlılığı ile aynı fikirde olmadığını fark etmek oldukça ilginçtir. James Godwin şöyle yazar: “Her ne kadar Gandhi ve Martin Luther King, Jr., kendi kitlesel pasif direniş kampanyaları için ilham alma konusunda Thoreau’ya itibar etmiş olsalar da onun düşüncesi önemli olaylarda kitlesel şiddetsizlik felsefesinden ziyade bireysel nihilizme çok daha yakın görünüyordu. Böyle bir olay, Thoreau’nun John Brown’a yanıtında da yer alır.” Thoreau’nun John Brown çalışmalarıyla, onun daha önceki çalışması “Sivil İtaatsizlik” karşılaştırmasında Leon Edel şu sonuca varır, “Onun, şiddeti benimsediği John Brown savunmasında, aynı adamın konuştuğuna inanmak çok zor – Thoreau’nun onun davasındaki varlığında oldukça güçlü histeri unsurları bulunuyor.” Bence Thoreau’nun, John Brown’un durumdan ve net bir şekilde daha geniş bir ölçekte de kölelik fikrinden dolayı dehşete düşerek heyecanlandığını idrak etmek önemli ve bu his, “John Brown için Savunma”da da oldukça belirgindi. Muhtemelen Thoreau’nun bu iki çalışmasının anlatı tarzındaki değişimin nedeni olarak, en çok yapılan açıklama şudur; Thoreau’nun, değişim karşıtlığına sadık bir yönetimin John Brown’u ‘hastalıklı’ olarak yaftalayacağını tahmin etmesiydi.

Muhakkak, mesele sadece, eğer Thoreau günümüzde yaşasaydı trafik ışıklarına uyar mıydı uymaz mıydı sorusu değil. Daha büyük ölçekte, Thoreau, adaletsiz yasalara bireysel olarak karşı koymayı ve hükümetin toplumun içine davetsizce girmesine karşı azimli bir direnci ileri süren, katı bir otonomi yandaşıydı. Bu, doğru için olsa bile yasaya karşı bir saygı geliştirmek arzu edilmez mi? Thoreau genel olarak yasaya değil, bireyleri iyi bir vicdan ile hareket etmekte yetersiz hale getirenlere karşıydı – misal, kölelikle ilgili yasalar. Sırf doğuştan belirli bir toplumun üyeleri olmamız, bize dayatılan yasaları kabul etmemiz anlamına gelmiyor, özellikle de eğer bu yasalar adaletsiz görünüyorsa. Thoreau’nun hükümet karşıtı olmadığını anlamak önemlidir; o, “gelişmiş” hükümet taraftarıydı. “Kendini yönetim-karşıtı olarak nitelendirenlerin aksine, bir vatandaş olarak ve pratik bir şekilde konuşmak adına yönetimin hemen ortadan kalkmasını değil, hemen daha iyi bir yönetim olmasını istiyorum. Her bireyin ne çeşit bir yönetimin, onun saygısını talep edebileceğini bilmesine izin verilmeli ki bu, daha iyi yönetimin başarılmasına doğru atılmış ilk adım olacaktır.” Hükümet, çoğunluğun düşüncesine göre yasalar çıkarmak dışında, en fazla sayıda insanın faydası için özgecilik (diğerkâmlık) üzerinde çalışmalıdır. Thoreau bir yönetimi, kendi algısı içerisinde çoğu kez ahlaksız, zorba ve kendini beğenmiş olarak görmüştür.

Bir Transandantalist (Deneyüstücü) olarak Thoreau, herhangi bir çekişmenin akıl ve mantık yoluyla barışçıl bir şekilde çözülebileceğine olan inancıyla özellikle şiddet eylemlerini küçümserdi. “İnsanları haksız yere hapse atan bir hükûmetin yönetimi altında, dürüst bir adamın yeri de hapishanedir.” Devleti desteklemek adına savaş zamanında vergi yasalarına boyun eğen insanlar birçok alanda adaletsizliğe yataklık eder. “Yapılanlar hep, Amerikan halkının karakterinde doğal olarak var olan nitelikler sayesinde gerçekleşmiştir; eğer yönetim zaman zaman halkın yoluna çıkmış olmasaydı daha çok şey gerçekleşebilirdi.” Bir Transandantalist olarak Thoreau, kendisini ve toplumu bir bütün olarak geliştiren birey karakterini destekledi. Aslında, hükümet çoğu kez, yasaları kısa zamanda çıkarmak için erdemli vatandaşlarına suçlu gibi davranmak için var oldu. Bu kurum, köleleri ve Thoreau’nun kendisini cezalandırmakta başarılı oldu. Thoreau, kölelik ve Meksika Savaşı karşıtlığı nedenli sessiz protestosu yüzünden hapse girdi. Komşusu olan vergi toplayıcısı, Thoreau ile borçlarını ödememesi konusunda yüzleştiğinde, onun alçakça bir olayı desteklemek konusundaki isteksizliğini anlayışla karşıladı ancak yine de onu hapse götürdü. Patrick Ruffini’ye göre (“Sivil İtaatsizlik, Şimdi Her Zamankinden de Çok”, makalesinde); “Thoreau’nun gözlemi, seni insan olarak tanıyan fakat buna aldırmadan sana bir sayı gibi davranan bir hükümet görevlisinin ahlaki karmaşasına ışık tutuyor.”

Thoreau, kendisinin tutuklanmaya razı olmasıyla birlikte kafası karışan kitleleri sakinleştirmek için bu konudaki açıklamasını 1848 yılında iki kez verdiği bir konferansta detaylandırmıştır. Bu, 1849 yılında “Sivil Yönetime Direniş” ve ölümünün ardında da 1866 yılında “Sivil İtaatsizlik” isimleriyle yayımlanmıştır. Bu yıl bin kişi vergisini ödemese, bu, vergiyi ödeyerek Devlet’in şiddet uygulayıp masum insanların kanını dökmesine neden olmaktan daha kanlı ve daha fazla şiddet içeren bir eylem olmayacaktır. Bu aslında, barışçıl bir devrimin tanımıdır, eğer bu mümkünse. Eğer birey kendi iradesini aklını ve vicdanını seslendirmek üzere kullanıyorsa, neden bir anayasa mahkemesi bu kişinin özgür olmaya hakkı olup olmadığına karar vermelidir ki? Yasa insanları hiçbir zaman özgür kılmayacaktır; aslen insanlar yasaları özgürleştirmelidir. Hükümet bir yasayı ihlal ettiğinde o yasayı inceleyenler, yasa ve düzen sevdalılarıdır. Sanderson Beck’e göre “Biz kendi varlığımızın yasalarına boyun eğmeliyiz, ki bu kanunlar, asla adil bir hükümetle çatışmayacaktır. Thoreau’nun önerdiği yöntemlerdeki büyük yeniliği, kişinin kendi varlığının yüksek kanunlarına sadık kalması adına, adaletsiz bir yönetime karşı çıkmasındadır.”

Bugünün dünyasında, Thoreau’nun makalesi gelenekselleşmiş bir değerdir.
Amerikan hükümeti, — kendini bozulmadan, gelecek nesillere ulaştırmaya çalışsa da her an bütünlüğü bozulan bir gelenekten başka ne ki? Bu hükûmet tek bir adamın canlılığından ve gücünden yoksundur, çünkü tek bir adam onu kendi iradesine göre esnetebilir. Bu hükûmet bir nevi, halka doğrultulmuş tahta bir silahtır ve eğer insanlar bunu ciddi bir şekilde tıpkı gerçeği gibi birbirlerine karşı kullanabilselerdi, kesinlikle kırılırdı.
Thoreau Amerika’nın bugünkü siyasetini görseydi mezarında ters mi dönerdi? Aslına bakarsanız, bizleri bireyler olarak ayağa kalkmamız, özerklik, akıl ve zeka yoluyla, kurulu düzene karşı devrimci eyleme geçmemiz için teşvik ederdi.

Shannon Riley, Virginia Eyalet Üniversitesi
Thoreau’nun Lağvetme ile İlgili Duruşu

Thoreau Walden’da şöyle der, “Önyargılarınızdan vazgeçmek için hiçbir zaman geç değildir.” Toplum içerisindeki insanın doğadan aldığı ilhamla önyargılarını bırakması gerektiğini savunsa da bu, aynı zamanda köle karşıtı düşüncenin savunması olarak da yorumlanabilir. Aslında bu sosyal reformcu, hayatının önemli bir dönemini, lağvetme konularına ilişkin önyargılarını terk etmeleri konusunda başkalarını cesaretlendirmekle geçirmiştir.

Bir Transandantalist olarak Thoreau bireysellik, kendine dayanma ve Aklı önermiştir. Bu nedenle o, herhangi bir gruba dahil olmak veya herhangi bir isimle etiketlenmek konusunda çekinceli idi. “Biz davranışlarımızdan dolayı sadece Tanrı’ya karşı sorumluyuz ve bu yüzden kendimize ve diğerlerine karşı görevimiz, hatalı kanunların yarattığını değil doğru görüneni takip etmektir.” Thoreau bu hatalı kanunlardan birinin tartışmalı Kölelik Yasası olduğuna inanıyordu ve bu konuda insanların yasaya boyun eğmek hatta ona inanmaktansa kalp ve vicdanlarının peşinden gitmeleri gerektiğini düşünüyordu. Thoreau Massachusetts’de Kölelik’te şunu savundu,

“İnsanoğlu bu politikanın ahlaki olmadığını hiç öğrenemeyecek mi – ki bu, hiçbir ahlaki doğruyu korumuyor, sadece çıkarlara uygun olanı göz önünde tutuyor… Ülkenin kaderi sizin sandık başında kime oy verdiğinize… yılda bir kere oy sandığına ne çeşit bir kağıt attığınıza değil, her gün evinizden sokağa ne çeşit bir insan çıkardığınıza bağlıdır.”

Thoreau’nun kendisini nihayetinde dışında tutmaya direnemediği tek hareket köleliğin kaldırılması (lağvedilmesi) oldu. O kendi kuşağının en saygın ve aynı zamanda tartışmalı kölelik karşıtlarından biriydi. Walden’ı köleliğin oldukça geniş bir anlatımıyla yazdı,

“Neredeyse kitle esaretinin yabancı bir şekli olan Zenci Köleliğine katılacak kadar anlamsız yaşayabileceğimize bazen şaşıyorum. Hem kuzeyi hem de güneyi esir alan o kadar çok açık göz ve kurnaz efendi bulunuyor. Güneyli bir idarecinin olması zordur; bir kuzeylinin olması ise kötüdür, fakat en kötüsü de kendi kendinizin köle güdücünüz olmanızdır.”

Thoreau açık bir şekilde yönetimin birey üzerinde fazlasıyla işgalci olduğunu ve vatandaşlarının yararına olabilecek en iyi şekilde çalışmadığını hissediyordu. “Sivil İtaatsizlik”te Thoreau, şöyle yazar: “Bir prensipten yola çıkarak harekete geçmek, doğru olanı algılayıp bunu uygulamaya koymak, varlıkları ve ilişkileri değiştirir; bu tavır temel olarak devrimseldir ve kendinden önceki düzene uymaz. Sadece devlet ve kiliseleri değil, aileleri ve bireyi de böler; içindeki şeytani yönü, ilahi olandan ayırır.”

Köleliğin kaldırılması üzerine heyecanlı ve etkili konuşmacılardan biri haline geldi, ilk başta ilgi odağı olmaktan dolayı isteksiz ve rahatsızdı. “Thoreau ve Transandantal Siyaset”te James Godwin şöyle yazar: “Onun nüfus vergisini ödemeyi reddedip geceyi hapishanede geçirmesi, köleliğe karşı konuşması ve kaçak kölelere yardım etmesi doğru iken Thoreau düşüncelerini öncelikle yazılarında ortaya koymuştur. Her ne kadar Gandhi ve Martin Luther King, Jr., kendi kitlesel pasif direniş kampanyaları için ilham alma konusunda Thoreau’ya itibar etmiş olsalar da onun düşüncesi önemli olaylarda kitlesel şiddetsizlik felsefesinden ziyade bireysel nihilizme çok daha yakın görünüyordu.”

1850 yılının Kaçak Köle Kanunu uygulaması ve John Brown’ın eylemleri için gösterilen şiddetli destekler çoğunlukla Thoreau’nun ateşli konferanslarının itici gücü olmuştur. 16 Ekim, 1859 tarihinde John Brown, kölelerin kendi özgürlükleri adına mücadelelerini canlandırma girişiminde bulunup 21 adamı ile Harper’s Ferry’e harekât düzenlemişti. Virginia askeri kuvveti gelinceye kadar Harper’s Ferry itfaiye binasında sıkıştırıldılar. General Robert E. Lee ve Teğmen Jeb Stuart, Brown’a teslim olmasını emretti ve O bunu şiddetle reddetti. Ardından Lee, askerlerine binaya girmelerini emretti. Bir denizci öldü bir diğeri ise yaralandı ve Brown’un aralarında iki oğlunun da yer aldığı 11 adamı öldürüldü. Brown ve sağ kalan 5 kişi Virginia’da hainlik suçundan yargılanarak suçlu bulundular. Brown 2 Aralık, 1859 tarihinde asıldı. Ölümünden hemen önce okunması için verdiği notta şöyle yazıyordu, “Bu ülkenin günahları ancak kanla temizlenebilir.” Thoreau politik olarak sadece Harper’s Ferry tutuklamalarından hemen sonra yaptığı John Brown savunmasıyla öne çıktı. Elde ettiği küçük ulusal şöhret, Emersonvari alışılmadık sosyal deneyi ve Brown için yaptığı ateşli savunmasına dayanıyordu (Baym, ve diğerleri, 626). Brown’un ölümünün ardından komşuları tarafından yapılan duygusuz ve duyarsız açıklamalar üzerine Thoreau şöyle yazmıştır,

“Kasabalılardan biri şöyle dedi, “Tıpkı bir aptal gibi öldü” … Diğerleri aşağılayarak şöyle dedi “hayatını hiçe saydı” çünkü hükümete direndi. Bir başkasından şöyle bir soru duydum, bir Yanki tavrıyla, “Bununla ne elde edecek ki?” sanki o, bu davranışıyla ceplerini doldurmayı beklemiş gibi. Böyle birinin bu bakış açısıyla, elde etmek hakkında hiçbir fikri dahi olamaz. Eğer bir “sürpriz” partiyle sonuçlanmayacaksa, eğer yeni bir çift botu olmayacaksa veya ona bir teşekkür konuşması yapılmayacaksa, bu bir başarısızlık olmalı. “Fakat bununla hiçbir şey elde etmeyecek.” Tamam peki, hayır, asılmak için yıl boyunca günde birkaç peni kazanacağını sanmıyorum; fakat bu durumda, sizin aksinize, ruhunun azımsanmayacak derecede önemli bir bölümünü kurtarma şansı elde eder –hem de ne ruh! —. Şüphe yok ki, çeyrek litre süt veya kanla pazardan daha fazlasını satın alabilirsiniz ancak kahramanların kanını taşıdığı yer pazar yeri değildir.

Gazeteler Thoreau’nun çok kez kölelere güneye doğru kaçarken yardım ettiğini yazmıştır. Onları saklamış, tren istasyonuna götürmüş, onların biletlerini almış ve hatta bazen bir sonraki istasyona kadar onlara eşlik etmiştir.

ÇALIŞMAMA HAKKI
PAUL LAFARGUE
110.’u ölüm yıl dönümü anması olarak
Türkçesi:
Müge Demirtaş
Hazırlayan
Şenol Erdoğan

1848’in çalışma hukukuna bir misilleme


ÖNSÖZ

1849 yılında, ilköğretim komisyonu üyelerinden Adolphe Thiers “Ruhban sınıfına nüfuzunun sınırsız gücünü tekrar kazandırmak istiyorum çünkü; insana ‘rahatına bak’ diyen felsefenin aksine bu dünyaya acı çekmek için geldiğini öğreten bu adamakıllı felsefeyi yaymak için onlara güveniyorum!” diyordu. A.Thiers; burjuva sınıfının geri kafalılığı ve egoizminin vahşi bencilliğini somutlaştırarak ahlaki yapısını da böylece dile getirmiş oluyordu.

Ruhban sınıfı tarafından desteklenen soylularla mücadele etmesine rağmen; burjuvazi, ateizmi ve düşünce özgürlüğünü tırmanışa geçirdi. Fakat mutlak zafer, burjuvazinin hal ve tavırlarını zamanla değiştirdi, şimdiyse tüm bu yapılanın aksine dinin politikadaki ve ekonomideki üstünlüğünü kanıtlamaya çalışıyor. Burjuvazi, XV. ve XVI. yüzyılda; Hristiyanlar tarafından dehşet uyandıran arzuları ve bedenin zevklerini göklere çıkarmış ve güle oynaya bu pagan geleneğini sahiplenmişti. Burjuva takımı bugünlerde mala mülke, zevke gırtlağına kadar batmış olsa da, işçilerine cuma günleri et yememeleri konusunda vaaz verirken, kendi düşünürleri olan Rabelais’nin, Diderot’nun öğretilerini duymamış gibi davranıyor. Hristiyan ahlakının acınası bir parodisi olan kapitalist ahlak, işçi sınıfının bedensel arzularını aforoz tehdidiyle kırbaçlıyor, işçinin en küçük ihtiyaçlarını bile en aza indirgeyerek onu ideal üretici yerine koyuyor, minnet beklemeksizin aralıksız çalışan bir makineye dönüştürüp onu bu role mahkum etmeyi üstüne vazife sayıyor.

Devrimci sosyalistler; burjuva sınıfının sert yergi dolu kalemleri ve filozoflarının boğmaya çalıştığı mücadele ruhunu yeniden canlandırmak, kapitalizmin toplumsal kuramlarına ve ahlaki doktrinlerine sesini yükseltmek zorundadır. Eylem çağrısında bulunduğu kesimin beyninden, egemen sınıfın ektiği önyargıları kazımak, bütün bu doktrinlerin kaypak dincilerinin gözü önünde bu dünyanın bundan böyle işçilere çile vadisi olmayacağını haykırmak zorundadır. Geleceğin komünist toplumunu “güzellikle değilse, zorla” söylemi üzerine kuracağız. İnsanın arzuları dizginlenmeyecek, zira “bütün bu arzular doğaları gereği iyidir, elimizden bunları abartmamaya ve kötüye kullanmamaya çalışmaktan başka bir şey gelmez” ve bu arzulara sadece insan organizmasının ahenkli bir şekilde gelişmesi set çekecektir. Nitekim Dr. Beddoe’da; bir ırkın yalnızca fiziksel gelişiminin zirvesine vardığında, ahlaki gücünün ve enerjisinin de son noktasına ulaşabileceğini söylüyor. Önemli doğa bilim uzmanlarından Charles Darwin de kendisiyle aynı fikirdeydi.

“Çalışma Hukukuna Misilleme”, haftalık olarak çıkan L’Égalité’de (sayı iki; 1880) hazırladığım bazı ek bölümlerle tekrar yayımlanmıştır.

P. L.

Sainte-Pélagie Cezaevi (1883)


I. Yıkıcı bir dogma

“Hadi tembelleşelim her şeyde,
Sevmek, içmek, tembelleşmek dışında”

-Lessing

Kapitalist uygarlığın hüküm sürdüğü uluslarda, işçi sınıfına tuhaf bir çılgınlık hasıl oldu. Bu çılgınlık; hali hazırda yüzyıllardır acı içerisinde kıvranan insanlığa eziyet ederek, toplumsal ve bireysel sefaleti peşinden sürüklüyor. Bu çılgınlık, bu çalışma aşkı, bu çalışmaya can çekişircesine ihtiras duyma, birey ve çocuklarının hayat enerjisini tüketmeye kadar varıyor. Rahipler, iktisatçılar, ahlâkçılar; bu zihinsel sapkınlığa tepki göstermek yerine, çalışmayı kutsal olarak addediyorlar. Bu kör ve bağnaz adamlar, Tanrılarından daha bilge olmaya yeltendiler, bu güçsüz ve rezil adamlar Tanrılarının lanetlediği şeyi onurlandırmaya kalktılar.

Ben kimseye ahlaklı, tutumlu bir Hristiyan olmayı salık veriyor değilim; onların düşünme özgürlüğü, ekonomi ve dini konular hakkındaki vaazlarının sebep olduğu çalışmanın, kapitalist toplumda yarattığı tüyler ürpertici sonuçlarını da, yargılama anlayışlarının ürünü olan Tanrılarına havale ediyorum.

Kapitalist toplumlarda, fiziksel deformasyon ve entelektüel dejenereliğin ana sebebi çalışma’dır. Rothschild’ın beyaz eldivenli uşaklar tarafından hizmet edilen safkan yarış atlarıyla, Normandiya çiftliklerinin hasadı ambara yığan, gübre arabalarını çeken, çift süren yabani ağır yük hayvanlarını bir kıyaslasanıza. Din tüccarlarının, ticaret misyonerlerinin henüz iş ahlakı altındaki dogmalarla, frengiyle, Hristiyanlıkla baştan çıkaramadıkları asil vahşilere bir bakın, bir de bizim sefil makine kölelerine.
Bizim medeni “Avrupa”mız; insan güzelliğinin naturasını görmek istiyorsa, ekonomik önyargıların henüz çalışma nefretini kökünden kazıyamadığı ülkelere bir baksın. Yozlaşmış (yazık ki!) İspanya, hâlâ bizden daha az kışlaya, hapishaneye, fabrikaya sahip olmakla övüne dursun, sanatçı kesimi; kamçı gibi esnek ve sağlam, kestaneler gibi esmer, gözüpek Endülüslü’ye hayranlık duyarak bakar, hele bir de delik deşik kapasına azametli bir şekilde sarınan dilencinin Ossuna düklerini “amigo!” diye selamlaması işitilince, insanın yüreği yerinden oynar. İçindeki ilkel hayvanı köreltememiş bir İspanyol için; çalışma, köleliklerin içinde en beteridir.

Çalışmayı küçümseyenlerin arasında, o görkemli çağın Yunanlıları da vardı; o dönem sadece kölelerin çalışmasına göz yumulabilirdi. Hür bir insanı, yalnızca olağan basit fiziksel hareketler ve akıl oyunları ilgilendirirdi. Bir halkın Aristophanes, Phidias ve Aristoteles ile aynı çağda yaşadığı, aynı havayı soluduğu; İskender’in çok yakında fethedeceği Marathon Ovası’nda, bir avuç cesur insanın Asya ordularını ezip geçtiği zamanlardı. Antik Çağ filozofları; hür olan bir insanı aşağılayan “çalışmayı” hakir görmeyi teşvik ediyorlar, şairler; Tanrıların bu hediyesine, tembelliğe methiyeler diziyorlardı:

O Meliba, Deus nobis hac otia fecit

İsa dağdaki vaazında, tembelliği öğütlemişti: “Kırlardaki zambakların büyümesini bir düşünün, ne çalışırlar ne de iplik eğirirler ve bununla birlikte size şunu da söyleyeyim, bütün o ihtişamının içinde, Süleyman onlar kadar muhteşem giyinmiş değildi.” Sakallı ve gaddar tanrı Yehova, ona tapanlara, ideal tembelliğin eşsiz bir örneğini; altı gün çalıştıktan sonra, sonsuz istirahatine çekilerek vermişti.

Buna rağmen, çalışmayı yaşamsal bir zorunluluk haline getiren ırklar hangileri? Arverniler: Britanya adalarının Arvernileri İskoçlar, İspanya’nın Arvernileri Galiçyalılar, Almanya’nın Arvernileri Pomeryalılar, Asya’nın Arvernileri de Çinliler. Bizim toplumumuzda sırf çalışmış olmak için çalışmayı seven kesimler hangileri? Toprak sahibi köylüler ve küçük burjuvalar. Her biri kendi topraklarının üzerine eğilmiş, diğerleri kendilerini dükkanlarına adamış, köstebek gibi kendi tünellerinde debelenip duruyorlar ve doğrulup da tabiata şöyle bir bakmak için kesinlikle boş zamanları yok.

Ve diğer taraftan proletarya; o büyük sınıf, bütün medenileşmiş ulusların emekçilerini bağrına basan, kendini kurtararak insansı hayvanı özgür bir varlık haline getirecek, köle gibi çalışan insanlığı azat edecek olan o sınıf; kendi içgüdülerine ihanet edip, tarihi misyonunu yok sayarak, çalışma dogması adına baştan çıkmaya razı oldu. Bedeli, kaba ve korkunç bir şekilde ödetildi. Toplumsal ve bireysel her türlü sefaleti çalışma sevdası doğurmuştur.

II. Çalışmanın Kutsanması

1770’te, Londra’da, kim tarafından kaleme alındığı bilinmeyen “Ticaret ve Sanayi Üzerine Denemeler ” adlı bir yazı ortaya çıktı.

Müthiş derecede insansever olan yazarımız bu defa küplere binmiş durumdaydı: “İngiltere’nin sanayiden geçimini sağlayan avam tabakası; kendisini oluşturan bütün bireylerin Avrupa’daki herhangi bir ülkenin işçilerinden daha bağımsız ve daha özgür olma ayrıcalığına doğuştan gelen bir hakla sahip olduğuna ve bir İngiliz’in diğerlerinden daha üstün olduğu gibi bir fikre kafayı takmış. Bu görüş askerlere cesaret vermek için faydalı olabilir ancak sanayi işçileri; bunu ne kadar az benimserlerse hem kendileri hem de devlet için o kadar iyi olur. İşçiler, patronlarından ayrı kendi başlarına buyruk davranabilecekleri gibi bir yanılgıya asla kapılmamalılar. Hele bizimki gibi, nüfusun muhtemelen 7/8’inin mal varlığı olmayan ya da az olan bir sanayi ülkesinde böylesi bir düşünceye hayranlık beslemek son derece tehlikelidir. Bizim sanayi yoksullarımız, şimdi dört günde kazandıkları miktarı, altı günde kazanmaya razı olmadıkça bir düzelme sağlanamayacak.”

Demek oluyor ki Londra’da, Guizot’dan neredeyse bir yüzyıl önce çalışmanın; insanın asil tutkularını frenlemesi için, bariz bir şekilde vaaz veriliyormuş.

Napoléon, 5 Mayıs 1807’de Osterode’da şunları yazıyordu: “Halkım daha fazla çalışacak, tembellik neredeyse ahlâksızlık oradadır. Otorite benim (…) ve buyruklarım konusunda kararlıyım, pazar günleri, duadan arta kalan zamanda dükkânlar açılacak ve herkes işinin başında olacak.”

Bağımsızlık ve üstünlük duygularına sebep olan tembelliği dize getirmek ve kökünü kazımak için, Ticaret ve Sanayi Üzerine Denemeler’in yazarı; yoksulların ideal çalışma evlerine hapsedilmelerini öneriyordu, bu yıldırma evlerinde günde on dört saat çalışılacak, yemek saatleri de düşürüldüğünde, eksiksiz ve verimli bir çalışma için geriye on iki saat kalacaktı.

İşte XVIII. yüzyıl ahlâkçılarının ve insanseverlerinin ideali! Günde on iki saat çalışmak! Tek kelimeyle, kendimizi aştık! Modern atölyeler; biz emekçi kitlelerin hapsedildiği, on iki veya on dört saat boyunca, yalnızca erkeklerin değil, kadınlar ve çocukların da ağır işçiliğe mahkum edildiği, ideal evlerin günümüz haline dönüştü. Ve bu terör kahramanlarının torunlarının, 1848’den sonra, çalışmayı dinle bağdaştırarak, fabrikalarda çalışmayı on iki saatle sınırlayan yasayı, devrimci bir zafermişçesine kabul edip, bunu “çalışma hakkının devrimci bir ilkesi” gibi ilan etmelerinin yeniden altını çiziyorum. Fransız proletaryası, utan! Köleler bile bu kadar alçalmayı beceremezdi. Kahramanlık zamanlarının Yunanlısı böyle bir aşağılanmaya akıl erdirebilsin diye yirmi yıllık kapitalist uygarlık gerekir.

Ve eğer; zorunlu çalışmanın ıstırabı, açlığın eziyetleri çullandıysa proletaryanın üzerine, ve eğer İncil’deki çekirgelerden daha fazlaysa sayıları, buna çanak tutan, proletaryanın yine ta kendisidir.

1848 Haziranı’nın emekçileri; ellerinde silahlarıyla talep ettikleri aynı işi, ailelerine dayattılar, karılarını ve çocuklarını sanayi baronlarının kucağına bıraktılar. Kendi elleriyle yuvalarını yıktılar, kendi elleriyle karılarının sütünü kuruttular. Talihsiz kadınlar daha hamileyken, ya da henüz bebeklerini emzirirken, sinirleri harap olmuş bir halde, bellerini tuta tuta madenlere, fabrikalara gitmek zorunda kaldılar. Kendi elleriyle çocuklarının gençliğini, hayatlarını mahvettiler. Yazıklar olsun o proleterlere! Nereye kayboldu o kadim ortaçağ masallarımızdaki, efsanelerimizdeki kutsal şişeden içmeyi seven, çenebaz, fütursuzca konuşan kadınlar? Bu şen şakrak kadınlar, sağlıklı ve kuvvetli bebeleri ağrısız sızısız doğuran, yaşama sevincini her zaman etrafına yayan, durmadan şarkılar söyleyen, yemekler yapan, sağa sola koşturan kadınlar nerede hani?… Bugün artık bodur çiçekler gibi renkleri solgun, feri sönmüş gözleri, çökmüş karınlarıyla, bitap düşen fabrika emekçisi kızlarımız ve kadınlarımız var… Onlar hayatın tadını hiç çıkaramamışlar, kadın olmanın keyfini bile sürememişler.

Peki ya çocuklar? Çocuklar için çalışma süresi on iki saat. Ah sefalet! Ama Siyasi ve Ahlâki Bilimler Akademisi’nin tüm Jules Simonları, Cizvit tarikatı’nın tüm Germinysleri bile çocukların zihnini bundan daha fazla sersemleştirecek, içgüdülerini bundan daha fazla saptıracak, kapitalist atölyelerin kirli atmosferinde bundan daha fazla yıkıcı bir sapıklık icat edemezdi.

Bizim çağımızın; çalışma yüzyılı olduğu söyleniyor. Gerçekteyse çürümenin, yoksulluğun, acının yüzyılı.

Ve bunun yanında, ne dediği anlaşılmayan Auguste Comte’dan, gülünç bir şekilde anlaşılır olan Leroy-Beaulieu’ya kadar burjuva iktisatçıları, filozoflar; şarlatanca romantik Victor Hugo’dan, ahmak bir şekilde grotesk Poul de Kock’a kadar, burjuva edebiyatı güruhu; Çalışma’nın büyük oğlu İlerleme Tanrısı’nın onuruna, mide bulandırıcı şarkılarını kustular. Söylediklerini bir duysanız, yeryüzüne mutluluğun hakim olacağına, hatta daha şimdiden gelişini hissettirdiğine inanırsınız. Onlar, günümüzün tatlı zamanlarıyla kontrast oluşturmak için feodal sefaletin ve geçmiş yüzyılların küllerini eşeliyorlar. Bıkmadık mı bu karınları tok, hallerinden hoşnut, daha dün soylu efendilerin dalkavukluğunu yapan adamlardan; bugün bol geliri olan, burjuvanın tüylü kalemlerinin uşakları La Bruyère’in laf cambazı köylüsüyle canımıza yetmedi mi? Eh, iyi madem! İşte 1840 kapitalist ilerleme yılından, proleterlere lütfedilenlerin göz kamaştıran tablosu! Burjuva ahlakının ve ekonomisinin budalalıklarını kitlelere yayan, bilim insanları topluluğuna (aralarında Thiers, Cousin, Passy, Blanqui gibi isimler de vardı) ve enstitüye mensup, yani onlardan biri olan Dr Villermé’nin bizzat kendisi tarafından hazırlanmış. Dr. Villermé’nin bahsettiği Alsas; Kestnerlerin, Dollfusların yani endüstriyel cumhuriyetçiliğin ve insan sevgisi rüzgarlarının estiği zamanlar. Ama doktor bize proleter sefaletin resmini çizmeden önce, eski bir sanayi ustası olan, Mieg ve Cie Dollfus evinde çalışmış, Alsaslı Th. Mieg’den eski sanayi ustalarının durumunu bir dinleyelim:

“Mulhouse’da,50 yıl önce (1813 modern makine sanayisinin doğduğu yıllar), köylerin yakınında veya kentte yaşayan, neredeyse hepsinin birer evi ve genellikle küçük bir tarlası olan tüm işçiler toprağın çocuklarıydı.”

Bu çağ, işçinin altın çağıydı. Ama o zamanlar, Alsas endüstrisi dünyayı pamuklarıyla kuşatmıyor ve Koechlinlerine, Dollfuslarına milyonlar kazandırmıyordu. Fakat bundan 25 yıl sonra; Villermé, Alsas’ı ziyaret ettiğinde; kapitalist atölye, modern minator, ülkeyi fethetmiş, işçinin iliğini kemiğini daha iyi kurutup, daha iyi sömürebilmek için oburca insan emeğine saldırıp, yuvalarından koparmıştı. Binlerce işçi, fabrikanın düdüğüyle koşuyordu. Büyük çoğunluğu; on yedi bin kişiden beş bini diyor Villermé, yüksek kiralar yüzünden komşu köylerde yaşamak zorundaydı. Bazıları, çalıştıkları fabrikadan üç, dört mil uzakta yaşıyordu.

“Mulhouse’da, Dornach banliyösünde, iş; yaz kış demeden sabahın beşinde başlayıp akşamın beşinde biterdi(…) Her sabah şehre gelişlerini her akşam geri dönüşlerini bir görseniz. Çamurların içinde çıplak ayaklarıyla yürüyen; zayıf, solgun kadınlar çoktu aralarında; kar ya da yağmur yağdığında, şemsiyeleri olmadığından boyunlarını ve yüzlerini korumak için astarlarını, önlüklerini kafalarına dolayan kadınlar çoktu ve azımsanmayacak sayıda çocuk; çalışırken dokuma tezgahlarından bulaşan tüm o yağlı çula çaputa sarınan çocuklar, kadınlardan daha az kirli ya da zayıf değillerdi.

Çocuklar, su geçirmez kıyafetleri sayesinde yağmurdan daha iyi korunuyorlar, bahsettiğimiz kadınlar gibi ellerinde günlük yiyeceklerini taşıdıkları bir sepetleri yok çünkü. Ama eve dönüş saatine kadar yiyecekleri bir lokma ekmeği ellerinde taşıyabilir ya da kısa ceketlerinin altında saklayabilirler.

Böylelikle neredeyse en az on beş saat süren, katlanılamayacak kadar uzun günün yorgunluğuna bir de bu garibanların, son derece çileli, sık sık gidiş gelişleri de ekleniyor. Dolayısıyla akşamları uykuya hasret bir şekilde eve varıp, ertesi gün tam olarak dinlenemeden atölyenin açıldığı saate yetişmek için koşturuyorlar.”

İşte şehirde; harabelerde, tıklım tıklım yaşayanlar; “Mulhouse Donrach banliyösünde ve komşu evlerde, bu sefalet içindeki konutlarda, iki ailenin, bir köşede, yere konmuş iki kalasın arasındaki samanların üzerinde uyuduklarını gördüm… Haut-Rhin bölgesinde, pamuk endüstrisinde çalışan işçilerin yaşadıkları sefalet o kadar büyüktü ki; fabrika yöneticilerinin, kumaş tüccarlarının, imalatçıları ailelerin çocuklarının yarısı yirmi birinci yaşlarını kutlarlarken, pamuk-iplik işçilerinin ve dokumacı ailelerinin çocukları yirmilerini göremeden birer birer ölüyorlardı.”

Atölyelerdeki çalışmalarından bahsederken Villermé, sözlerine şunları da ekliyor: “Bu ne bir iş, ne de görev, bu işkenceden başka bir şey değil, altı-sekiz yaş arasındaki çocuklara zulmediyorlar. Her gün tekrarlanan bitmek bilmeyen azap başta pamuk-iplik fabrikalarındaki işçileri kemiriyor.”

Ayrıca Villermé, çalışma süreleri konusunda; ceza kolonilerindeki ağır hükümlülerin yalnızca on saat, Karayiplerdeki kölelerin ortalama dokuz saat çalıştıklarını göz önüne alarak; 89 ihtilalini gerçekleştirmiş olan Fransa’da, görkemli insan haklarının ilan edilmesine rağmen, yemek için verilen bir buçuk saat ile, işçilerin günde tam on altı saat çalıştırıldıklarını söylüyor.
Ah devrimci ilkelerin hazin kürtajı! Ah ilerleme tanrısının kasvetli hediyesi! İnsanseverler; yan gelip yatan, zenginleşmek için yoksullara işveren hayırseverlere alkış tutuyorlar, kırsal kesimin tam ortasına bir fabrika dikmektense, sularını zehirlemek, veba saçmak daha iyi olur. Fabrikada bir işe girin ve sonra elveda özgürlük, elveda sağlık, elveda neşe, hayatı güzelleştiren ve yaşamaya değer kılan her şeye elveda.

Ve ekonomistler de işçilere aynı şeyi yineliyorlar. Sosyal zenginliği arttırmak için çalışın! Ama diğer taraftan meslektaşları, Destut de Tracy onlara karşılık veriyor:

“Yoksul uluslarda, halk halinden memnundur, zengin uluslarda halk, her zaman olduğu gibi yoksuldur. Ve Tracy’nin ekolünden gelen Cherbuliez işe kaldığı yerden şöyle devam ediyor: “İşçiler, üretken sermayenin birikmesine elbirliğiyle ortak oluyorlar, yani er ya da geç kendi maaşlarının bir kısmından mahrum kalacakları duruma katkıda bulunuyorlar”

Ama kendi ulumalarından ahmaklaşan ve sağırlaşan ekonomistler “Çalışın, kendi servetinizi yaratmak için hiç durmadan çalışın” diyorlar. Ve, Anglikan kilisesi rahibi, saygıdeğer Townshend, Hristiyan hoşgörüsü adına düz bir ses tonuyla şunları söylüyor: “Çalışın, gece gündüz çalışın, çalışarak sefaletinizi büyütüyorsunuz ve sefaletiniz, kanun zoruyla sizi çalışmaya itmemizi önlüyor. Çalışmanın hukuki dayatması, çok gürültü koparır, çok şiddet gerektirir ve çok acı verir; açlık, tam aksine yalnızca ebedi, sessiz, huzurlu bir baskı değil, ayrıca sanayinin ve çalışmanın en doğal itici gücüdür ve en güçlü gayretler için arzu uyandırır.”
Çalışın, çalışın proleterler, sefaletinizi büyütmek ve toplumsal refahı arttırmak için çalışın. Çalışın daha da fakirleşmek için çalışın ki, sersefil olup çalışmak için daha fazla nedeniniz olsun. Böyledir kapitalist üretimin amansız yasası işte. Çünkü proletarya, ekonomistlerin aldatıcı sözlerine kulak kesilirken, canla başla kendini çalışmaya teslim etti. Sosyal organizmayı allak bullak eden, aşırı üretimin sebep olduğu endüstriyel krizlerde bütün toplumu alaşağı ediyorlar. Yani, ticari mallarda bir bolluk var ancak alıcı olmadığı için atölyeler kapanıyor ve açlık belası işçi nüfuslarının üzerine binlerce kamçı indiriyor. Çalışma dogması altında sersemleyen proleterlerin bugünkü sefaletlerinin sebebi; sözde refah zamanlarında sarf ettikleri aşırı emeğin cezasını çektiklerini bir türlü anlamamalarıdır.

“Açız ve yemek istiyoruz!… Evet, tek kuruşumuz yok, ama dilenci gibi görünsek de üzümü toplayan da, buğdayı kaldıran da biziz!” diye tahıl ambarlarına koşup ağlamanın bir anlamı yok. Endüstriyel manastırların yaratıcısı Bonne’nin ya da Jujurieux’nün kapılarını aşındırıp şikayet etmek de işe yaramaz. “Bay Bonnet işte sizin; bir Yahudi’yi bile ağlatacak, yamalı paçavralarının içinde titreşen, halı dokuyan, iplik saran işçileriniz, ve bunun yanı sıra tüm Hristiyanlık aleminin koketlerinin ipek elbiselerini dokuyan, iplerini eğiren de yine onlar. Günde on üç saat çalışan zavallı kadınların tuvalete bile gidecek vakitleri yoktu, şimdiyse işsiz kaldılar ve işledikleri ipek elbiseleri giyip hışırdata hışırdata gezebilirler. Süt dişlerini kaybetmelerinden itibaren, kendilerini perhize ve sizin servetinize adadılar ve şimdi verdikleri emeğin meyvelerini toplamak istiyorlar. Hadi Bay Bonnet, ipek kumaşlarınızı serin önlerine, Bay Harmel pamuklu kumaşlarını, Bay Pouyer-Quertier patiskalarını, Bay Pinet’de ıslak ve üşümüş olan sevgili küçük ayakları için potinlerini verecek… Tepeden tırnağa giyinmiş ve şen şakrak halleri aklınıza geldikçe mutlu olursunuz. Hadi ama evelemeyi gevelemeyi bırakın, siz insanlığın dostusunuz, öylesiniz değil mi? Ve üstelik bir de Hristiyan’sınız. Sizin için, it gibi çalışarak kazandırdıkları servetinizden faydalanmalarına izin verin. Ticaret yanlısı değil misiniz? Hazır tüm tüketiciler buradayken onlara sınırsız kredi açın, malların sirkülasyonunu kolaylaştırın. Tanımadığınız tüccarlara da bu iyiliği yapmak zorundasınız, size hiçbir şey, bir bardak su dahi vermemiş olsalar bile. Kadın işçileriniz ellerinden geldiği kadar borçlarını ödeyeceklerdir ama eğer vade günü geldiğinde ödememe protestosu çekip, imzalarını inkar ederlerse; siz de iflas talebinde bulunursunuz, eh haczedilecek hiçbir şeyleri yoksa, o halde size dua ederek borçlarını ödemelerini istersiniz. Onlar; sizi, tütün kokan, siyah kukuletalı rahiplerinizden daha iyi gönderecekler cennete.”

Malların genel dağıtımında ortaya çıkan krizlerde evrensel bir neşeyle avantajlarından yararlanacaklarına, açlıktan kıvranarak kafalarını atölyelerin kapılarına vurmaya gidiyorlar. Solgun benizleri, iskeleti çıkmış bedenleri, acıklı konuşmalarıyla fabrikatörlere saldırıyorlar; “iyi kalpli Bay Chagot, tatlı Bay Schneider; iş verin bize, açlık değil bize işkence eden, çalışma tutkusu!”

Ve ayakta zor duran bu ahmaklar; on iki – on dört saatlerini, masalarında ekmek olan zamanlardan iki kat daha ucuza satıyorlar. Ve endüstrinin insanseverleri de, düşük maliyete üretim yapmak için işsizlerden faydalanıyor.

Eğer endüstriyel kriz dönemlerinin ardından; kaçınılmaz olarak her sabah güneşin doğması ve her akşam batması gibi bu aşırı çalışma dönemleri gelirse, sonu olmayan sefalet, işsizliği de arkasından sürükler ve o da amansız bir iflası getirir. Üretici, ödenek bulduğu sürece, iş için kudurmuşçasına dizginleri koyuverir, işçilere ham madde yetiştirmek için borçlandıkça borçlanır. Piyasanın tıka basa mala boğulduğunu, mallarını satamasa da senetlerinin vadesinin dolacağını akıl etmez, üretmeye devam eder. Sonunda kuyruğunu kıstırıp, Yahudi’ye yalvarmaya gider, onurunu gururunu hiçe sayarak ayaklarına kapanır. “Altın benim işime daha çok yarar” diye cevaplar Rothschild; “deponuzda 20.000 çift çorap var, çifti yirmi kuruş eder, ben onlara dört kuruş veririm” Yahudi, ucuza kapattığı malları altı ya da yedi kuruşa satar, ve kimseye hiçbir şey borçlanmadan, şıngırdayan paraları cebine atar. Üreticiyse kaçınılmaz olan iflasını erteler yalnızca. Nihayet mağazalar malları kusmaya başlar; kapıdan nasıl içeri girdiğine akıl sır erdirilemeyen o kadar mal pencerelerden fırlatılır. Yok edilen malların ederi yüz milyonları bulur; geçen yüzyılda, yakılıyorlardı ya da suya atılıyorlardı.

Ama durum bu aşamaya gelmeden önce; üreticiler, yığılan mallarına pazar bulma peşinde dünyayı dolaşıyorlar, sonra da hükümetlerini; kendi pamuklarını piyasaya sürebilmek için Kongo’yu kendi topraklarına katmaya, Tonkin’i ele geçirmeye, Çin Seddi’ni topa tutarak yerle bir etmeye zorluyorlardı. Geçtiğimiz yüzyıllar; Hindistan ve Amerika’da kimin satış ayrıcalığı olacak diye İngiltere ve Fransa arasında ölümüne bir düelloya sahne oldu. XV, XVI, ve XVII. yüzyıllarda; genç ve sağlıklı binlerce adamın kanı, sömürge savaşları sırasında denizleri kırmızıya boyadı.

Malların yanı sıra sermaye de çoğalıyor. Finansörler artık nereye yatırım yapacaklarını şaşırıyorlar; hal böyle olunca onlar da sigaralarını tüttürerek güneşin altında tembellik yapan mutlu uluslara gidip, demiryolları döşüyorlar, fabrikalar dikiyorlar ve çalışma lanetini ithal ediyorlar. Ve güzel bir sabah, bir takım diplomatik karışıklıklar nedeniyle Fransa’nın sermaye ihracı bitiveriyor. Fransız askerlerinin, tahsil edilmesi mümkün olmayan alacakları toplamaları için gönderildikleri Meksika savaşları sırasında; Fransa, İngiltere ve Almanya, Mısır’dan; ilk önce aralarından hangi tefeci parasını alacak diye birbirlerinin saçını başını yolacak hale geliyorlar.

Bu bireysel ve toplumsal sefaletler, bitip tükenmeyecek kadar çok ve devasa, sonsuza kadar sürecekmiş gibi büyük görünse de; proletarya “İstemiyorum” demeyi başardığı zaman aslanın yaklaştığı sırtlanlar, çakallar gibi bir anda ortadan kaybolacaklardır. Ama proletaryanın kendi gücünün bilincine ulaşması için; Hristiyan ahlakının rasyonel, ekonomik önyargılarını ayaklar altına alması gerekiyor. Proletarya; burjuva devrimlerinin metafizikçi avukatları tarafından uydurulmuş veremli insan haklarından binlerce kez daha kutsal ve soylu olan tembellik haklarını ilan edip, içgüdülerini dinlemek zorunda. Kendisini günde üç saatten fazla çalışmaya zorlamamalı, gecenin gündüzün geri kalanında dans edip eğlenmeli, aylaklık etmeli.

Buraya kadar işim kolay oldu, yazık ki hepimiz tarafından gayet iyi bilinen zalimlikleri anlatmaktan başka bir şey yapmadım. Ama empoze edilen sözlerin hepsinin birer sapıklık olduğuna, son yüzyıldan beri dizginlenmeyen çalışmanın, insanın başına gelmiş ve gelebilecek en korkunç felaket olduğuna proletaryayı inandırmak benim boyumu aşar. Çalışmanın; toplumsal organizma için, ancak günde maksimum üç saatle makul bir şekilde sınırlandırıldığında faydalı bir tutku, insan organizması için yararlı bir egzersiz, tembelliğin bir çeşit tadı tuzu olacağına proletaryayı ikna etmek de yine beni aşar. Bunun altından ancak fizyologlar, sağlıkçılar, komünist iktisatçılar kalkabilir.

İlerleyen sayfalarda, modern üretim araçlarını ve bunların muazzam üretme gücünü göz önüne alarak; iş için duydukları abartılı tutkularını yenmeleri gerektiğini ve ürettikleri malları tüketmek zorunda olduklarını ispatlamakla yetineceğim.

III. Fazla Üretimin Akıbeti

Cicero döneminin Yunan şairi Antiparos; köle kadınlara altın çağını yaşatacak, onları güçlendirecek su değirmeninin icat edilmesine (tahıl üretmek için) övgüler diziyordu:

“Ey değirmenci kızlar, nazik davranın değirmenin çıkrığına ve uyuyun tasasızca! Bırakın horozlar muştulasın size günün ışıdığını, beyhude! Bereket tanrıçası kölelerin işini, perilere verdi ve işte tekerleğin üzerinde gamsızca sıçrıyorlar. Ve işte aks davrandı dönmeye parıltılarıyla, değirmen taşını yuvarlayarak ağır ağır. Atalarımız gibi yaşayalım, Tanrıça’nın bahşettiği armağana, aylaklığa sevinelim.”

Heyhat! Pagan şairin bahsettiği boş zamanlar gelmedi; iş için duyulan kör, sapkın ve cani tutku, özgürleştirici makineyi, özgür insanın köleliği için bir araca dönüştürüyor. Makinenin üreticiliği onları yoksullaştırıyor.

İyi bir kadın işçi dakikada en fazla beş ilmek atar, bazı yuvarlak örgü makineleriyse aynı anda otuz bin ilmek atıyor. Bu demek oluyor ki, makinenin her bir dakikası işçinin yüz saatlik çalışmasına denk ya da makinenin tek bir dakikası işçiye on gün dinlenme sağlar. Dokuma endüstrisinde doğru olan şeyin modern mekanikle yenilenen bütün endüstrilerde az ya da çok doğruluk payı vardır. Ama gördüğümüz ne? Makine; durmaksızın gelişen kusursuzluğu ve mükemmelleştiği hızıyla, insanın yaptığı işi geri plana attığı ölçüde işçi; dinlenme saatlerini iki katına çıkaracağına, makineyle rekabete girme hevesini iki katına çıkarıyor. Ne saçma ve ölümcül bir müsabaka bu!

İnsan ve makine; rekabetlerini diledikleri şekilde sürdürebilsin diye, proleterler; antik loncaların esnaflarının çalışmayı sınırlayan makul yasalarını yürürlükten, tatil günlerini ise programlarından kaldırdılar . Zira o zamanların işçileri, haftada sadece beş gün çalışıyorlardı. Palavracı ekonomistlerin anlattığı gibi, yalnızca su ve havayla yaşadıklarına inanıyorlar o halde?! Saçmalık! Onların; dünyevi zevkleri tatmak için, gülmek ve sevişmek için, neşe veren Tembellik Tanrısı’nın onuruna şölenler düzenleyip, yiyip içmek için boş zamanları vardı. Öyle ki, Protestanlığa boğulmuş olan o kasvetli İngiltere’ye “Neşeli İngiltere” denirdi. Rabelais, Quevedo, Cervantès gibi, yazarları pek tanınmayan pikaresk romanlar; iki savaşın arasında ve ortalık yakılıp yıkılırken şarabın fıçılarla taşındığı, kendilerine ziyafet çeken adamların muazzam betimlemeleriyle ağzımızı sulandırıyor. Jordaens ve Flaman ekolünden gelen ressamlar; bu ziyafetleri tuallerinde yansıtmışlardır.

Ey Gargantua’yla aşık atan koca mideliler, ne hale geldiniz? Bütün insani düşünceyi kuşatan yüce beyinler, ne oldu size? Çok çelimsiz bırakıldık, çok dejenere olduk. Deli danaların etleri, patates, arsenikli şarap ve Prusya schnapsı ve mecburen efor sarf etmek kurnazca birleşerek zihinlerimizi daralttı ve vücutlarımız dermansız kaldı. Ekonomistler bize Malthus teorisinin, çalışma dogmasının, her türlü perhizin vaazını verdikçe, insanın boğazına hakim olması, makinenin üretkenliğini mi arttırıyor? Onların dillerini koparıp köpeklere atmalı.

Çünkü işçi sınıfı; iyi niyetiyle beyninin yıkanmasına izin verdi, çünkü içten coşkusuyla perhizlere ve çalışmaya körü körüne atladı; kapitalist sınıfsa kendini tembelliğe mahkum buldu ve kendisini keyif almaya zorladı, üretmemeye ve aşırı tüketmeye zorladı. Ama proletaryanın yorgunluktan geberecek hale gelmesi, sinirlerinin bozulması burjuva kesimi için aynı ölçüde verimlidir.

Emekçi sınıfı kendini perhizlere mahkûm ettikçe, hesapsızca ürettikçe, burjuva sınıfı kendini fazlasıyla tüketmeye adıyor. Bundan bir ya da iki yüzyıl önce, kapitalist üretim ortaya çıkmadan burjuva sınıfı; barışçıl geleneklerini istikrarlı bir şekilde sürdüren, makul, karısından hoşnut ya da hemen hemen hoşnut, sadece acıktığında yemek yiyen, sadece boğazı kuruduğunda su içen bir güruhtu. Ahlaksızca bir hayatın erdemlerini, soylu fahişelere ve dalkavuklara bırakırdı.

Bugün artık sonradan görmelerin çocuklarının arasında; fahişeliği arttırmanın ve cıva madencilerine empoze ettirilenleri mazur gösterecek bir amaç sağlamanın peşinde, kendilerini paralamayan biri olduğu sanılmasın. Aralarında şarap üreticilerini, Flèche bölgesinin kümes hayvanı yetiştiricilerini teşvik etmek için trüf mantarlı, domuz yağına bulanmış hindiyi mideye indirirken, Château Lafitte, Bordeaux gibi seçkin şarapları kadehine doldurmayan hiç bir burjuva takımı yoktur. Bu işte, organizma hızlı bir şekilde çöker, saçlar seyrekleşir, dişler sallanmaya başlar, vücut deforme olur, göbek büyür, nefes almak güçleşir, hareketler hantallaşır, eklemler sertleşir, parmaklar kitlenir. Diğerleri; bu ahlaksızlığın zahmetlerine katlanmak için fazla çelimsizler ama Proudhonculuğun kamburunu sırtlarında taşıyanlar; bıktırıcı tuğla gibi kitapların anlamsızlıklarını, politik ekonominin Garnierleri, hukuk felsefesinin Acollasları gibi; matbaacıların ve dizgicilerin boş zamanlarında laf olsun diye uğraştıkları kitaplarla beyinlerini öldürüyorlar.

Sosyete kadınları acıklı bir hayat sürüyor. Terzi kadınların teyellemek için kendilerini paraladığı masalsı tuvaletleri denemek ve teşhir etmek için sabahtan akşama kadar bir elbiseden diğerine mekik dokurlar. Saatler boyunca, boş kafalarını kuaförlere bırakıp, kendileri için en imkansız modelin her ne pahasına olursa olsun yapılması için duydukları arzunun tatmin edilmesini isterler. Sımsıkı bağcıklı korselerinin, çizmelerinin içinde sıkışmış bir halde, bir kömür madencisinin bile utançtan yüzünü kızartacak dekolteleriyle, yoksullar için birkaç kuruş toplamak adına gecelerce yardım balolarında döner dururlar. Sizi gidi iyilik melekleri sizi!
Aşırı tüketmenin ve üretmemenin toplumsal görevini fazlasıyla yerine getirmek için; burjuvazi, sadece alçakgönüllü zevkleri için tantana çıkarmadı; iki yüzyıl önceki zahmetli alışkanlıklarından kurtulmak ve frengili çapkınlıklara, trüf mantarı tıkınmaktan dolayı hazımsızlıklara, dizginlenmeyen lükse kendini adamakla yetinmemeliydi; aynı zamanda kendisine hizmetkarlar elde etmek için çok geniş bir kitleyi kârlı işlerden uzak tutması gerekti.

İşte üretici güçlerin bu kaybının ne kadar muazzam boyutta olduğunu kanıtlayan rakamlara bir bakın:

1861 yılının nüfus sayımına göre, Galler ve İngiltere’nin nüfusu, 10.289.965’i kadın, 9.776.259’i erkek olmak üzere 20.066.224 kişiden oluşuyordu. Eğer aralarından çalışmak için çok genç ve çok yaşlı olanları, üretimde yetersiz çocukları, yetişkinleri ve kadınları, sonra devlet görevlileri gibi üretim yapmayan; polis, ruhban sınıfı, yargıç, asker, bilim insanı, sanatçı gibi ideolojik meslekler vb. ardından kâr payı, faiz, toprak geliri kılıfı altında tamamen başkalarının emeğini sömürmekle alakalı olanları ve nihayet fakirler, serseriler, suçlular vb. dahil etmezsek geriye faaliyette bulunan kapitalistler, finans, ticaret ve üretimle uğraşanlar da dahil her cinsiyetten ve her yaştan yaklaşık olarak 8 milyon kişi kalıyor. Bu sekiz milyon kişiye dahil olanlar:

• Çiftlikle uğraşanlar (aralarında çobanlar, hizmetçiler, çiftlikte yaşayanların çocukları da olmak üzere): 1.098.261;
• Fabrikaların dantel, ipek, kenevir, keten, yün ve dokuma tezgâhlarındaki işçiler: 642.607;
• Kömür ve maden ocak işçileri: 565.835;
• Metal işçileri (yüksek fırınlar, haddehaneler vb.): 396.998;
• Uşak sınıfı:1.208.648.

“Tekstil fabrikalarında çalışanlara, maden ocaklarında çalışanların sayısını eklersek 1.208.442 rakamına ulaşırız, tekstil işçilerini ilk olarak metal işçilerinin kadrosuna eklersek toplamda 1.039.605 kişi; bu demek oluyor ki her halükarda modern hizmet kölelerinden daha az sayıdalar. İşte bu makinelerin kapitalist sömürüsünün muhteşem bir sonucudur”.
Sayılarının çokluğuyla kapitalist uygarlığın ulaştığı seviyeyi gösteren bütün bu uşak sınıfına; kendilerini, zengin sınıfların bir halta yaramayan, sadece pahalı zevklerini tatmin etmeye adamış çok sayıda zavallıyı da; elmas kesicileri, dantelciler, nakış işleyenler, lüks kitap ciltleyenler, lüks kadın terzileri, yazlık villaların dekoratörleri vb. eklemezsek olmaz.

Mutlak tembelliğin içine vaktiyle yerleşen, zoraki bir keyfin baştan çıkardığı burjuvazi, biraz zorluk çekse de yeni hayat tarzına alıştı. Çok geçmeden her türlü değişikliğin altında bir şey aramaya başladı. İşçi sınıfının hayat şartlarının perişanlığını boyun eğerek kabullenmesiyle oluşan manzara ve artık yoldan çıkmış çalışma tutkusunun meydana getirdiği organik bozulmanın görünümü, burjuvanın, her türlü zevkin kısıtlanmasına ve her türlü çalışma zorunluluğuna karşı duyduğu tiksintiyi yeni yeni arttırıyordu.

Bu tam da işçilerin; çalışmayı, kapitalistlere aşılamayı kafalarına koydukları zamanlardı. Ama burjuvanın sanki sosyal bir görevmişçesine çalışmaya karşı duyduğu yılgınlığı kendilerine empoze ettiklerini işçi sınıfı akıl edemedi. Art niyetsiz, saf işçiler ahlakçıların ve ekonomistlerin çalışma hakkındaki teorilerini ciddiye almışlardı ve kapitalistlere de kabul ettirmek için kılıç kuşandılar. Proletarya; “çalışmayana ekmek yok” pankartını açtı. İşçiler, 1831 yılında Lyon’da “ya iş ya kurşun” diye ayaklandılar. 1871 Mart’ının işçileri ayaklanmalarını “iş devrimi” olarak ilan ettiler.

Burjuva zevklerinin ve tembelliğinin karşısına dikilen, barbarca çılgınlık nöbetlerinin çığırından çıkmasını, kapitalist cephe de vahşice önlemeye çalışıyordu. Ama bu devrimci patlamaları bastırmış olsalar da; proletaryanın akıl almaz fikrini, karnı tok, avare sınıflara da çalışmayı kabul ettirme arzusunu, gerçekleştirdikleri dev katliamların kanında boğamayacaklarının da farkındaydılar. Aslında üretmeyen ama emek isteyen; ulusal muhafızları, polisleri, yargıçları, gardiyanları zahmetle besleyip, yanlarında bu felaketleri önlemek için tuttuklarının da farkındaydılar. Modern orduların niteliği hakkındaki illüzyonu daha fazla saklayamazlar. Paris ve Lyon kaleleri nasıl ki şehri yabancıya karşı korumak için inşa edilmeyip, ayaklanma durumunda isyanı bastırmak için inşa edildiyse, bu orduların devamlılığının da her zaman için amacı “içerideki düşmanı” bastırmaktır. Ve eğer yadsınamayacak bir örnek vermek gerekirse Belçika ordusunu bir düşünmek gerekir. Avrupalı otoriteler tarafından tarafsızlığına kefil olunmuş, kapitalizm cenneti! Ve bununla birlikte ordusu nüfusuyla orantılı olarak bakıldığında en güçlü ordulardan biridir. Cesur Belçika ordusunun şanlı muharebelerini gerçekleştirdikleri yerler Borinage ve Charleroi ovaları; Belçikalı subaylar orada silahsız işçilerin ve madencilerin kanlarında kılıçlarını yıkıyorlar ardından apoletlerine yenilerini ekliyorlar.

Avrupa uluslarının, ulusal orduları yok, lakin paralı orduları var; iplik fabrikalarında, maden ocaklarında onlarca saate mahkum edilmek istenen halkın öfke nöbetlerine karşı kapitalistleri koruyorlar.

Bu demek oluyor ki; işçi sınıfı kendi boğazından kısarken, aşırı tüketmeye terkedilmiş burjuvazinin karnını oldukça şişirmiş.

Burjuvazi; işçinin ağır koşullarda çalışmasının yükünü hafifletmek için, işçi sınıfından, faydalı üretime devam etmekte olanların arasından çok üstün düzeyde olan bir erkek kitlesini kendine çekerek aşırı tüketim ve üretimsizlik nöbetini onlara devretti. Ama bu işe yaramazlar sürüsü; çalışma dogmasıyla sersemleştirdikleri işçilerin, ürettiklerini tüketmeyi istemeden ve hatta tüketecek insanların olup olmadığını bile düşünmeden deliler gibi ürettikleri malları, doymak bilmeyen oburluğuna rağmen tüketmekte yetersiz kalıyor. İşçilerin; kendilerini öldürürcesine çalıştıklarını ve bitkisel bir hayat sürdürdüklerini gören kapitalistlerin büyük üretim sorunu artık üreticiler bulmak ve onları on kat daha fazla çalıştırmak değil, yeni tüketiciler keşfetmek, yapay ihtiyaçlar yaratarak arzularını harekete geçirmektir. Avrupalı işçiler, açlıktan ve soğuktan titrerken bile, dokudukları kumaşları giymeyi reddediyorlar, bağ bozumunu kendi elleriyle yaptıkları üzümün şarabını içmiyorlar, zavallı fabrikatörler de ne yapsınlar, kıyafetleri giyecek ve şarapları içecek insanlar bulmak için tazı gibi dünyanın öbür ucuna koşuyorlar: Avrupa her yıl dünyanın dört bir yanına, bütün bu ürünlerle ne yapacağını bilmeyen halklara, yüzlerce milyonu ya da milyarı bulan ihracatlar yapıyor. Ama keşfedilen kıtalar yeteri kadar geniş değildi ve el değmemiş ülkelere ihtiyaç vardı. Avrupa’nın fabrikatörleri gece gündüz Sudan’ın demiryollarının, Sahra çöllerinin, Afrika’nın hayalini kuruyorlar; Brazzaların, Du Chailluların, Stanleylerin ilerleyişini endişeyle izliyorlar, bu cesur kâşiflerin nefes kesici hikayelerini ağızları bir karış açık dinliyorlardı. Ne meçhul güzellikleri bağrında saklıyor o siyahi kıta! Fildişleriyle dolup taşan topraklar, altın parıltılar eşliğinde salınan, hindistancevizi esanslı ırmaklar, Girardin ya da Dufaure’un suratı gibi çıplak milyonlarca kara kıç; yol yordam bellemek için pamuklu kumaşları, medeniyetin faziletlerini öğrenmek için schnaps şişelerini ve Kutsal kitapları bekliyor.

Ama hiçbir şey fayda etmiyor: eline geçeni tıkınan burjuva, üretici sınıfı sayıca aşan uşak sınıfı, Avrupalı mallarla boğazına kadar dolan barbar ve yabancı uluslar; hiçbir şey, hiçbir suretle Mısır piramitlerinden daha devasa, daha yüksek bu üründen dağları tüketmeyi başaramaz. Avrupalı işçilerin üretkenliği tüm savurganlıklara, her türden tüketime kafa tutuyor. Paniğe kapılan fabrikatörler; işçilerinin baştan çıkmış, azgın tutkularını tatmin etmek için ham maddeyi nereden bulacaklarını şaşırıyorlar. Yünle ilgili yörelerimizde; kirli, neredeyse çürük, ancak seçim vaatleri kadar dayanıklı paçavraları didikleyip ipliklerinden Rönesans denilen kumaşları yapıyorlar. Lyon’da ipek liflerinin doğal esnekliğini ve saflığını korumak yerine, liflere inorganik tuzlar karıştırıp, ağırlığını arttırarak hassas, kullanışlı olmayan bir hale sokuyorlar. Piyasada sürümü kolaylaştırmak için, bütün ürünlerimizin kullanım ömürleri azaltılıyor. İnsanlığın ilk çağları nasıl ki ürünlerinin özelliğine bakarak Taş Devri, Bronz Devri olarak adlandırıldıysa, bizimkine de Sahtekârlık Devri denilecek. Bazı cahiller; bizim dini bütün sanayicilerimizi dolandırıcılıkla suçluyor oysaki onları cesaretlendiren düşünce, kollarını kavuşturup oturmayı kabullenemeyen işçilere iş sağlamak. Bu sahtekarlıkları meydana getiren yalnızca insani bir dürtüdür ama fabrikatörlere görkemli kârlar kazandıranlar onu uygulayanlardır.

Eğer ürünlerin kalitesi felaketse, eğer bu ürünler insan emeğinin savurganlığının tükenmez bir kaynağıysa, bütün bunlar yine de kapitalistlerin samimi hayırseverliğini, emekçilerin korkunç çalışma sapkınlığını kanıtlar. Bu kötü alışkanlıklarının tatmin edilmesi için, fabrikacıların vicdanlarını sızlatan ve hatta ticari dürüstlük yasaları çiğnemeye mecbur bırakanlar yine işçilerdir.

Ve yine de, aşırı üretimle endüstriyel sahtekârlıklara rağmen, sayısız işçi bir araya gelip iş istiyoruz diye yalvarıyorlar. Sayılarının çokluğunun tutkularını dizginlemesi gerekirken, tam aksine doruğa taşıyor. Ne zaman bir çalışma fırsatı oluşsa, hemen üstüne atılırlar öyle ki bu arzularını tatmin etmek için on iki, on dört saat çalışmayı talep ederler ve ertesi gün tekrar sokakta kalırlar hem de sapkınca tutkularını bile besleyemeden. Her yıl, tüm endüstrilerde, mevsimlerin düzeni gibi işsizlik de hiç şaşmadan geri gelir. Böylece organizma için yıkıcı olan aşırı çalışma; iki ya da dört ay boyunca mutlak bir dinlence kazanmayı başarıyor yani ne kadar çok çalışırsan çalış, o kadar çok kazanamazsın.

Mademki bu çalışma günahı işçilerin kalbinde şeytani bir sapıklıktır, mademki çalışmaya bu kadar arzu duymaları diğer bütün içgüdülerini bastırmış ve mademki toplumun istediği çalışma süresi hammaddenin çokluğuna ve tüketimin olmasına bağlı öyleyse bütün bir yılın işinin altı ayda bitirilmesinin sebebi nedir? Neden on iki aya dengeli bir şekilde dağıtılıp; altı ay boyunca hazımsızlık çekerek on iki saat çalışmak yerine, tüm işçiler yıl boyunca günde beş ya da altı saat çalışmaya ikna edilmiyor? Günlük çalışmaları güvence altına alındığında; işçiler artık kıskanmayı bırakıp, birbirlerinin elinden iş, ağzından ekmek kapmak için dövüşmezler; böylece zihinleri ve bedenleri yıpranmadan tembelliğin erdemlerini yaşamaya başlarlar.

Tutkularından aptallaşmış işçiler; suyun az olduğu bir gemide herkesin içebilmesi için azar azar bölüştürüldüğü gibi, herkesin bir işe sahip olabilmesi için de iş yükünün paylaşılması gerektiği anlayışına varamıyorlar. Bununla birlikte sanayiciler uzun zamandan beri; kapitalist sömürü adına, çalışma gününün yasayla sınırlandırılmasını talep ediyorlardı.

1860 yılında mesleki eğitimle ilgili bir komisyonun huzurunda, Alsas Guebwiller’nin en büyük üreticilerinden Jean-Jacques Boucart
“Günde on iki saat çok fazladır ve on bir saate düşürülmelidir, ayrıca cumartesi günleri saat ikide paydos edilmelidir. İlk bakışta masraflı görünen bu tedbirin benimsenmesini faydalı görüyorum; kendi endüstriyel kurumlarımızda dört yıldır uyguluyoruz, gayet iyi gidiyor ve ortalama üretim azalmak yerine artış göstermiştir” diyordu.

Frédéric Passy makineler hakkındaki kitabında, ünlü Belçikalı sanayici M. Ottavaere’ın mektubundan alıntı yapmıştı: “Bizim makinelerimiz, İngiliz fabrikalarında kullanılanların aynıları olsa da, İngiltere’de günde iki saat bizden daha az çalışılan fabrikalar kadar üretemiyorlar[…]. Bizler o iki saate çok fazla iş sığdırıyoruz, eğer on üç saat çalışmak yerine yalnızca on bir saat çalışırsak, aynı üretimi yapacağımıza ve bu sayede daha ekonomik bir şekilde üreteceğimize inanıyorum.”

Diğer yandan, Leroy-Beaulieu; önemli üreticilerden bir Belçikalının, resmi tatillere denk gelen haftalarda, sıradan haftalardakilere göre daha düşük bir üretim olmadığı görüşünü doğruluyor.

Ahlakçılar tarafından, saflıkları istismar edilen bu halkın hiçbir zaman cüret edemediği şeyi, aristokratik bir hükümet gerçekleştirdi. Fabrikaların çalışma saatlerini bir saat azaltmanın İngiliz endüstrisini yıkıntıya çevirecek bir kararname olduğunu uğursuz kargalar gibi bağıran ahlakçıların ve endüstri ekonomistlerinin görüşlerini önemsemeyen İngiltere hükümeti, günde on saatten fazla çalışmayı bir yasa ile yasakladı ve İngiltere tıpkı önceden olduğu gibi dünya sanayisinde yine bir numara olarak kaldı.

İngiliz’in önemli teşebbüsü de, bazı akıllı geçinen kapitalistlerin tecrübesi de gün gibi aşikâr; insanın verimliliğini güçlendirmek için, her ne kadar Fransız halkı henüz ikna olmamışsa da, tatil ve maaş günlerinin çoğaltılmasının gerekliliği çürütülemez. Lakin iki saatlik önemsiz bir kısıtlama İngiliz üretimini neredeyse üçte bir oranında arttırıyorsa , yasayla sınırlandırılmış, günde üç saatlik bir çalışmanın, Fransız üretimine nasıl baş döndürücü bir gelişme sağlayacağını hayal edebiliyor musunuz? İşçiler bu aşırı çalışmanın; kendilerinin ve yavrularının gücünü tükettiğini, yıprandıklarını, vaktinden önce hiçbir iş yapamayacak hale geleceklerini, sömürüldüklerini nasıl anlamazlar! Bu çalışma sapkınlığıyla serseme döndüler, artık insan olmaktan çıkıp birer karbon kopya haline geldiler, o köpürmüş, öfkeli çalışma çılgınlıklarını ayakta tutmak için içlerindeki bütün güzellikleri öldürüyorlar.

Ah! Arcadie papağanı gibi ekonomistlerin dersini tekrarlıyorlar: “Çalışalım, ulusal zenginliği arttırmak için çalışalım.” Ey ahmaklar! Siz çok çalıştığınız için endüstriyel ekipmanlar yavaş gelişiyor. Kesin anırmayı ve bir ekonomiste kulak verin. Çok parlak bir zekâsı yok. Kendisi birkaç ay önce kaybettiğimiz için mutluluk duyduğumuz L. Reybaud’dan başkası değil. “El işçiliği ucuza mal olduğu sürece, ölçüsüzce üretimde sakınca yoktur; ama masraflı olmaya başladığında, iş gücünün kullanılmasında tasarrufa gidilir.”

Kapitalistleri; demir ve tahta makinelerini mükemmelleştirmeye zorlamak için, bu kemik ve etten makine-insanların çalışma saatlerini azaltmak ve maaşlarını arttırmak gerekir. Kanıt mı? Yüzlercesi sunulabilir. İplikçilikte, kendiliğinden dönen bir makine icat edildi ve Manchester’da uygulandı çünkü işçiler önceden olduğu gibi uzun saatler çalışmayı reddettiler.

Amerika’da; makine, buğday hasadından tutun da tereyağı yapımına kadar tarımsal üretimin tüm dallarını istila etti. Neden peki? Çünkü Amerikalılar özgür ve tembel, Fransız köylüsü gibi sığır hayatı süreceklerine, ölmek onlar için bin kat daha iyidir. Çiftçilik; bizim şanlı Fransa’mızda cefa çekerek yapılan, bir yandan da sakatlayan bir iş, Batı Amerika’da ise; kayıtsızca pipo tüttürerek, oturduğu yerden temiz havada hoş bir zaman geçirme işidir.

IV. Yeni Müzik, Yeni Ses

Çalışma saatleri azaltıldığına; yeni mekanik ordular toplumsal üretimi fethediyorsa, işçiler kendi ürettiklerini tüketmek zorunda olduklarında işgücü ordusu da alabildiğine büyüyecektir. Böylece burjuvazi, evrensel tüketici olma görevini hafifletmiş olacağından; israf ve tüketimde yardımcı olması için faydalı işlerden alıkoyduğu pezevenkler, yüksek yargıçlar, askerler vb. güruhları defetmek için fazla vakit kaybetmeyecektir. Ardından işgücü piyasası dolup taşacak ve sonra da çalışmayı yasaklamak için bir tunç yasası gerekecek, tahtakurularından bile kalabalık olan, bu işe yaramaz ayrıcalıklılar sürüsünün iş bulması mümkün olmayacak. Ve bundan sonra; tüm o pahalı ve anlamsız zevklerini ve ihtiyaçlarını kimler sağlıyordu bir düşünmelerinin vaktidir. Kıyafetlerini sırmalarla süsleyecek uşak ve generaller olmadığında, dantellere bürünecek özgür ya da evli fahişeler, delik açmak için top tüfekler, inşa edilecek saraylar da artık olmayacak. Ve o zaman inşaatlarda, demircilikte, dantel işlerinde çalışan kadın ve erkek işçilere; sağlıklarının kazandırılması ve nesillerini mükemmelleştirmeleri için, sağlığa uygun kürek sporu ve koreografik jimnastikler yapmalarını kabul ettirmek amacıyla sıkı yasalar gerekecek. Avrupa ürünleri oracıkta tüketildiği zaman, yük arabalarıyla taşınacak bir şey kalmayacak ve kamyoncular, ekip başları, gemiciler oturup sinek avlamayı öğrenecekler. Böylece Polinezya’nın hep mutlu olan yerlileri, Avrupalı ahlak bekçilerinin vaazlarından ve uygarlaşmış Venüs’ün tekmelerinden korkmadan kendilerini dizginlenmemiş aşklara bırakabilirler.

Hepsi bu kadar da değil. Günümüz toplumunda tüm o istihdam yaratılamayanlara iş bulmak ve, endüstriyel araç-gereçlerin sınırsızca gelişmesini teşvik etmek için; işçi sınıfı tıpkı burjuvazinin yaptığı gibi perhizle tatmaktan kaçındığı lezzetlere saldırmalı ve tüketici olarak kapasitesini arttırmalıdır. Her gün kösele gibi iki lokma et yemek yerine, yedi mi yarım kilo ya da bir kilo sulu biftek yiyecek, ucuz şaraptan mütevazı bir ölçüde içeceğine, kraldan daha kralcı kesilerek endüstriyel vaftize maruz kalmamış Bordeaux’yu, Bourgogne’yu kocaman bardaklardan ağzında kadar doldurup içecek, ve suyu da köpeklere bırakacak.

Proletarya; kapitalistleri rafinerilerde, demir fabrikalarında on saat çalıştırıp cezalandırmayı kafasına koymuş lakin iç savaşa ve sosyal uzlaşmazlıklara sebep olabilecek büyük bir hata bu. Çalışmak yasaklanmış olmalıydı, dayatılmış değil. Rothschild, Say gibi aileler bütün hayatlarını işe yaramadan sürdürdüklerinin ispatlandığını kabul etmiş olacaklar, çalışma hakkındaki genel alıştırmalara rağmen, yine de mükemmel bir işe yaramaz olarak yaşamak istiyoruz diye yeminler ediyorlarsa, o zaman mimlenecekler, ufak tefek zevkleri için ilgili belediyelerden yirmi frank alacaklar her sabah. Sosyal uyuşmazlık ortadan kaybolacak. Rantiyeciler, kapitalistler kendilerine zarar verilmek bir yana, doğduklarından beri mecbur bırakıldıkları savurganlıktan ve tüketme yükünden kurtarılacaklarına ikna olduklarında halkın tarafında ilk onlar yer alacaklardır. Haysiyetsizlik unvanını hak ettiğini kanıtlamaktan aciz burjuvaya gelince, onlar, içgüdüleri ile baş başa bırakılacak; onları yerleştirmek için yeteri kadar iğrenç iş var. Dufaure halka açık tuvaletleri temizler, Gallifet uyuz olmuş domuzları ve hastalıklı atları tedavi eder; Poissy hapishanesine gönderilmiş af komisyonu üyeleri, kesilecek sığırları ve koyunları damgalar, cenaze müdavimi senatörler; tabut taşıyıcısı olurlar. Diğerlerine de zekâ kapasiteleri ölçüsünde görevler bulunacaktır. Lorgeil, Brogile şampanya şişelerine tıpa takabilirler ancak içmelerini önlemek için ağızlık takmak şartıyla; Ferry, Freycinet, Tirard bakanlıkların ve diğer kamu kurumlarının böceklerini ve haşaratlarını imha edecekler. Ancak huylarını göz önüne alırsak, kamu mallarını burjuvazinin elinin uzanamayacağı şekilde düzenlemek gerekecek.

Ama insan doğasının aslını bozan ikiyüzlülerden, yalancı sofulardan, yobazlardan ve dünyayı aldatmak için kılık değiştiren insanların mezheplerinden, ağrılı ve uzun sürecek bir intikam alınacak. Zira halkın aşağı tabakasına, dindarlık ve tefekkürle meşgul oldukları izlenimi yaratıp, diğer yandan kadehler tokuşturarak gerçekten insanlığın küçük sitemlerini desteklemek için oruç tuttuklarını ve şehvetten uzak durduklarını duyuruyorlardı. Curios gibi görünüp nasıl Bacchanalia gibi yaşadıklarını Tanrı bilir! Kükürtlü parfümlerinin kokusu yayılmıyorsa, sivri karınlarından ve kırmızı burunlarının boyasından gayet bariz bir şekilde tanıyabilirsiniz onları.

Komünistler ve kolektivistler; burjuvazinin 14 Temmuzlarında 15 Ağustoslarında olduğu gibi toz yutmak yerine, büyük halk bayramlarında şişelerin dibini bulacaklar, jambonlara koşacaklar ve maşrapaları çalacaklar. Siyasi ve Ahlaki Bilimler Akademisinin üyeleri, özgür düşünceli kilisenin kısa ve uzun cübbeli, ekonomist, Katolik, Protestan, Yahudi, materyalist rahipleri; Malthusçuluk provokatörleri, Hristiyan ahlakçıları, alturistler, bağımsızlar ve itaatkarlar, sarı kıyafetliler parmaklarının yanması pahasına mumları tutacaklar ve Galyalı kadınlar çiçekler, meyveler ve etlerle dolu masalarda açlık çekecekler, ağzına kadar dolu fıçıların arasında susuzluktan ölecekler. Mevsim değişimlerinde yılda dört defa, bıçak bilemek için kocaman çarkların içine hapsedilen köpekler gibi, değirmende rüzgar öğütsünler diye on saat boyunca çark döndürmeye mahkum edilecekler. Avukatlar ve hukukçular da aynı cezayı çekecekler.

Tembellik rejiminde; saniye saniye bizi öldüren zamanı öldürmek için, daima ve daima tiyatro temsilleri olacak; bu bizim burjuva yasa koyucularımızın arayıp da bulamadıkları bir iş. Onları sürüler halinde organize edip, yasama temsilciliği vererek köylere ve fuarlara kovalayacağız. Generaller; binici çizmeleri, sırmalarla süslenmiş göğüsleri, onur lejyonu nişanlarıyla, tükürük savurarak meydanlardan ve sokaklardan geçecekler, iyi insanları askere alarak. Gambetta ve suç ortağı Cassacnac laf kalabalığı yapacaklardır. Cassacnac; yalancı pehlivan kostümüyle, gözlerini devirip, bıyıklarını burarak, iltihaplı balgamını tükürüp babasının silahıyla herkese tehditler savuracak ve Luiller’in bir portesini gösterdikleri anda bir deliğe atacak kendini. Gambetta; dış politika hakkında, endoktrinasyona uğramış küçük Yunanistan’ın Türkiye’yi aldatmak için Avrupa’yı ateşe sürüklemesi; Prusya’ya söz verdiği halde, verdiği sözleri tutmamak için karışıklıklar çıkaran büyük Rusya’nın, içeride nihilizmi yok etmek ve Doğu’dan da küpünü doldurmak için Avrupa’nın batısındaki bozgunlara için için sevinmesi hakkında ve genel afla ilgili gerektiği kadar konuşmasına müsade eden Bismarck hakkında da atıp tutacak… sonra maviye, kırmızıya, beyaza bulanmış o koca göbeğini sivrilterek, düzenlediği askeri eğlencelerde, Bellevile’de seçmenlerin tezahüratlarını canlı tutmak ve tarımı teşvik etmek için mideye indirdiği Yquem ve Margaux şaraplarını, trüf mantarlarını, kirazkuşlarını, lezzetli küçük hayvancıkları bir bir anlatacaktı.

Tarasque şenliklerine, seçim komedisiyle başlanmıştı. Eşek kulaklı ve odun kafalı seçmenlerin önünde, korkuluk gibi giyinmiş burjuva adaylar, siyasi özgürlükler dansı yapacaklar, yüzlerini ve kıçlarını şişirdikleri seçim vaatlerinin broşürleriyle silecekler, gözyaşlarıyla halkın sefaletinden, metalik bir ses tonuyla Fransa’nın şanlı zaferlerinden bahsedeceklerdi ve seçmenler de kararlılıkla ve hep bir ağızdan ai! ai! diye anıracaklardı.

Ve sırada sahnelenecek büyük piyes var: Milletin malı deniz, yemeyen domuz. Kapitalist Fransa; kıllı suratı ve kelleşmiş kafasıyla, kamburlaşmış pörsümüş vücuduyla muazzam bir dişi, esnerken içine çökmüş şiş ve donuk gözlerinden uyku akıyor, kadifeden bir kanepeye boylu boyunca uzanmış; maymunu andıran bir maske takan, demirden devasa bir organizmaya Endüstriyel Kapitalizme kaptırmış ayaklarını, yürekleri dağlayan çığlıklarıyla yeri göğü inleten çocukları, kadınları, erkekleri mekanik bir şekilde parçalayarak yiyor; sansar burunlu, sırtlan vücutlu, cadı tırnaklı banka; ceplerinden frankları ustalıkla aşırıyor. Paçavralar içinde, kemikleri sayılan sefil proleter sürüleri kılıçlarını kınlarından çıkarmaya hazır jandarmalar eşliğinde, açlık darbeleriyle sarsılarak, cehennem tanrılarının kamçılarıyla kovalanarak Kapitalist Fransa’nın ayaklarının dibine altın ve buğday torbalarını, şarap fıçılarını, yığınla eşyayı taşıyorlar.

Langlois, kısa pantolonu bir elinde, Proudhon’un vasiyeti öbür elinde, dişlerinin arasında da bütçe kitabıyla, ulusal mülkiyet savunucularının tepesine dikilip, gözcülük yapıyor. Süngülerle, tüfek dipçikleriyle dürtülerek yükler taşıtıldıktan sonra işçiler hemen defediliyor ve kapılar bankacılara, tüccarlara, sanayicilere açılıyor. Karmakarışık yığınların üstüne saldırıyorlar, mecalleri kalmayana kadar altın külçelerini, buğday çuvallarını, pamukları silip süpürüyor, fıçıları boşaltıyorlar sonra kendi kusmuklarının ve çöplerinin içinde kirli, iğrenç bir halde yere yığılıyorlar… İşte o sırada gök gürler, yer sarsılıp yarılır ve tarihi alınyazısı çıkar ortaya; hıçkıranların, sendeleyenlerin, kaçamayanların ezer kafalarını demirden ayağıyla ve kocaman elleriyle korkudan ter içinde kalan, serseme dönen Kapitalist Fransa’yı alaşağı eder.
Eğer emekçi sınıfı, kalplerine yuva yapmış, hakimiyeti altına girdikleri ve yaratılışlarının amacına ters olan bu kusuru kökünden söküp atarak, o müthiş gücüyle ayağa kalkarsa; bu silkinmeyi kapitalist sömürü anlamına gelen o insan haklarını talep etmek amacıyla değil, sefalet hakkından başka bir anlama gelmeyen o çalışma hakkını talep etmek için de değil, herhangi bir insanın günde üç saatten fazla çalışmamasını savunarak sarsılmaz bir yasa oluşturmak için yaparsa, dünya, bu yaşlı dünya sevinçle titrerken, içinde yeni bir evrenin zıpladığını hissedecektir… Ama kapitalist ahlakla kokuşmuş proletaryadan adam gibi bir kararlılık nasıl beklenebilir?

Kederle kişileşen ilkçağdaki kölelik anlayışıyla; proletaryanın çocukları, kadınları, erkekleri tıpkı İsa gibi, onun çarmıha gerildiği kederli tepeye acılar içinde asırlardır tırmanıyor; asırlardır, zorunlu çalışma kemiklerini kırdı, etlerini çürüttü, ruh sağlıklarını bozdu; asırlardır açlıktan mideleri ezildi, zihinleri halüsinasyonlarla boğuştu! Ey Tembellik, uzun sürmüş sefaletimize acı! Sanatın ve soylu erdemlerin anası, ey tembellik, insanın dertlerine deva ol!

İlaveten

Bizim ahlâkçılarımız çok mütevazı insanlardır; çalışma dogmasını onlar icat ettiler ama ruhu, zihni sakinleştirmede, böbreklerin ve diğer organların düzgün işleyişini sağlamadaki etkinliğinden şüphe duyuyorlar; görevleri, kapitalistlerin ahlâksızlıklarına izin vermek ve hoş görmek olan ahlâkçılar, bundan kapitalistlere bahsetmeden önce, değersiz bir denek hayvanı olarak gördükleri halkın üstünde kullanımını denemek istiyorlar.

Ama siz, hepsi bir araya gelse beş para etmeyecek filozoflar neden efendilerinize önermeye cesaret edemediğiniz bir etik için kafa yoruyorsunuz? O çok övündüğünüz çalışma dogmanızla alay edildiğini, küçümsendiğini görmek ister misiniz? Antik halkların tarihinin örtüsünü bir kaldıralım, onların yasa koyucularının ve filozoflarının yazılarına bir göz atalım.

“Yunanlılar’ın, çalışmayı hor görmeyi Mısırlılardan öğrendiklerini söyleyemem diyor tarihin babası Heredot; çünkü aynı küçümsemeyle Traklar’ın, İskitler’in, Persler’in, Lidyalılar’ın arasında da karşılaşıyorum; sözün özü, barbarların arasında mekanik sanatları öğrenenlere ve hatta onların çocuklarına bile en aşağılık yurttaş gözüyle bakılır… Bütün Yunanlılar, özellikle Spartalılar bu ilkelerle yetiştirilmiştir.”

“Atina’da, tıpkı soylarından geldikleri vahşi savaşçılar gibi yalnızca toplumun idaresi ve savunmasıyla meşgul olan hakiki soylular vardı. Tüm entelektüel birikimlerini ve bedensel güçlerini devletin çıkarlarına adamak için, zamanı özgürce yaşamaları gerekliydi, bütün işleri kölelere yüklediler. Aynı şekilde Sparta’da, kadınlar bile asaletlerine yakışmadığı için ne dokuma yaparlardı ne de iplik eğirirlerdi.”

Romalılar, yalnızca iki mesleği soylu ve hür olarak kabul ederlerdi, tarım ve askerlik; bütün vatandaşların, geçimlerini sağlamak için kölelere mahsus hiçbir adi zanaatla (meslekleri böyle tanımlıyorlardı) uğraşmalarına gerek kalmadan giderleri için devlet hazinesinden faydalanma hakları vardı. Yaşlı Brutus, halkı ayaklandırmak için özellikle hükümdar Tarquin’i, duvar ustalarını ve zanaatçıları özgür vatandaş statüsüne taşımakla suçladı.

Antikçağ filozofları fikirlerinin kökenleri hakkında birbirleriyle tartışırlardı ama çalışmaktan tiksinmek söz konusuysa, ortak paydada birleşirlerdi.

“Doğanın toplumsal ütopyasında, devlet modelinde ne bir ayakkabıcı ne de bir demirci vardır; bu tür meslekler onları yapan insanları alçaltır, para için çalışan bu adsız zavallıların siyasi hakları bile reddedilir. Yalan söylemeye ve aldatmaya alışkın tüccarlara gelince, onlara ancak şehirde karşılaşılması kaçınılmaz bir kötülük olarak katlanılabilir. Bir dükkânla, ticaretle uğraşarak kendini alçaltan yurttaş aleyhinde, bu suç için kovuşturma başlatılacaktır. Suçlu bulunduğu halde, bir yıl hapis cezasına mahkûm edilecektir. Suç her tekrarlandığında ceza iki katına çıkarılacaktır” diyor Platon.

Xénophon, Ekonomi Bilimi kitabında şöyle yazıyor: “Kendilerini el işçiliklerine adayan insanlar, gayet haklı bir gerekçeyle asla memuriyetlere getirilmeyeceklerdir. Çoğu, tüm gün oturmaya mahkum, hatta bazıları sürekli yanan ateşin karşısında, ısıya maruz kalıyor, bunun vücut yapılarını bozmaması imkansız ve ruhsal durumlarına yansımamış olması da çok zor.”

“İftihar edilebilecek ne sağlayabilir bir dükkân?” diye açıkça soruyor Cicero… “Ve ticaret dürüst bir şekilde ne koyabilir ortaya? Adına dükkân denilen hiçbir şey dürüst bir insana yakışmamaktadır[…], tüccarlar yalan söylemeksizin bir kazanç sağlayamazlar peki yalandan daha fazla utanç verici ne olabilir! Dolayısıyla, tüm o alçak işleri yapmalarına, zamanlarını ve emeklerini satmalarına aşağılık bir şey gözüyle bakmak zorundayız zira her kim olursa olsun para karşılığında emeğini veren kendini satıyordur ve kölelerin arasında yerini almıştır.”

Çalışma dogmasıyla alıklaşmış proletarya, kıskanç bir ihtiyatlıkla senden saklanan şu filozofların söylediklerine kulak ver: para karşılığında emeğini satan bir vatandaş kendisini köle seviyesine düşürür, yıllarca hapis yatmayı gerektiren bir suç işlemiş olur.

Hristiyan riyakârlığı ve kapitalist faydacılık, bu Antik Çağ devletlerinin filozoflarının ahlakını bozamamıştır; insanların özgür olmaları için konuşurken aslında en saf düşüncelerinden bahsediyorlardı. Bizim Cousin, Caro, Simon gibi entelektüellerimiz, Platon’un, Aristoteles’in, bu entelektüel devlerin ellerine su bile dökemezler, onların idealindeki devletlerde, vatandaşlar muazzam bir kaygısızlık içinde yaşayacaklardı zira Xénophon’da; “çalışma bütün zamanı alır, devlet ve dostlar içinse geriye vakit kalmaz” diye ekliyordu. Plutarque’a göre, Lycurgue’ün “insanların en bilgesi” gibi cömert bir unvanla anılmasının sebebi, her türlü mesleği yasaklayarak, dönemin vatandaşlarına boş zaman sağlayıp, kuşağının hayranlığını kazanmasıdır.
Ama Bastiatlar, Dupanlouplar, Beaulieuler, Hristiyan ahlakçıları ve kapitalistler şöyle diyeceklerdi; bu düşünürler, bu filozoflar köleliği tavsiye ediyorlardı. Tamamen doğru. Lakin onların dönemindeki siyasi ve ekonomik koşullarda aksi mümkün müydü? Savaş, eski topluluklarda olağan bir durumdu; özgür insan zamanını, devlet işlerini tartışmaya, savunmasıyla ilgilenmeye adamalıydı. Meslekler o kadar ilkel, o kadar bayağıydı ki; çalışanların, vatandaşlık ve askerlik görevlerini icra edebilmeleri için alıştırma yapmaları gerekiyordu. Filozoflar ve yasa koyucular kahraman devletlerinde; vatandaşları ve savaşçıları ellerinde tutabilmek için köleliğe müsamaha göstermek zorundaydılar. Ama kapitalizmin ekonomistleri ve ahlakçıları da modern köleliğin, ücretli emeğin savunucusu değiller mi? Peki kapitalist kölelik kimlere boş zaman sağlıyor? Ahlaksızlıklarının ve hizmetkârlarının esiri olan, faydasız ve zararlı Rothschild, Schneider, Madam Boucicaut gibilere.

“Kölelik önyargısı Aristoteles ve Pythagore’un aklına hükmediyordu” yazmışlardı kibirle. Ve bununla birlikte Aristoteles ileriyi görmüştü;”Dédale’in şaheserlerinin kendini kendilerine hareket edebilmeleri ya da Vulcain’in üç ayaklı iskemlesinin kutsal görevlerini kendiliğinden yerine getirmesi gibi, eğer her alet bir uyarıya ihtiyaç duymadan kendi işlevini kendisi yerine getirebilseydi; mesela dokumacının mekikleri kendiliğinden dokunsaydı, işte o zaman artık ne ustabaşının yardımcılara, ne de kölelerin ustaya ihtiyacı kalmazdı” Aristoteles’nin hayali bizim gerçeğimiz. Bizim makinelerimiz; ateşten nefesleri, çelikten kollarıyla yorulmak nedir bilmeyen, olağanüstü bitip tükenmez verimliliğiyle, itaatkar bir şekilde kendi kutsal görevlerini yapıp bitiriyorlar ve bununla birlikte kapitalizmin o çok zeki büyük filozoflarının, işçinin gerekliliği gibi boş inançları yüzünden köleliğin en kötüsü hâlâ egemen.

Onlar, makinenin insanlığın kurtarıcısı olduğunu, insanı âdi zanaatlerden, ücret karşılığı kendini satmaktan kurtaran Tanrı olduğunu hala anlamıyorlar. O Tanrı ki, onlara boş zamanlar ve özgürlük verecek!


HIPSTER EKONOMİLER

YENİ EKONOMİLER
Alice Pfeiffer
Yayın Yönetmeni: Şenol Erdoğan
Editör: Deniz Cansever

Hipster kültürü, küresel ölçekte ticari ve toplumsal bir fenomene dönüştü! Ekose desenli gömlekleri, tek vitesli bisikletleri, lahana kızartmaları ve sakalları ile herkesin dalga konusu olduklarını görüp hipsterların ortadan kalkmaya yüz tuttuklarını düşünüyor olabilirsiniz. Fakat onlar daha önce hiç olmadığı kadar ‘aramızdalar.’ Ve artık sadece doğdukları mekânlarda pineklemiyorlar. Yaşam tarzları ve modaları, ortaya çıktıkları yerlerin (New York Brooklyn, Paris III. Bölge, Londra’da Shoreditch, Berlin’de Kreuzberg ve Prenzlauer Berg, Stockholm’da Södermalm) çok daha dışına taşmış durumda.

Bu yılın sonbaharında, Paris’in batı yakasında sessiz sedasız bir mağaza açıldı. 1852 yılında kapılarını ziyaretçilerine açan ve günümüzde Paris entelijansiyasının son kalesi olarak kabul edilen Saint-Germain-des-Prés bölgesinin kenar sokaklarında, burjuvazinin işaret kulesi olarak da bilinen çok katlı mağaza Le Bon Marché; New York’un bir parçası ve Birleşik Devletler’deki en yüksek nüfusa sahip beşinci şehir adayı Brooklyn olsaydı, ancak bu kadar “hipster” olabilirdi. Özetle, bugünlerde Sèvres’e yolunuz düşerse, dövme yaptırabilir, vekata çanta satın alabilir ya da kurabiye & çikolata aromalı kek atıştırabilirsiniz.

Brooklyn, yirminci yüzyılın ortalarına kadar bir işçi sınıfı bölgesiydi. Yönetmen Woody Allen ve Spike Lee, rap müzisyeni Jay-Z gibi isimler orada doğdu. 1990’lı yıllarda daha varlıklı bir sınıf, Manhattan’ın kiraları yüksek mahallerinden kaçarak buraya taşınmaya başladı ve bölge, toplum kurallarına uymayan genç bireylerin ve sanat dünyasından isimlerin kabesi haline geldi.

Le Bon Marché (Magazine)’ta takipçilerine tıpkı bunun gibi bir yeniliği müjdeliyor: hipsterların bir moda trendi olarak değil, toplumsal fenomen olarak ortaya çıkışını. Brooklyn Rive Gauche temasının arkasındaki fikri anlatan mağazanın reklam direktörü Lisa Attia hipsterlar için; “Birbirine yardım eden ve alternatif bir şekilde üretime geçmek isteyen şehirli bohemler,” diyor. “Müşterilerimiz özgün nesneler çıkarabilen, kendilerini işlerine adayan yaratıcı insanlar ve anlamlı hikâyelerinin peşinde.”

“Hipster,” 1940’lı yılların caz çağında, modaya uygun giyinen genç bireyler için türetilmiş kapsayıcı bir kullanımdı. Günümüz hipsterlarının geleneklere/kalıplara uymama biçimi daha özel bir anlam taşır. “Hip”ler artık yerel ürünler alıp satan, küçük çaplı şirketler işleten girişimciler olma eğilimindeler. İşte bu organik zekâlı gurmelerin ve teknoloji meraklılarının kendilerini evinde hissettiği yer Brooklyn’dir. Kendi apartman dairelerinde faaliyete başlayan Brooklyn Tailors işletmesinin kurucuları Daniel ve Brenna Lewis, “İnsanların dijitalin ötesinde birbiri ile temas kuramadığı, canavarlaşmış bir dünyanın dışına çıkmak isteyenler, sanatçılar ve Amerika’nın klasik başarı tanımına uymayan diğer gruplardan oluşan gerçek bir topluluk ortaya çıktı,” diyor. Artık tüm dünyaya, özellikle lüks tüketim zinciri Barneys New York’a satış yapıyorlar ve ürünleri Le Bon Marché’ta sergilenen 150 şirketten biri durumundalar. Diğer şirketlerden bazıları (güzel sanatlar & el sanatlarından etkilenerek); yemek takımları tasarlayan Fish Eddy, (Amerikan Yerlileri’nden esinlenerek yapılmış) işlemeli nevresim takımları hazırlayan Coral & Tusk ve (açık hava sporlarına düşkün, düşük fiyatlı ürünlere meraklı erkekler için tasarlanmış) spor kıyafetleri satan Save Khaki’dir. Neredeyse hepsi, yerel olarak üretilmiş, zanaatkârların elinden çıkmış ve self-etiket ürünlerdir.

Hipster yaşam stili, alternatif işletmeler için verimli bir zemindir ve çoğu, serbest pazar ekonomisine sarılırken, başlangıçtaki ideallerinden vazgeçmedi. “Güzel şeylerden hoşlanırım, kaliteli sürmek de açıkçası hoşuma gidiyor, bu bir tabu değil. Her şey gibi para ile yönetilen sanat dünyası, hiçbir yerde bu kadar dürüst olmamıştı,” diyor Le Bon Marché’a kendi dükkânını açması için davet edilen Amerikalı dövme sanatçısı Scott Campbell. Kendisi, Brooklyn’in Williamsburg bölgesinde bulunan bir stüdyoda çalışıyor ve müşterilerinden bazıları Sting, Jennifer Aniston ve Marc Jacobs. “Dövme yap(tır)mak, tıpkı hipsterların savunduğu alternatif kültür gibi demokratikleşti ve günümüzde toplumun her kesiminin, hatta üst tabakanın bile dikkatini çekiyor”.

Brooklyn’in gayrimenkul piyasası, tüm hikâyeyi açıklıyor: Dumbo gibi bölgelerde fiyatlar, Manhattan’ın Üst Doğu yakasındaki semtlerin fiyatlarının büyük ölçüde üzerine çıkmış durumda. Hipster yaşam tarzının hakim olduğu bir diğer bölge Williamsburg’da yeni bir Apple mağazası kuruluyor, diğer yandan J Crew ve Sandro gibi perakende butik mağazalar, caddeyi sayıları gittikçe artan bağımsız işletmelerle paylaşıyor. Bazı büyük yıldızlar da yaşamak için bu tip bölgeleri tercih ediyor: Lena Dunham ve Sarah Jessica Parker gibi oyuncular, toplumsal statülerine uygun lüks daireleri ile Brooklyn’e artık evleri gözüyle bakıyor.

Hipster kültürü küresel ölçekte ticari ve toplumsal bir fenomen haline geldi ve bazı batı şehirleri artık bu kültürün kurallarına göre yaşıyor. İngiliz ekonomist Douglas McWilliams’a göre hipsterlar 1990’lı yılların “altın çocuk” etosunu miras aldı ve bu etosu daha popüler değerlerle güncelledi. Artık gereksiz gösteriş, kötü zevkin en yüksek ifadesi olarak görülüyor. “Ferrari’ler ile yıllanmış şampanyaların yerini metro biletleri, bisikletler ve kapuçino içilen mekânlar aldı,” diyor McWilliams. Bu arada McWilliams hakkında mini bir bilgi verecek olursak, kendisi eski İngiltere hükümetinin danışmanlarındandı. Bu akım aynı zamanda insanların alışkanlıklarının değişmesine yardımcı oldu: artık polis memurları bile sakal bırakıp dövme yaptırıyor.

McWilliams, The Flat White Economy kitabında genç hipster girişimci fenomenini, ister Shoreditch, ister Pigalle’de, ister Tel Aviv ya da Lizbon’da olsun, yeni dünya ekonomisinin merkezi bir unsuru olarak değerlendiriyor.

Hipster stilinin başarısını, “‘aşırı lükse düşkün’ 90’lardan farklı olarak, ortak bir marka ile bağdaştırılamayan ve modanın tüm köşetaşlarında yeniden üretilebilmeye yatkın bir forma sahip olan,” bir yapıya borçlu olduğunu belirterek; dar kot pantolonlar ve oduncu gömleklerin indirimli bir satış noktasında olduğu kadar pahalı tasarım mağazalarında da bulmanın kolay olması örneğini veriyor. “Bir ürünü sadece üzerinde taşıdığı logoya bakarak değil, ayrıksılığın en güncel halini takip edip kendi stilinizin bir parçası haline getirme becerinizi göstererek, bu kültürün bir parçası olduğunuzu ortaya koyuyorsunuz.”

Bu incelikli bireysellik arayışı, ortaya çıktığı şehirlerde çoğu zaman dalga konusu olmuştu. Berlin 2012 yılında, Bez Çanta Çuval Yarışı ve Kemik Çerçeveli Gözlük Fırlatma gibi yarışmalarla hipster modası ile dalga geçen Hipster Olimpiyatlarını düzenlemeye başladı.

İngiltere’de Channel 4, Shoreditch hipsterlarını hicveden Nathan Barley dizisini yayınladı. New York Times’da 2013 yılında gerçek semt kültürlerini ortadan kaldırma tehlikesini doğuran, artık küresel hale gelmiş bir fenomeni eleştiri yağmuruna tutan “Hipsterlar Paris’in Nasıl Canına Okudu” isimli bir yazı yayınlandı. Sosyal medya sitelerinde hala okuyuculara bir hipsterı bir cihatçıdan nasıl ayırt edileceğini gösteren bilgi yarışmaları var. En şiddetli eleştirilerden birini, Paris’te bulunan HEC işletme fakültesinde moda ve tasarım dersleri veren sosyolog Pascal Monfort tarafından getirildi: “Hipster kültürü, vaat ettiği şeyin tam tersini yaratan bir yaşam tarzı ortaya çıkardı: yerel özgünlük yerine küresel tektipleşme.”

Fakat Paris’teki ESMOD moda okulu öğrencileri Ismael Jmili ve Ines de Peretti, hipsterların hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği bir pazar olduğunu, hatta bu fenomeni derste bir konu olarak işlediklerini söylüyor:
“Bu ticari bir gerçeklik. Moda dünyasını takip eden sermaye sahipleri bu durumdan sıkılıyorsa, bu kültürün sadece Paris’te var olmadığının ayırdına varmaları gerekiyor. (Hipster modası) Asos (İngiltere menşeli, internet üzerinden satış yapan bir perakende mağaza) gibi markalar sayesinde trendleri hiç olmadığı kadar yakından takip eden şehirlere yayıldı. Ayrıca insanların alışkanlıklarının değişmesine yardımcı oldu: artık polis memurları bile sakal bırakıp dövme yaptırıyor!”

HIPSTER SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ

Mark Greif
Çeviri: Kerem Uğur

Bir yıl önce meslektaşlarım ve ben “çağdaş hipster”ı araştırmaya/tanımlamaya koyulduk. “Hipster” neydi, “hipster olmak” ne demekti tarzı sorular kaçınılmaz olarak başı çekiyordu. Bu bizim için de tam bir muammaydı. Görünüşe göre kimse kendisinin hipster olduğunu düşünmüyor, üstelik biri size hipster dediğinde terim hakaret olarak algılanıyordu.

Paradoksal bir biçimde bu hakaretseverlerin karşı kanadının hipsterlardan oluştuğu söyleniyordu- dar pantolonlar geçirip – dev çerçeveli gözlükler takarak büyük şehirlerin küçük bölgelerinde toplanıyor, anaakım modayı ve “turistleri” küçümsüyorlardı.

İşin en kafa kurcalayan kısmı da mantıklı ve gerçekçi insanlara hipster içerikli sorular yönelttiğimizde şaşırıp kalmalarıydı. Hipsterizm üzerine toplumsal tartışma başlattığımızda öfkeli ve dokunaklı e-mailler aldım. Doğal olarak araştırmayı seven insanlar herhangi bir cevap veya tanım olamayacağını söyleyerek bana karşı çıktılar. Belki de hipsterlar hiç var olmamışlardı bile! Cevaplar sağlık hizmetleri, genç muhafazakârlar ve feminizm üzerine yaptığımız tartışmalarda aldığımız cevaplardan çok daha tutkuluydu. Ve aslında olayla alakası olmayan bireyler dahi kendilerini şu soruyla kamçılamaya başladı: “Ben bir hipster mıyım?”

Bu acılarının(!) köklerine inebilir miydim merak ediyorum. Bu yüzeysel bir konu, ve oldukça değişime açık görünüyor. Neden mi? Çünkü tat üzerine uğraşlar (Bourdiecu “tat” hipsterın başlıca konusu olarak kabul edilir) sanıldığı üzere yalnızca tat ile ilgili değil. Konuştuğum herkesin tüm bu rahatsız edici tartışmaları çerçeveleyen kitabı okuduğunu dilemekten başka bir şansım kalmamıştı: “Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste,” Pierre Bourdieu.

2002 senesinde 71 yaşındayken ölen Fransız sosyolog Bourdieu sıkça ve yanlış biçimde postmodern filozoflarla ilişkilendiriliyordu. Ama o daha çok ‘68 sonrası Fransız düşünürleriyle paylaşım içerisindeydi, yüce filozofik ideallerin günlük yaşamın çatışmalarından ayrı tutulamayacağını göstermek istiyordu. Alt kültür onun alanında değildi, hipsterların da(!) dikkatini çektiği pek söylenemezdi.

Pyrenees’nin yamaçlarında köylü bir aileden geliyordu. Babası köydeki posta ofisindeki yüksek bir mevkie getirilmişti- bu konumu elde etmek için en ufak bir çabada bulunmadığını hep vurguluyordu oysa ki. Pierre daha çocukken okul yönetimi tarafından ciddi şekilde onore edildi. Sınıfta diğerlerinden kesin çizgilerle ayrılıyordu ve onu Paris’teki Ecole Normale Supériure’e yolladılar. Orası Fransız entelijansiyasının zirvesiydi, aynı zamanda Sartre ve Maurice Merleau-Ponty’nin de öğrenim gördüğü bir ana üs durumundaydı.

Bourdieu çalışmalarının merkezine genellikle güçlü sınıfların alttakilerden daha fazla otorite ve zenginlik hak ettiğini söyleyen savları çürütmeyi oturttu. Eleştirilerinde ilk olarak kendisinin de dahil olduğu elit sınıfı –profesörler ve entelektüeller- hedef aldı; sonra medyayı, politik sınıfı ve varlıklı sınıfları peşi sıra ekledi.
“Distinction,” 1979’da yayımlandığında bir başyapıt olarak raflarda yerini aldı. Bourdieu kitapta “tat”ın sosyal mantığını göstermek istedi: sanata duyulan hayranlık, müziğe duyulan takdir, hatta yemeğin tadı sınıfsal farklılıklar gösteriyordu, ve “üst” tat, dağınık bireylerdeki mest olmuş üstünlüğün bir sonucu olarak görülemezdi.

Gelişen mahallelerdeki Wellington botlu ve tırcı şapkalı Amerikan gencinden çok uzakmış gibi görünebilir bu. Ama Bourdieu’nun yeniliği (ki buralarda uygulanabilir), zengin veya fakir kesimin geleneksel ziynetlerinin ötesine geçmekti, ki böylece tüm toplumu dolaşan sembollerin (tıpkı bu botlar ve şapkalar gibi) çatışmasını görmekti, tıpkı paranın yaptığı gibi sınıf yapısını sağlamlaştırarak.

60’ların ilk yarısından itibaren Bourdieu ve araştırmacıları Fransız domestik yaşamının özellikleri üzerine devletin verilerini de dikkate alarak tüm sınıflardan 1200 kişiyi ankete tabi tuttu: “Aşağıdakilerden hangisi daha güzel bir fotoğraftır?” Seçenekler arasında günbatımı, kedisi olan bir kız ve bir araba kazası verilmişti. Devletin beslenmeyle ilgili araştırmalarından klasik bir soru almışlardı: Fransız milletinin çok yediğini düşünüyor musunuz? İstatiksel sonuçlar çarpıcıydı. Tercih ettiğiniz şeyler –kişisel ve eşsiz olan ve yalnızca ayırt etme yetisiyle meşrulaşan sevdiğiniz tatlar- sosyal sınıfın ölçülerinin tanımıyla sıkı sıkıya örtüşür: işiniz gibi, yüksek sertifikalarınız gibi, babanızın işi gibi.

Bourdieu istatistiklerinin gücü, yerel alışkanlıkların ne kadar sabit ve keyfekeder olduğunu göstermeyi amaçlıyordu. Amerika açısından okuduğumuzda Bourdieu, bize “gösterişçi tüketim” fikrini veren Thorstein Veblen’in bir güncelleyicisi gibiydi. Kolej öğretmenleri ve sanatçılar, alışılmadık biçimde bir araba kazasından güzel fotoğraf çıkacağına inanarak bu tadı uygun gördüler, ama bunun sofistike veya derin bir yanı yoktu. Kendilerini hafif yiyeceklere meyilli oldukları şeklinde tanımlayan beyaz-yakalılar –kendilerine “hem peynir hem tatlı” ısmarlayan çiftlik işçilerinin aksine- çok da incelikli görünmüyorlardı, yalnızca basmakalıptılar.

Tat, stabil ve hareketsiz değildir, ama stratejinin ve yarışın yollarından biridir. Zenginlikteki bu üstünlük, tadı, ruhtaki bir üstünlükmüş gibi görünmek için kullanır. Statülerini farklı kaynaklardan çizen daha yakın sosyal sınıf grupları, tadı ve onun marifetlerini birbirlerini ezmek için ve üste çıkmak için kullanır. Kültürdeki bu sosyal dominans çatışmaları, kuşkusuz mensupları hipsterlar olarak görülen toplulukların içindeki dinamiklerin eserleri.

Bourdieuian görüşe sahip olduğunuzda hipster mahallelerini, farklı kökenlerden genç insanların birlikte takıldığı ve sosyal kazanım için çabaladığı kesişen sokaklar olarak görebilirsiniz. Bir hipster alt grubunun stratejisi diğerlerinin “boş zamanları olan liberal sanat koleji mezunları” düşüncesini yıkmaktır; bu saldırı orta halin üzerindeki, kolejden sonra “yaratıcılık gerektiren iş” umutlarıyla şehirlere taşınan çocuklara yönelik. Bunlar sıklıkla gruptan ayrı tutulan, küçük düşürücü stajyerliklerde saklanan ve kentsel hiyerarşide yok sayılan hipsterlardır – ama kültürel “coolluğun” üstün bedenini idare etme açısından kolej-öğrenimi sınıflandırma, biriktirme ve takdir etme becerilerini kullanma yetisine sahiptirler.
Ama “güvence fonu hipsterları” olarak suçlanabilirler. Bu, paranın ele geçirdiği, kültürden çakmayan, gerçek sermayeyi “kültürel sermayeye” (Bourdieu’nun en meşhur söylemi) dönüştüren kültürsüz zenginliği zor duruma sokabilir ve giyilmeye hazırmış gibi bir altkültür elde eder (bu noktada Paris Hilton’u tırcı şapkasıyla gözünüzün önüne getirin).

Bu arada her iki grup da couchsurf’ünü ve eski kıyafetler giyip daha otantik görünen sosyal açıdan istikrarsız hipsterları küçük görür- ki bunlar orta sınıfın altındaki, tarzı aşıp ilerlemiş ama ebeveyn kültürüne ve aile parasına dayanağı olmayan gençlerdir. Bunlar tuzu kuru akranlarını ve zengin turistleri bekleyen barmenler ve butik tezgahtarlardır. Yalnızca cool kıyafetlerinin görüntüsüyle “üstün” olabilirler: hipster ilimi ekonomik devinimsizliği kompanse eder.

Tüm hipsterlar yenilikleri ilk benimseyenler onlarmış gibi görünürler: gurur; bilmek ve karar vermekten gelir, tüm dünyanın geri kalanında öncelikli cool olan budur. Nefret ve suçlama alışkanlıkları hipsterlarda endemiktir çünkü herkesin pozisyonundaki zayıflığı hissederler- bu kendileri için de geçerli. Kendini umutsuzca yükseltmeye çalışanların üzerine giderler ve anında onları bir rakip gibi görerek yolundan çevirirler. Sen tadın doğal bir aristokratı iken o sahtedir. İşte bu yüzden kendini hipster olarak tanımlayan insanlar arasında “Gerçek falan değil, sadece bir hipster,” inandırıcı bir hakarettir

Hipsterı analiz etme girişimi evrensel bir gerilimi kışkırtıyor çünkü “hipster” herkese hodri meydan diyor. Ve tek cesareti kendini üstün görmekten gelmiyor. Çoğumuz nefis zevklerimiz ve zekamız bize hak ettiğimizi kanıtlıyormuş, içsel üstünlüğümüzü yansıtıyormuş gibi davranarak ayrıcalıklarımızı aklamaya çalışıyoruz. Ekonomik açıdan altımızdakiler yaptıklarımızı onaylamıyor; benzer şekilde işlerimizi dolduramıyor, zenginliğimizi elde edemiyor ve zorluklarımızla başa çıkamıyorlar. Elbette bu korkunç bir yalan. Ve Bourdieu hayatını bunu açığa çıkarmaya adadı. Onun okurları aslına bakılırsa ona karşı sorumlu hale geliyorlar – yaşamlarımızı muayene etmek için başarısızlığımızı itiraf etmeye zorlanıyoruz, ve görünüşte kıyafetlerimizin saçmalığı ve ayrımını, tıpkı Bourdieu’nün ortaya çıkardığı gibi, dünyamızı yapılandırıyor.

HIPSTER İKTİSADININ SINIFSAL DOĞASI

Jason Unruhe
Çeviri: Sezgin Şahin

Üretimin kentsel merkezleri ve aşağı yukarı diğer mekânları terk etmesiyle, iş yoksunluğu değer kuşağında keskin bir boşluk yaratıyor. Bu Birinci Dünya işleyişi ve vergilendirilebilir gelir yoksunluğuna hapsedilen orta sınıf için daha düşük bir gelir seviyesine yol açıyor. Bu vergi geliri yoksunluğu çoğu şehir altyapısının çöküşüne sebep oluyor. Mevcut gelir ve iş yoksunluğu mesken mülklerinin büyük bir hızla düşüşü anlamına da geliyor. Bu düşmekte olan değerler ve kiralar azalan meskenleşmede bir yükselişe sebep oluyor. Somut emtia üretim yükü Üçüncü Dünya’ya doğru yön değiştirdikçe, Birinci Dünya’daki işçiler hizmet sektöründe düşük iş gücüyle kalıyorlar. Bu gelirlerin (başkasından) geçinmeye yetmemesi yoksulluğun başlıca nedenidir. Bunların tümü bugün Kuzey Amerika’daki toplumsal yapıyı meydana getirmiştir.

Kapitalist sınıf, düşmekte olan değerlerle yüzleşmemiz durumunun gayet bilincinde. Ne kadar vergi muafiyeti ve teşvik sağlasalar da değer yaratımının motoru olan üretimin şehirlerine geri gelmediği realitesinin de farkındalar. Kapitalist sınıfa sağlanan hiçbir avanta miktarı Üçüncü Dünya’nın çalışma koşullarıyla ve yoksulluk maaşlarıyla boy ölçüşemez. Bu sebepten ötürü şehirleri için yeni bir istihdam sahası aramaktalar. Asıl soru, bu gidişatın farkına nasıl vardılar? Ve ne tip iş sahaları yaratıp, onları cazip kılmaya çalışacaklar?

Cevap Birinci Dünya ekonomimizde yatıyor. Bazı ofis işleri ve çoğu hizmet işi yeni normlar haline geldiler. Bu işlerle ilgili sorun ise, spesifik olarak hizmet işleri, çalışanlarını vergilendirecek kadar maaş vermiyor oluşları. Bu yüzden şehir planlamacıları ve belediye idari teşkilatları, yazılımcılar, Google, envai çeşitte teknoloji şirketleri gibi diğer iş dallarını cazip kılmak zorunda kalıyor. Bu işletmeler kayda değer şekilde vergilendirilebilecek makul sayıda yüksek maaşlı çalışana sahip. Şehirleri cazip kılma yollarının aradığı ve talep olan yeni işler bunlar. Bu akış, geniş oranda net gelir harcayan çalışanlar ve vergilendirilebilir büyük ticari şirketler kazandırıyor.

Peki tüm bu firma ve iş sahalarını nasıl cazip kılıyorlar? Şehir kamu parasını yenilenmiş altyapıya, bilhassa internete ve kent merkezli iş bölgelerinin güzelleştirilme projelerine harcıyor. Vergi mükellefleri paralarını kapitalist sınıfın faydasına harcamaya zorlanıyor, çıkar için onların olumsuz arzularını karşılıyorlar. Bunlar genellikle restorasyon projelerini, orta gelir konutlarının yerinden edilmesini ve artırılmış polis mevcudiyetini içeriyor. Şehri (iş bölgesini) göze daha hoş görünür kılmak böyle firmaların gözünde çoğu zaman büyük bir artı. Genel merkezlerini “birinci sınıf bir şehir”de istemeleri de buna dahil. Onları çekme çabası teknoloji firmalarına büyük vergi muafiyetleri sağlarken kamuyu daha büyük bir (vergi) ödeme yüküyle baş başa bırakıyor. Bu harcama ve kaynak kullanımlarının sınıfsal doğası çok açık olmalı.

Böyle bir güzelleştirme projesinin başlıca bir örneği: Kuzey Philadelphia’da Amtrak şehrin yıkıntılarını görmek zorunda kaldıkları için müşterileri tarafından rahatsız edilmişti. 2008 yılında yoğunlaşan Kapitalizmin Küresel Çöküşü argümanlarının sonuçlarını ve neoliberalizmin etkileriyle harabeye dönen binaları görmekten rahatsız olmuşlardı. Şehrin işsizlik oranı yüksek ve %28 civarında, bazı ortaokullardaki öğrencilerin neredeyse tamamı yoksulluk sınırının altındaydı. Fazla söze gerek yok, şehrin kuzey ucunun büyük kısmı bir savaş alanı gibi görünüyor. Ne şehir, ne de Amtrak bunun hiçbir kısmının tren istasyonlarından kötü görünmesini istemiyor. Şirket, Ulusal Sanat Vakfı ile birlikte Alman sanatçı Katharina Grosse’yi işe alarak bunların tamamının örtülmesi için büyük ölçekli bir sanat projesine girişti. Projenin adı “Kentsel Yıkıma Karşı Sanatla Mücadele”. Küratör Liz Thomas’a göre projenin sözüm ona amacı “insanların her gün hızla geçtikleri bu alan hakkında düşünmelerini isteyen bir deneyim” yaratmak.

Tabi ki projenin asıl amacı bu yıkılmış bölgelerde yaşamayan Amtrak müşterilerinin bunları görmek zorunda kalmasına kalkan olmaktır. Onlar kim ki bu alan hakkında düşünülmesini istiyor? Orada yaşayan insanlar bunu düşünmek zorunda değil, bunu her gün deneyimliyorlar zaten. Bu tamamen banliyölerde yaşayıp yoksulluk tarafından rahatsız edilmek istemeyen profesyoneller için. İşçi ve yoksul üzerine bundan daha aşağılayıcı çok az şey aklıma geliyor.

Kamudan toplanan vergi paraları kendi yoksulluklarını örtbas edip, daha yüksek gelirli, teknoloji endüstrisi için çalışan üst orta sınıfı cazip kılma amacıyla kapitalist sınıfa hizmet etme istismarına fon yaratmak için kullanılıyor. Bu işin hiçbir kısmı yoksulluğu veya üretilen değer kuşağı yoksunluğunu iyileştirmiyor. Bu, işçi sınıfını ötekileştiriyor, göz ardı ediyor ve mülkiyete sokuşturuyor. Spike Lee’nin belirttiği gibi beyaz profesyonellerin işine yarıyor ve azınlıkları kapsam dışında bırakıyor. Ve bu mekânlara yerleşen insanlar kimler mi dersiniz: hipsterlar… Hipster ekonomisine –yani geleceğin dalgasına- hoşgeldiniz,

Bu, toplumdaki üst orta ve üst sınıfları kötülüğe teşvik eden bir iktisat politikasıdır. Hipsterlar mevcut mekânlara yerleşip, teknoloji işlerini edinince mesken fiyatları artıyor. Bu yükselen değerler düşük gelirli insanları evlerinden olmaya itiyor. Bu da orantısız şekilde kentsel dönüşümde bir yükselme yaratan azınlıkları etkiliyor. Onlar vardıklarında, şehir mahalleleri onlar için geliştirmeye başlıyor. Onca zamandır görmezden gelinen okullar bir anda fonlar edinerek güncellemeler ve tamiratlar yapmaya başlıyor. Çok ihtiyaç duyulan kamu hizmetleri bir anda mukimler için ortaya çıkıyor. Aynı fakir halk bunları istediğinde görmezden gelinmişlerdi. Ayrıca çok büyük ölçüde polis varlığı sağlanıyor ki alt sınıflar üst sınıfları rahatsız edemesin.

Üretim işlerinin Üçüncü Dünya’ya sevkiyatı yerel işçiler ve kapitalistler arasında toplumsal zıtlığın artmasına sebep oldu. Yönetici sınıf artık üst-orta sınıf hipsterların bölgeye üşüşme ivmesini iktisadî diriltme ve iş yaratımı iddiaları için kullanıyor. Bunların tamamı halkı ekonomik durgunluğun bittiğine, hala var olan işsizliğin “işler orada duruyor” bahanesiyle onların kendi hatası olduğuna ikna etmeye yönelik devasa düzenbazlıklar. Halbuki yeni işlerin arzı, iktisadı gerçekten düzeltebilecek miktarın yanına bile yaklaştırmıyor. Üretimin Birinci Dünya’ya geri gelmeyeceğini bilenlerin yarattığı ve bize sunulan başka bir illüzyon da bu.

Söz konusu Keynesçilik ve aşağıya sızma iktisadının evliliği, altyapı harcamalarının sadece kent merkezine harcamaya değer olup ezici bir çoğunlukla beyaz profesyonel sınıfa cazip görünmesi/gösterilmesi inancıdır. Kapitalizmin kapitalistlere ve imtiyazlı sınıflara hizmet etmesidir. Bu meskenlere yerleşen hipsterlar kendilerini sıklıkla “sosyal liberaller, mali muhafazakarlar” olarak tanımlıyor. Belirttikleri ideoloji tipik orta sınıf görüşüdür: “Azınlıklardan ve eşcinsellerden nefret etmiyorum, benden ve ailemden uzak durdukları sürece”.

Bu planın sınıf doğası kati olmalı. Büyük kısmı yok edilmiş işçi sınıfını, yeni hipsterların lehine bir şekilde, göstere göstere yolun dışına itiyorlar ve bu esnada işçi ve yoksul sınıfın kalıntılarından rahatsız olmayacaklarını sağlama alıyorlar. Son tahlilde kapitalizm kendisini bu iktisadî durgunluktan çekip alamaz ve belki de kapitalin limitine erişilmiştir. Artık tek yapmaları gereken bize bir kalkınma hakkında yalan söylemeleri.

HIPSTER ŞEHİRCİLİĞİ
VE KENTSEL DÖNÜŞÜM

Sua Son

Çeviri: Kerem Uğur

Günümüzde, dünya genelinde, şehirlerin pejmürde mahalleleri modern ve trendi alanlara dönüşüyor. Bazıları bu kentsel dönüşüme, yemeğe karşı ciddi tutkuları ve ilginç tasarım kaygılarıyla “hipster” akımının sebep olduğunu iddia ediyor.

Şehirli peynirciler ve organik meyve-sebzeli kokteyllere sahip bıyıklı manavlar Paris’in semtlerinden birinde, Strasbourg Saint-Denis’de kreatif trendler yaratıyor. Bu bölge –ki şu an organik dükkânlarla, hipster kafeleriyle ve pahalı şarap mahzenleriyle dolu- bir zamanlar başkentin fuhuş mahallelerinden biri olarak biliniyordu. Genç Parisli girişimciler şık barlar ve güzel yemekler servis eden gürültücü lokantalar açarak bölgenin havasını değişime uğratıyorlar. Bu durum Paris’in geri kalanının bölgede açılan bir başka hipster kafeden memnun kalacağı anlamına gelmiyor, aksine tüm şehirde bu “coolluğun” suyunun çıkmasından endişeleniyorlar. İnsanlar hipsterların çalıştırdığı “hip-çakması” dükkânlar yüzünden şehrin kendi ayrıcalığını kaybetmesinden korkuyor.

2010’da, New York Times’dan Mark Greif “Aynadaki Hipster” makalesinde “hipster” kavramının iç yüzünü anlamaya yönelik ilginç fikirler sundu. Greif, çağdaş hipsterı, zamanın trendlerini ve tarzlarını takip eden/benimseyen kişi olarak tanımlıyor. Bu görüşte bir hipsterın durumunu açıklayan “belirgin” özellikler yer almıyor. Şehirler genç insanların –farklı kökenlerden ve sosyal sınıflardan hipsterların- “ideal tat” kavramını yeniden tanımlamak için birbirleriyle yarıştığı yerler haline geliyor.

Tat, yüzeysel bir konu. Tat, neyin güzel, uygun ve iyi olduğunu anlamaya yönelik bir beceri olarak bilinir. Bizim kabul ettiğimiz şeyler, tıpkı tasarım, sanat, müzik veya yemek gibi, aslında büyük ölçüde farklı toplumsal gruplara bağlıdır. Eğer ilham dolu ve yaratıcıysanız bugünlerde hipster olmak çok kolay görünüyor-ama neredeyse herkes hipster olma düşüncesini reddediyor. Yine de bu insanlar şehrin ekonomisinde pay sahibidir ve komşularıyla güçlü ilişkiler kuran, zaman ve efor harcayan kimselerdir.

Neden onları bir avuç amatör yerine ilham verici profesyoneller olarak göremiyoruz? Hipsterların sıklıkla alay konusu olduğu doğru. Birçok şikayet, bu yeni ve genç insanların yapay olduğu ve sıklıkla uğradıkları yerlere uygun olmadıkları yönünde. “Ne kadar yıllanmışsa, o kadar otantiktir”-yaşadığımız şu zamanlarda bu sizce de makul bir argüman değil mi? Bu görüş aynı zamanda hipster mekân sahiplerinin dışarıdan gelen fikirleri çok da takmadıklarını göstermektedir.

Yine de bu insanlar ciddi iş yapan, toplumu dönüştürmek isteyen ve daha da önemlisi mahallelerinde uzun süreli yerleşimci olmaya, yerel bölgelere yatırım yapmaya, aile kurmaya ve alışveriş konusunda yerel işletmeleri tercih etmeye daha yatkın insanlar. Şehirlerin onlar için neler yapabildiğini sormak yerine bu genç girişimcilerin şehirler için neler yapabileceğini sormak gerek. Yeni sokak görünümleri üzerine çalışıp, herkesi bir zamanlar kaçtıkları Paris’in malum köşelerine tekrar davet ediyorlar.

Strasbourg Saint-Denis’de bir zamanlar yetişkin ürünleri satan dükkânlar şimdilerde taze mozzarella topları ve baladur ağacı cevizi satıyor. “Strasbourg Saint-Denis son on yılda inanılmaz değişti,” diyor beş yıldır Strasbourg Saint-Denis sakini olan 29 yaşındaki girişimci Mael Primet.

İyi veya kötü, sokaklar organik meyvelerin ve marketlerdeki güzel peynirlerin kokularıyla ve şaraplıklar pahalı şişelerle dolu. Birkaç yıl evvel raflarda görebileceğiniz şeyler anca gösteriş budalası ürünler olurdu. Şimdilerde hepsinin yerini kabak sergileri aldı.

Farkında olarak veya olmadan neredeyse tüm şehir sakinleri, ve ben de buna dahilim, her gün yüzlerce hipster tercihi yapıyoruz: renkli organik meyve reçelleriyle ve egzotik baharatlarla dolu kafelerde organik meyve-sebzeler satın alıyoruz.

Hipsterlar kendilerini ve mahallelerini daha iyisi için şekillendirmeye devam ediyorlar. İşte bunlar Strasbourg Saint-Denis’in sokaklarını, Paris’in ve diğer büyük şehirlerin pejmürde mahallelerini yeniden yaratıp canlandıran insanlar. Bu elbette tüm hipsterlar, yaşadıkları yerlere iyi katkılar sunuyor demek değil, ama şehirlerinde iş imkânları yaratıp orada yaşayan insanlar için daha iyi olanaklar sağladıkları da bir gerçek.

Bugünün şehirleri çabucak değişiyor – ve artık eski tabirlere, tanımlara ve ilişkilerin nasıl evrilmesine dair bakış açılarına sığmıyoruz. Paris’in küçük bir sokağındaki bir fast food lokantasının önüne bir burjuva meyve kamyonu park eder ve kimse bu sahnedeki tuhaflığı fark etmez. Evet doğru, herkes mahalledeki hipster değişimini hoş karşılamıyor, ama yavaş yavaş hipster dünyasına uyum sağladığımızı inkar etmek zor.


MARX, ENGELS VE AİLE KURUMUNU LAĞVETMEK

RICHARD WEIKART

Türkçesi Deniz Kurt
Editör Deniz Cansever
Yayın yönetmeni Şenol Erdoğan

Engels, Marx’ın ölümünden birkaç ay sonra şöyle yazar: “Her büyük devrim hareketinde ‘özgür aşk’ kavramının gündeme gelmesi tuhaftır”. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonlarına kadar, çoğu sosyalistin pratikte olmasa da idealde evlilik kurumunu reddetme ve “özgür aşkı” savunma eğiliminde olduğu hem yandaş hem muhaliflerce kabul ediliyordu. Prusya ve Alman İmparatorlukları; 1849, 1874, 1876 ve 1894 yıllarında yürürlüğe koydukları kanunlarla diğer birçok şeyle birlikte aile kurumuna saldırıyı da yasaklayarak aileye yönelik sosyalist tehdidi bertaraf etmeye çalıştılar. Ne var ki, Bismarck’ın 1878’de geçirmeyi başardığı Anti-Sosyalist Yasa’da aileye dair bir ibare yer almıyordu.
Ütopyacı sosyalistler Charles Fourier ve Robert Owen, geleneksel aile ilişkilerini Marx ve Engel’ten daha önce reddetmişti ve birçok on dokuzuncu yüzyıl sosyalisti de onları takip etti. Alman sosyalistlerin en meşhur siyasi liderlerinden August Babel -sadık bir Marksist olsa da- ünlü kitabı “Kadın ve Sosyalizm”i [Die Frau und der Sozialismus] Fourier’nin fikirleri etkisinde yazdı. Ancak on dokuzuncu yüzyıl sosyalistlerinin hepsi aile karşıtı değildi. Fransa’daki sosyalist ve anarşist çevrelerde son derece etkili bir isim olan Pierre-Joseph Proudhon, sevdiği ve saygı duyduğu aile kurumunu muhafaza etmek istiyordu. Anarşist Mikhail Bakunin, Proudhon’un el üstünde tuttuğu geleneksel aile bağlarını bombardımana tutmasına rağmen bir kadın, bir erkek ve çocuklarından oluşan ve mevcut resmi aile yapısının yerini alacak gönüllü bir “doğal aile” birimini savunuyordu.
Marx ve Engels, sosyalistler arasındaki aile karşıtı akımın elebaşlarından olmasalar da -bilhassa Engels olmak üzere- konuya büyük katkıda bulundular. Bir Prusya ajanı, Marx’ın Prusya İç İşleri Bakanı olan kayınbiraderine, Marx’ın yakın ilişkide olduğu Londra’daki Alman komünistlerin “devlet, aile ve toplumsal düzene fevkalade bir tehdit oluşturduğunu” bildirdi. Engels, Marx’ın ölümünden kısa süre sonra yayımladığı ve Marx’ın yazmak istediği düşüncelerini yansıttığını söylediği “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” kitabında bu konuyu gündeme getirdi. 1895’te Almanya’da sosyalist kadın hareketinin lider isimlerinden Clara Zetkin, bu eseri “tüm kadınların özgürleşme mücadelesindeki en temel taşlardan biri” olarak övdü. Engels’in kitabı yalnızca on dokuzuncu yüzyılın sonuna damga vurmakla kalmadı, sosyalist feministlerden bile övgü kadar yergi alsa dahi, çağdaş sosyalistler ve feministler arasında bir rönesans yaşadı.
Çağdaşları arasında sosyalizmin sadece devlete değil, aileye karşı da tehdit oluşturduğuna dair şüphe olmasa da, Marx ve Engels’in aile görüşlerine yönelik daha sonraki eleştiriler radikalliklerine gölge düşürdü. Kimileri, aileye yönelik saldırılarını bir reform çağrısı ve suistimalleri temel aile yapısını bozmadan ortadan kaldırma isteklerinin ifadesi olarak yorumladı. Kimileri, Engels’in aileye dair yazılarında ailenin lağvedilmesine dair bildirilerini zayıflatan doğalcı unsurlar keşfettiklerini iddia etti. Kimileri de Marx’ın kendi aile hayatı ile desteklediği idealler arasında tezat olduğunu öne sürdüler.
Marx ve Engels’in aile konusundaki tutumlarına yönelik çeşitli yorumlar, kimi zaman önemli noktalara dikkat çekse de çoğunlukla görüşlerinin radikalliğini gölgeler. Marx ve Engels’in aile eleştirisi şu üç ana unsurdan oluşur: 1) çağdaş burjuva ailesinin ikiyüzlülüğü ve gaddarlığı; 2) ailenin tarihselleştirilişi, yani ailenin kökeni ve gelişimine dair tarihi kayıtlar; 3) komünist bir toplumda geleceğin “aile” vizyonu. Marx bir defasında komünist toplum bünyesindeki daha üstün bir aile yapısından bahsetse de Engels’le ikisi çoğunlukla ailenin imhası, kaldırılması ve lağvedilmesi üzerine yazdılar. Komünist toplum için tasarladıkları ilişkiler, on dokuzuncu yüzyıl Avrupası da dahil olmak üzere başka hiçbir yerdeki aile yapısına benzemiyordu. Dolayısıyla bakış açılarını ailenin lağvedilmesi olarak tanımlamaları gayet mantıklıydı. Aileyi yeniden yapılandırmak istediklerini söylemek, ancak aile tabirini olabilecek en geniş anlamıyla kullandığımız takdirde mümkündür.
1843-1844’te komünizmle tanışmasından evvel siyasi bir radikal ve Sol Hegelci olan Marx’ın aileye bakışı başlarda çok daha gelenekseldi. Prusya’da yeni teklif edilen boşanma yasası üzerine yazdığı 1842 tarihli makalesinde evliliği, onu ahlaki bir kurum olarak kabul eden Hegelci bir yaklaşımla ele aldı. Ancak, IV. Friedrich Wilhelm’in Prusya’yı ‘Hristiyan devlet’ hâline getirme hedefinin azılı bir muhalifi olarak Prusya yasasının evliliği dini bir kurum olarak tanımasına karşı çıktı. Marx evliliğin gerçek hayatta bazen sona erse de, özünde dağılmaz olduğunu öne sürdü. Dolayısıyla boşanmaya bazen izin verilmeliydi; ancak bu gelişigüzel olmamalıyı ve evliliğin kurtarılamayacak noktaya geldiği gösterilmek zorundaydı. Yani 1842’de Marx’ın kolay boşanmayı ve ailenin lağvedilmesini savunduğunu söylemek zordur.
Marx’ın ailenin feshedilmesi kavramıyla kayda değer ilk karşılaşması, muhtemelen 1843-1844 yıllarında komünist fikirlerle tanıştığı ve Fransız başkentinde toplanmış sayısız sosyalist ve radikalle uzun sohbetler ettiği Paris’te gerçekleşmişti. Charles Fourier’nin fikirleri 1830 ve 40’lar boyunca Fransa’daki sosyalist hareket üzerinde bir hayli etkiliydi ve aileye dair fikirleri 1841’de yayımlanan “Bütün Eserleri”nin ilk cildinde yayımlandı. Fourier, tek eşli evliliğin yerini cinsel arzulara çok daha geniş özgürlük tanıyan bir sistemin alması gerektiğini savunuyordu, çünkü tek eşliliğin insan doğasına aykırı bir kurum olduğunu ve dolayısıyla insanın mutluluğu önünde bir engel teşkil ettiğini düşünüyordu. Ayrıca çocukların da ortaklaşa büyütülmesini öneriyordu; böylece toplum rekabetçi, birbiriyle tartışan aile birimlerine bölünmek yerine tek, büyük, ahenkli bir aile olabilecekti.
Marx, Fourier’nin fikirlerini pek kullanmasa da (Fourier’nin kendi öğrencileri bile hayalperest liderlerinin önerilerini benimserken seçici davranmışlardır) bu fikirler onun aile meselesini ele almaya ittiler ve mevcut kurumları eleştirmesi için gerekli cephaneyi sağladılar. Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi” (1845-1846) kitaplarında Fourier’yi Karl Grün’ün onu yanlış yorumladığı iddiasıyla savunarak onun aile eleştirisine aşina olduklarını gösterdiler. Ancak Marx ve Engels de Fourier yorumlarında muhtemelen Grün kadar hatalılardı. Fourier’nin fikirleri, Marx’ın kafasını “Kapital”i yazdıktan sonra bile meşgul etmeye devam etti, zira 1868 tarihli bir mektubunda kadınların toplumdaki konumundan bahsederken Fourier’nin prensibinden dem vuruyordu ve yaşamının sonuna doğru Morgan’ın “Eski Toplum”u üzerine yazdığı notlarında Fourier’den bahsediyordu. “Alman İdeolojisi”ndeki başka bir pasajda Marx ve Engels, hem Fransız hem de İngiliz sosyalistlerin ısrarla ailenin dağılmasını istediğini iddia ettiler. Bu, ne kadar rastgele gözükse de, Robert Owen’ın bir kurum olarak aileyi reddetmesinden haberdar olduklarını gösterir; zira İngiliz sosyalistlerinden aileye en çok saldıran isim oydu.
Engels’in aileye yaklaşımının büyük ölçüde Fourier ve Owen’dan etkilendiği muhakkaktır. Engels, en önemli eseri “Anti-Dühring: Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor” adlı kitabında iki sosyalisti de aile konusundaki görüşlerinden dolayı methetti. Owen’ın aile üzerine yazılarını en önemli eserleri olarak kabul etti. Fourier ile ilgili ise şöyle yazdı: “Burjuvazideki cinsel ilişkilerin vaziyetine ve burjuva toplumunda kadının konumuna dair eleştirileri bilhassa isabetlidir”. 1884’te “Ailenin Kökeni” üzerinde çalıştığı sırada Karl Kautsky’ye yazdığı bir mektupta, Fourier’nin birçok hususta Owen’ın habercisi olduğunu. Aslında Engels kitabında Fourier, Owen ve kendi fikirlerini mukayese etmeye niyetliydi ama zaman kısıtlaması yüzünden bu mümkün olmadı.
Marx’ın 1840’ların başındaki entelektüel gelişimindeki bir diğer önemli faktör, Feuerbach’ın Hegel’in idealist felsefesindeki özne ve yüklemi tersine çevirdiği (düşüncenin özne, varlığın yüklem olduğu) dönüştürücü Hegel eleştirisidir. Feuerbach, Tanrı’nın cisimleşmiş ideal insan olduğunu öne sürer ve teolojinin antropolojiye indirgenebileceğini savunur. İnsanların, Tanrı’yı yabancılaşma sonucunda kendi suretlerinde yarattığını düşünür. Marx, Feuerbach’ın analizini bir adım -aslında devasa bir sıçrama- kadar ileri taşır ve onu aile gibi insan kurumlarına da uygular. Eğer somut birey ve varlık, kurum idealarından önce geliyorsa bu idealar artık kutsal değildir; tam aksine, Marx’ın kökenini esasında ekonomiye dayandırdığı mevcut yabancılaşmanın yansımalarından ibarettir. Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler”de yabancılaşmanın alt edilmesinin ardından ailenin akıbetini açıkça yazar: “Öyleyse, dünyevi ailenin kutsal ailenin sırrı olduğu ortaya çıktığı takdirde, ilkinin teoride ve pratikte imha edilmesi lazımdır”. Feuerbach’ın Marx’ın aile görüşüne katkısı dolaylı da olsa çok önemlidir.
Marx ve Engels 1843-1844’te komünist fikirleri benimsedikten sonra ailenin mevcut durumuna aman vermez bir saldırı başlattılar. Engels bu savaşta meslektaşından daha hararetliydi ve ilk ateşi Marx’ın 1844 tarihli Deutsch-französische Jahrbücher’de [“Alman-Fransız Yıllıkları”] bastığı ve sonra tam hâliyle “İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu”nda (1845) yayımlanan bir makaleyle açtı. Engels, makalesinde fabrika sisteminin, özellikle çocuk işçi talebiyle ailenin dağılmasına katkıda bulunduğunu iddia etti. Kitabında bu konuya ağırlık verdi ve emekçi sınıftan ailelerin yaşamından dokunaklı örnekler vererek fabrika sisteminin onlara yaşattığı değersizleşmeyi ve manevi çöküntüyü gözler önüne serdi. Ev yaşamını imkânsız kılan zehir dolu barakaları, anne ve babalar fabrikada çalıştığı için ihmal edilen çocukları ve ailenin felaketini hazırlayan manevi çöküntünün diğer faktörlerini tasvir etti. Marx, “Kapital”de İngiltere fabrikalarındaki kadın ve çocukların berbat koşullarını sergilese de bunu yalnızca bir defa açıkça ailenin dağılmasıyla ilişkilendirmişti.
Evlilik ve aile ilişkilerine değinmekte Engels kadar hevesli olmamasına rağmen, ikilinin burjuva aile ideallerine yönelik en sivri eleştirileri Marx’ın kaleminden çıktı. Birlikte yazmış olsalar da “Komünist Manifesto”nun son taslağı Marx tarafından kaleme alındı. Engels’in taslağında komünist bakış açısına göre aile üzerine bir kısım vardı; bu kısım Marx’ı bu konu hakkında yazmaya teşvik etti. Ancak Marx, burjuvanın aile kavramını yerin dibine sokarak Engels’in yazısından büyük ölçüde ayrıldı. Marx, burjuvazinin aileyi ailevi bağlar üzerine kurulu kutsal bir yapı olarak sunmasındaki ikiyüzlülüğü hicvetti: “Burjuvazi, aile bağının duygusal örtüsünü çekip alarak onu para ilişkisine indirgemiştir”. Burjuvaziyi ve kapitalist düzeni acı bir sitemkârlıkla çocukların suistimali, fuhuş ve fabrikalarda çalışan kadın ve kızların cinsel istismarı yoluyla emekçi sınıfındaki aileyi yok etmekle suçladı. Marx ve Engels, bu burjuvazi eleştirilerinin birçoğunu daha önce “Alman İdeolojisi”nde dile getirmişti, ancak bu eser onlar yaşarken yayımlanmadı.
Fourier, geleneksel cinsel âdetleri ve aile kurumunun kutsallığını destekleyen toplumun ikiyüzlülüğünü Marx ve Engels’ten daha önce incelemişti. Owen, emekçi sınıfındaki ailelerin insanlık dışı çalışma koşullarına zaten dikkat çekmişti. Fakat Marx ve Engels, on dokuzuncu yüzyılın kapitalist toplumunda emekçi sınıfındaki ailenin parçalanışını gözler önüne seren bir yığın deneysel veri toplayarak aile karşıtı eleştiriye büyük katkıda bulundular. Ailenin ölüm döşeğinden kalkması için hiçbir umut bırakmadılar.
Marx ve Engels’in aileye yönelttikleri ikiyüzlülük ve zamanın aile kurumunun değersizleşmesi kadar etkili bir diğer eleştirileri, ailenin tarihselleştirilmesidir. Bu unsur olmasaydı zamanın ailesinin berbat koşullarını ortaya dökmeleri, modern endüstrinin mahvettiği geleneksel aile değerlerine geri dönüş çağrısı olarak yorumlanabilirdi. Parlementodaki muhafazakâr parti üyeleri, Marx’ın “Kapital” için bir hayli malzeme topladığı fabrikalardaki insanlık dışı çalışma koşullarını ortaya koyan raporları bu şekilde yorumluyordu. Marx ve Engels ise aileler için mutlak bir norm talebini ailenin tarihteki yerinin üç yönünü ele alarak reddettiler. İlk olarak ailenin kökeni için bir teori oluşturdular. İkinci olarak, ailenin tarihteki gelişimi süresince farklı şekiller aldığını iddia ederek burjuva modelini sadece en yeni geçiş aşaması olarak gördüler. Son olarak ise, ailenin geçirdiği dönüşümlerin ekonomik kuvvetlerin etkisiyle gerçekleştiğini öne sürdüler. Morgan’ın “Eski Toplum”unu okuduktan sonra bu üç konuya yaklaşımlarında ufak değişiklikler olduysa da bu değişiklikler ne burjuva ailesine karşı duydukları küçümsemeyi ne de gelecekteki toplumsal ilişki vizyonlarını etkiledi.
Fourier ailenin kökenine ve tarihsel gelişimine dair bir teori geliştirmiş olsa da Marx ve Engels bu teoriyi benimsemedi. Fourier, insan tarihi üzerine görüşlerini ifade ettiği Theorie des quatre mouvements [“Dört Hareket Kuramı”] başlıklı kitabında dünyanın yaratılışından sonuna dek tüm çağlarını gösteren bir çizelge yayımladı. Tarihin ilk yarısı, cennetten kovulma (ilk çağ) haricinde, barış ve refah dönemiyle sonuçlanan bir büyüme ve ilerleme süreciydi. Daha sonra, tarihin ikinci yarısı çürüme ve gerileme getirdi; ta ki dünyanın nihai yıkımına dek. Fourier sırasıyla cennet, yabanıllık, ataerkillik ve barbarlığı takip eden beşinci çağda, uygarlık çağında bulunduğumuzu düşünür.
Marx ve Engels, Fourier’nin detaylı ve girift tarih şemasından itinayla kaçındı. Fourier’nin tarihi çağlar çizelgesi ilk bakışta onun hayal gücüne hayranlık uyandırsa da, entelektüel muhakemesi için aynı şeyi söylemek zordur. Marx ve Engels, Morgan’ı okumadan evvel insanlığın ailenin ortaya çıkışından önceki ilkel durumunu hiç düşünmemişti. “Alman İdeolojisi”nde ailenin insanlık tarihi kadar eski olduğunu varsaymışlardı. İnsanlar arasındaki en eski toplumsal ilişki olduğunu ve üreme ilişkisinden türediğini yazmışlardı. Üstelik ilkel insanlarda her ailenin ayrı hane ve barınağı olduğunu düşünüyorlardı. Marx ve Engels, kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişkinin ve meyvesi çocukların neden aile ilişkilerini ortaya çıkardığı üzerinde pek durmamışları, ama yaklaşımları net bir şekilde doğalcıydı.
Fakat Morgan’ı okuduktan sonra Marx da Engels de insanlık tarihinin ilk çağında ailenin olmadığı ve cinselliğin rastgele yaşandığı bir dönem olduğu görüşüne hak verdiler. Fourier benzer bir fikri daha önce dile getirmiş olmasına rağmen, Engels bu keşif için Bachofen’ı kaynak gösterdi. Bu görüşe göre ilkel toplumda her erkeğin her kadına cinsel erişim özgürlüğü vardı ve tam tersi de geçerliydi. Herhangi bir cinsel tabu veya yasak yoktu; hatta ensest bile kabul görüyordu. Bu çoğu insanın zannettiği gibi kadınların müşterekliği değildi, çünkü kadınlar özgürdü ve erkeklerle aynı hak ve imtiyazlara sahipti. Bu toplumlar anasoylu olduğundan kadınlar büyük itibar görürdü ve erkeklerle eşit konumdalardı. Engels bir defasında bu cinsel toplulukların hayvanlar âleminden miras kalan doğal düzen olduğunu öne sürdü. Daha sonra da cinsel topluluğun daha büyük toplumsal grupların oluşabilmesi için gerekli bir ön koşul olduğunu ve insanların hayvanlardan evrilmesine zemin hazırladığını iddia etti. Marx ve Engels bunun gibi doğalcı açıklamalarla, insanlığın orijinal ve tabii hâlinin aile değil, tam tersi ailenin olmadığı bir sistem olduğu fikrini benimsedi.
Ailenin toplumun doğal hâli olduğunu düşündükleri zamanlarda bile ailenin sabit bir kimlik olmadığında hemfikirlerdi. Marx “Kapital”de aileyi mutlaklaştırmanın her türlüsünü aptalca olarak nitelendirdi, çünkü aile tarih boyunca çeşitli aşamalardan geçmişti. Marx ve Engels “Alman İdeolojisi”nde, “Tek bir aile kavramından bahsetmek mümkün değildir.” diye yazdılar. Morgan’dan önce ailenin tarihte geçtiği aşamaları kâğıda dökmeseler de ailenin müteakip çağlar üzerindeki birtakım etkilerine değinmişlerdi. Marx ve Engels’e göre ailenin erken insanlık tarihinde olumsuz yönde de olsa büyük etkisi olmuştu. Özel mülkiyet ve iş bölümü ilk olarak ailede başlamıştı. İlk iş bölümü cinsel ilişkiydi. Sonradan cinsiyet ve yaşa bağlı olarak, Marx ve Engels’in ailedeki doğal veya fizyolojik iş bölümü adı verdikleri başka iş bölümleri de baş gösterdi. Özel mülkiyet de ailede ortaya çıktı, çünkü kadınlar ve çocuklar erkeklerin kölesi hâline gelmişti. Dolayısıyla erken dönem yazılarında ailenin doğal olduğunu savunurken bunu bir övgü veya pes etme sebebi olarak görmüyorlardı. Çünkü aile, Marx ve Engels’in yabancılaşma ve suistimalle bir tuttuğu özel mülkiyetin ve iş bölümünün kaynağıydı.
Engels, Morgan’ın çalışmasının etkisiyle ailenin tarihte geçtiği aşamaları detaylıca ele aldı. Morgan beş aile şekli tespit etmiş ve onları dizisel bir sıraya koymuştu: 1) bir toplumdaki her nesilden kadın ve erkeklerin birbiriyle evli olduğu kandaş aile veya grup evliliği; 2) kardeşler arasında cinselliğin yasak olduğu ama kız kardeşlerin birbirlerinin kocalarıyla, erkek kardeşlerin de birbirlerinin karılarıyla evlendiği punalua veya grup ailesi; 3) serbest çift ilişkileri olan ama katı beraber yaşam kurallarının bulunmadığı ikili aile; 4) ataerkil aile veya çok eşlilik; 5) tek eşlilik. Engels bu taslağı “Ailenin Kökeni”ne olduğu gibi dahil etti ve aileye karşı silah olarak kullandı. Tek eşlilik, tıpkı diğerleri gibi bir safhaydı ve son safha olduğunu düşünmek için bir sebep yoktu. Engels, ailenin tarihini devamlı bir ilerleme olarak gören Morgan’dan farklı olarak, tek eşliliğin önceki safhalardan daha üstün olduğu kanısında değildi. Morgan’ın “yüce aile kurumunu şu anki hâliyle değerlendirin” öğüdünü dinlemekte isteksizdi; tam aksine mevcut ailenin önceki safhalarda görülen ilişkilerden çok daha baskıcı olduğunu düşünüyordu. Aile, kadınların köleliğini kurumlaştırmış ve sınıf çatışmasına zemin hazırlamıştı.
Marx ve Engels’in materyalist tarih anlayışı iyi bilinir, fakat aileye bu çerçeveden bakışları o kadar basit değildir. Genelde aileyi, ekonomik yapı değiştikçe değişen üstyapıya yerleştirirler:
İnsanın üretim vasıtalarının gelişimi süresince belli bir aşamada ticaret ve üretim arasında bir tür bir örtüşme gözlenir. Üretim, ticaret ve tüketim belli bir raddeye vardığında elimizde bunlara tekabül eden bir sosyal yapı, aile ve sınıf, kısaca sosyal toplum düzeni olacaktır.
Engels, Marx’ın “aile ilişkilerinin tarih boyunca mülk ilişkilerine bağlı olarak şekillendiği” fikrine katılıyordu. Ancak Marx ve Engels “Alman İdeolojisi”nde aileye daha bağımsız bir rol biçti ve tarihin itici güçlerinden biri olarak insan üretimiyle birlikte düşündüler. Fakat ailenin bu rolü insan tarihinin ilk aşamalarıyla kısıtlıydı ve toplum geliştikçe ailenin ekonomik faktörlere daha bağımlılığı da arttı. Burjuva aile sahneye çıktığında aile çoktan ekonomik altyapının bir payandası olmuştu. Burjuva toplumundaki çok eşliliğe karşı yasaklar, “gerçek, materyalist nedenlere” dayanıyordu ve para ile can sıkıntısı burjuva izdivacının zincirleriydi.
Engels, “Ailenin Kökeni”ndeki materyalist tarih ve ailenin rolü tanımını Marx ile beraber “Alman İdeolojisi”nde temelini attığı bir dizi kavramın üstüne inşa etti. Yazdıkları, bazılarının zannettiği gibi materyalist tarih anlayışının önceki tanımından radikal bir uzaklaşma değildi. Engels şöyle yazar:
Materyalist tarih anlayışına göre tarihteki belirleyici faktör, mevcut hayatın üretimi ve çoğaltımıdır. . . . Belirli bir dönem ve coğrafyada insanların altında yaşadığı sosyal yapı, iki üretim şekli tarafından belirlenir: Bir yandan emeğin, öte yandan da ailenin gelişiminin hangi safhasında olunduğuna bağlıdır.
Birçok yorumcu, Engels’in bu tanımı verdikten sonra çoğalmanın ve ailenin tarihi şekillendirmedeki rolünü görmezden geldiğini belirtir. Bu haklı bir eleştiridir ve ailenin bir rol biçildikten sonra yok sayıldığı “Alman İdeolojisi” ile tamamen uyuşmaktadır.
Morgan’ın eserinin Marx ve Engels’in ilgisini çekmesinin sebebi, onların materyalist tarih anlayışını doğruladığını düşünmeleriydi. Morgan’ın tarihteki gelişim safhalarını toplumun ekonomik yapısına dayandırması onların fikirlerini destekler nitelikteydi. Engels, bilhassa ikili aileden tek eşli aileye geçişin altında yatan ekonomik nedenlere dikkat çekti. Engels’e göre bu geçiş, yeni bir üretim vasıtasının, hayvanların evcilleştirilmesinin bir sonucuydu. Mevcut fakat zararsız cinsel iş bölümü, bu yeni servet kaynağını erkeklerin eline verdi; onlar da bu mülkü kadınlara hükmetmek üzere kullandılar. Babanın kimliğinin belirsizliği yüzünden o zamana kadar norm olan anasoyluluk, erkekler mülklerini çocuklarına geçirebilsinler diye yıkıldı.
Morgan ve Engels’e onların zamanından bu yana elde edilen yeni etnolojik veriler ışığında yapılabilecek itirazlar bir yana, Engels’in açıklaması da pek aydınlatıcı değildir. Tarih boyunca ekonomik dönüşümlerin rolünü kanıtlama hevesiyle en hayati soruyu kaçırmıştır: Anasoyluluk sistemindeki erkekler neden mülklerini biyolojik evlatlarına aktarmak istemişti? Engels, kişinin tabiatında yavrusunun menfaatini korumaya yönelik bir istek olduğunu varsaymışa benzer ve bu yeni servet şekliyle gerekli iktidara kavuşan erkekler, artık mallarının kız kardeşlerinin çocuklarına kalmasını istemez. Fakat, baba ve çocukları arasında doğal bir bağ var ise, bu Engels’in analizini çürütecektir; çünkü tek eşliliğe geçişin doğal değil toplumsal olduğunu iddia etmektedir.
Engels, ikili aileden tek eşli aileye geçişte ekonomik ve toplumsal faktörlerin başı çektiğini savunsa da, Morgan’ın ailenin daha önceki evrimini açıklayan Darwinci fikirlerini benimseyerek belli bir ölçüde doğalcılık da sergiledi. Kandaş aileden grup ailesine geçişten sorumlu mekanizmanın doğal seçilim olduğu konusunda Morgan’la hemfikirdi. Yeni aile şekilleri, ensesti ve soy içi üremeyi yasaklayarak benimsendikleri gruplara fiziksel olarak daha güçlü bireyler üretme avantajını veriyordu. Engels’in toplumsal değişimi açıklamak için Darwinci bir mekanizmayı kullanması, materyalist tarih anlayışıyla tutarlı değildi. Bu kadar doğalcı bir teori, en iyi ihtimalle, materyalist tarih anlayışının topluma uygulanmasına mani olur, onu toplumsal gelişmenin son safhalarına hapsederdi. Aynı zamanda Engels’in daima mücadele ettiği Sosyal Darwinizm teorilerini andırıyordu.
Marx ve Engels, insanlık tarihinin geçmiş çağlarıyla ilgili bocalamalarına rağmen burjuva toplumunun komünist topluma dönüşümünün ekonomik sebeplerden kaynaklanacağından emindi. Eski bir el yazmasında, Marx şöyle yazdı:
Din, aile, devlet, hukuk, ahlak, bilim, sanat vb. sadece hususi üretim şekilleridir ve onun genel yasalarına tabidir. Özel mülkiyetin insan yaşamının benimsenme suretiyle yürürlükten kalkması (Aufhebung), tüm yabancılaşmanın da yürürlükten kalkması (Aufhebung) demektir ve dolayısıyla insanların din, aile, devleti vb. terk edip insani, yani toplumsal varoluşlarına geri dönüşüdür.
Marx, komünist toplumda ailenin terk edilişini din ve devletle karşılaştırdığına göre komünist toplumda ailenin var olmayacağını düşünmüş olsa gerekti; çünkü din ve devletin de bir gün ortadan kalkacağını düşünüyordu. Bu, ailenin yok edileceğine dair ısrarlı ifadelerle de destekleniyordu: “Öyleyse, dünyevi ailenin kutsal ailenin sırrı olduğu ortaya çıktığı takdirde, ilkinin teoride ve pratikte imha edilmesi lazımdır”. Marx bir defasında burjuva ailesinin yerini alacak gizemli bir üstün aile şeklinden bahsettiyse de, o ve Engels başka bir sosyalist olan Hermann Kriege’yi ailenin imhasını savunmadığı için acımasızca eleştirdiler.
Aile kurumunu şiddetle reddetmelerine rağmen, materyalist tarih anlayışında aileyi konumlandırdıkları pozisyon, geride sosyalistlerin ve feministlerin günümüzde bile başını ağrıtan bir belirsizlik bıraktı. Eğer aile, toplumun ekonomik yapısının bir yan ürünüyse derinlemesine bir aile eleştirisi lüzumsuzdu; hatta belki de esas önemli mevzulardan rol çalıyordu. Ama ekonomik yapıyla etkileşen bağımsız bir faktörse de belki eleştirisine daha büyük önem verilmeliydi.
Marx ve Engels’in hangi yönüne ağırlık verilirse verilsin, aile eleştirisini büyük ölçüde ekonomi eleştirisine entegre ettikleri aşikârdır. Bu, onların aile görüşünü, Fourier ve Owen’ınkinden ayırır. Marx ve Engels, özel mülkiyetin kaldırılmasının ve sosyalizmle tanışmanın ailenin dağılmasına yol açacağına inanıyordu. Fourier ve Owen ise, ailenin lağvedilmesini toplumu iyileştirme hedefli sosyalist önerilerinin bir parçası olarak görüyordu. Fourier de Owen da, ufak komünist toplulukların -bunlar Fourier için falansterler, Owen içinse 500-2000 nüfuslu gruplardı- toplumsal ve ekonomik birim olarak ailenin yerine geçeceğini ve sosyalizme geçişe zemin hazırlayacağını düşünüyordu. Owen’ın eğitimin bireyin kişiliğini ve dünya görüşünü şekillendirmedeki rolüne dair ısrarı, ailenin lağvedilmesi taleplerine acil bir hava veriyordu; çünkü çocukları akılsız ve tahripkâr gördükleri ebeveynlerinden uzaklaştırmak, toplumu değiştirmek için tek umuttu. Materyalist tarih anlayışı, dikkati aileden ve cinsel ilişkilerden uzaklaştırıyor ve onları ekonomiden daha düşük önem arz eden bir konuma yerleştiriyordu.
Marx ve Engels’in radikalizmi, kimi zaman “Komünist Manifesto”nun ailenin lağvedilmesiyle ilgili bir kısmının yanlış okumasıyla yumuşatıldı. Güya Marx ve Engels komünistleri, burjuvazinin onlara yönelttiği aileyi lağvetmeye çalışma suçlamalarına karşı savunuyorlardı. Hâlbuki onlar, ailenin lağvedilmesini lanetlemek yerine, burjuvazinin çoktan bu işi onların yerine yaptığını söylüyorlardı. Eğer Marx ve Engels burjuva ailesini dönüştürmek isteselerdi Kriege’ye yönelttikleri ödleklik suçlamaları kendilerini de zan altında bırakırdı.
Dahası, Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”da ailenin yerini alacak toplumsal ilişkilere dair bazı ipuçları verdiler. İlk önce, suistimaline son vermek istedikleri çocukların durumundan bahsettiler. Evde eğitimin yerini alacak ve daha birçok şeyin yanı sıra çocukların parasız okullara gönderilmesini öngören toplumsal bir eğitim (Erziehung) programı önerdiler. Almanca Erziehung sözcüğü, yalnızca resmi öğrenimi değil, normalde ailelerin verdiği her türlü eğitimi kapsar. Marx ve Engels, bu mevziyi “burjuvaların aile, eğitim ve sığ ebeveyn çocuk ilişkisi hakkındaki zırvalarına” saldırarak daha da ileriye taşıdılar. Bundan başka, Engels “Komünist Manifesto” taslağında komünist toplumda çocuklara dair vizyonunu daha açık bir şekilde ifade etti: “Çocukların ulusal kurumlarda ve ulusal ödenekle bir arada eğitimiyle (Erziehung) beraber ilk anne şefkati olmadan da yaşanabilir”.
Marx ve Engels’in desteklediği çocuk yetiştirme prensipleri orijinal değildi. Fourier ve bilhassa Owen daha önce çocuklar için müşterek eğitimin ve çocukları ebeveynlerin kontrol ve tesirinden uzaklaştırmanın avantajını hararetle savunmuştu. Ancak bu görüşler on dokuzuncu yüzyılın sosyalist ortamında genelgeçer kabul görmedi. Proudhon geleneksel aile taraftarı bir polemikçiydi ve aileyi kurtarmaya değer tek toplumsal kurum olarak görüyordu. Anarşist Bakunin bile, toplum tarafından çocuğun gelişimine olumsuz bir etki gözlenmediği müddetçe ebeveyn-çocuk ilişkisinin muhafaza edilmesini önerdi.
Engel ve Marx’ın “Komünist Manifesto”daki komünist toplum dönüşümüne zemin hazırlayacak önerilerinden biri, ebeveyn-çocuk ilişkisini daha da zayıflatmayı öngörüyordu. Bu miras uygulamasını yürürlükten kaldırmaktı. Bu, aileyi ekonomik bir birim olmaktan çıkartacak adımların ilkiydi. Komünist toplumda özel mülkiyet olmayacağı ve herkese eşit ekonomik fırsatlar tanınacağı için genellikle aile biriminin sunduğu finansal desteğe gerek kalmayacaktı.
Marx “Komünist Manifesto”da evlilik konusuna geldiğinde komünistlerin kadınları müşterekleştirmek istediği suçlamasına yoğunlaştı. Bu suçlamalara burjuvazinin fuhuş ve zina aracılığıyla bunu hâlihazırda gerçekleştiği iddiasıyla karşılık verdi ve ardından kadınların müşterekliğinin kaldırılmasını savundu. Bu, 1844 tarihli el yazmalarında da gündeme getirdiği bir konuydu. Marx’ın komünist toplumda evliliğin nasıl bir şekil alacağı hususunda ne düşündüğü belli değildi ama Engels bir kez daha boşlukları doldurdu. Evlilik artık yasal bir ilişki olmayacak, tamamen bireyler arasında gerçekleşen özel bir mesele hâline gelecekti. Özel mülkiyetin olmaması çok daha özgür ilişkilere yol açacaktı, çünkü hiçbir kadın bir erkeğe bağımlı olmayacaktı. Dahası çocuklar ortaklaşa yetiştirileceğinden iki cins arasındaki ilişkilere herhangi bir yük olmayacaklardı.
Marx’ın çoğu yazısında ailenin üzerinde pek durmaması ve ailenin gelecekteki durumuna dair yorum yapmaktaki isteksizliği konuya kayıtsız olmasından dolayı değildi. 1843’ten sonra Marx toplumun üstyapısının birçok kısmını ihmal etti. Örneğin tıpkı aile gibi dini de tartışmaktan kaçındı. Ekonomi eleştirisinin, aile de dahil olmak üzere üstyapının bileşenlerini doğrudan bir saldırıdan çok daha güçlü bir biçimde etkileyeceğini düşünüyordu. Komünist toplumun detaylarına dair spekülasyonları tartışmaktan itinayla kaçındı ve gelecekteki toplumun genel hatlarını en çıplak hâliyle sunmakla yetindi.
Engels bu kadar tedbirli değildi ve “Ailenin Kökeni”nde -bilhassa dördüncü baskısında- ailenin gelecekteki durumunu etraflıca anlattı. En başta, Marx’la beraber erken dönem yazılarında savundukları bir noktayı yineledi: Özel ev işinin toplum emeğiyle yapılması gerekliliği. Yalnızca kadınlar fabrikalarda çalışmakla kalmayacak, özel ev işleri de ortaklaşa çocuk bakımı, yemek pişirme vb. uygulamalarla bir kamu endüstrisi hâline gelecekti. Bu, kadınları ailenin ekonomik zincirlerinden kurtaracaktı.
Evliliğin lağvedilmesinin altında radikal derecede yeni bir cinsel ahlak yatıyordu. Engels, ailenin lağvedilmesinin kişisel cinsel aşkın yaygın cinsellik türü olmasının tek yolu olduğunu iddia etti. Evlilik kurumu genellikle bu tip ilişkileri kısıtlıyordu, çünkü ekonomik faktörler mantık evliliklerini ve maddi amaçlı evlilikleri doğuruyordu. Komünist toplumda ise cinselliğin tek normu, ilişkilerin karşılıklı sevginin ifadesi olmasıydı. Ortaklaşa çocuk bakımı hamilelik korkusunu ortadan kaldıracağından, cinsellik üzerindeki kısıtlamaları daha da hafifletecekti.
[Ortaklaşa çocuk bakımı], bir kızın kendisini sevdiği erkeğe vermesini engelleyen başlıca -ahlaki olduğu kadar ekonomik- faktörlerden biri olan muhtemel “sonuç” korkusunu bertaraf eder. Bu, daha özgür ve kolay cinsel ilişkilerin önünü açmak ve bekaret namusu ile kadının utancıyla ilgili kamuoyunun hoşgörüsünü arttırmak için yeterli bir sebep değil midir?
Engels’in kişisel cinsel ilişkiye yaptığı vurgu, açık büfe bir cinselliği desteklediğini veya -Fourier’nin sandığının aksine- orjilerin komünist toplumun başlıca özelliklerinden biri olarak düşündüğünü göstermiyordu. Cinsel serbestliğin artması için elinden geleni yapsa da Engels’in 1891 basımı “Ailenin Kökeni”ndeki cinsel ilişki tasviri oldukça muhafazakardı. Cinsel aşkın maymun iştahlılıkla alakası olmadığını, âşıkların ayrılığı felaket olarak gördüğü bir yoğunluk ve süreye sahip olduğunu iddia etti. Bu sevgi, âşıkların birbirlerine sahip olmaya devam etmek için hayatlarına varıncaya dek birçok şeyi tehlikeye atmaya razı olduğu bir bağlılık içeriyordu. Bu tür bir aşk ilişkisi serbest bir tür tek eşliliğe çok benziyordu ve Engels bu benzerliği açıkça yazdı:
Cinsel aşk, tabiatı gereği sadık olduğuna göre -gerçi günümüzde bu sadakatin sadece kadın tarafında mevcut olduğu görülüyor- cinsel aşk üzerine kurulu evlilik de tabiatı gereği bireysel evliliktir. . . . Eğer kadını alışkanlık hâline gelmiş sadakatsizliğe katlanmak zorunda bırakan ekonomik şartlar -kendi akıbeti ve dahi çocuklarının geleceğine yönelik kaygıları- ortadan kalktığı takdirde, geçmiş deneyimlerimize dayanarak kadınların erkeklerle eşit olacağını ve bunun da erkeklerin tek eşliliğe, kadınların ise çok eşliliğe yönelmesine yol açacağını görürüz.
Ancak mevcut toplumun aksine, cinsel ilişkilerin bitmesini önlemek için bir evlilik bağı olmayacaktı. Engels cinsel aşkın süresinin kişiden kişiye değiştiğini ve sönmesi veya yeni bir tanesinin başlamasıyla âşıkların ayrılmasının iki taraf için de toplum için de daha hayırlı olacağını kabul etti.
Marx ve Engels’in gelecek için tasarladığı evlilik ve cinsel birliktelik görüşleri Owen ve Bakunin’in fikirleriyle büyük ölçüde uyuşuyordu. Owen bireysel evliliğin tamamen karşılıklı sevgiye dayanmasını ve bu sevgi bitince kolayca boşanabilme özgürlüğünü savunuyordu. Fakat bir yandan da toplumdaki daha deneyimli bireylerin babacan bir şekilde bu ilişkileri bir nebze idare ve kontrol etmesine izin veriyordu. Evliliğin devamı teşvik edilmeli ve kolaylaştırılmalıydı, ancak kişiler şahsi istekleriyle uyuşmayan koşullarda yaşamaya da mecbur edilmemeliydi. Bakunin’in evlilik üzerine fikirleri Marx ve Engels’inkilere daha yakındı; zira hararetli bir özgürlükçü olarak “özgür evliliği”, yani kadın ve erkek arasındaki tamamıyla gönüllü bir şekilde gerçekleşen ve toplumun karışmaya hakkı olmadığı ilişkiyi savunuyordu. Engels gibi Bakunin de dış kısıtlamaların olmadığı serbest bir tek eşliliğin en doğal ilişki türü ve dolayısıyla gelecekteki toplumun normu olacağını varsayıyordu. Fourier ise cinsel sadakat ve tek eşliliğin insanın arzularına tamamen ters olduğunu düşünüyordu. Cinsel arzuları serbest bırakmanın tek eşliliğin tamamen yok olmasına, daha kısa ve rastgele cinsel ilişkilere ve hatta orjilere yol açacağını savunuyordu.
Engels’in ailenin yerini bir parça bağlılık içeren romantik bir çiftin alacağı inancı onun ve Marx’ın daha evvel ifade ettiği fikirlerle tamamen tutarlıydı, ama üstlerine bir hayli ekleme yapıyordu. Belki de daha önemlisi, büyük ölçüde onun kendi kişisel evlilik ve aşk deneyimleriyle örtüşüyordu. Engels, 1840’lardaki sayısız kaçamak ve metresten sonra 1850’lerde duruldu ve hiç evlenmediği ama sıklıkla karısı olarak bahsettiği Mary Burns’le uzun süreli bir ilişkiye başladı. İş ve toplumsal ilişkiler nedeniyle Engels’in Burns’le yaşadığı daireden başka bir de bekâr evi vardı; zira okuma yazması olmayan, İrlandalı, işçi sınıfından bir kadın olan Burns’ün Engels’in Manchester’da vakit geçirdiği burjuva çevrelerde hoş karşılanmayacağı kesin gibiydi. İlişkileri Burns’ün 1863’teki ölümüne kadar sürdü ve bu olay Engels’i çok üzdü. Mary Burns’ün ölümünden sonra onun kız kardeşi Lizzy Burns ile uzun bir ilişki yaşadı; onunla da ancak Lizzy 1878’de ölüm döşeğindeyken evlendi. Dolayısıyla Engels’in kendi hayatı da savunduğu ailenin lağvedilmesi fikriyle ve gelecekteki romantik çift vizyonuyla tutarlıydı.
Marx’ın evliliği ve aile hayatı ilk bakışta tipik olarak burjuvaydı. Ancak evlenmeden evvel aile yaşamının kısıtlamalarına karşı isyan tohumlarının atılmış olduğu açıktı. Marx’ın müstakbel karısı Jenny von Westphalen’in babası, Marx’ın bir aile yaşamı sürdürebileceğinden ve Jenny’yi mutlu edebileceğinden kuşkuluydu. Kayınpederin kuşkuları haklı çıktı ve Marx ailesi çoğunlukla Marx’ın sabit bir işi olmamasından doğan finansal sorunlar yüzünden bir krizden diğerine sürüklendi.
Marx’ın 1862’de Engels’e yazdığı mektupta Jenny’nin her gün ölmek istediğini söylediğini yazarken mübalağa ediyor olması mümkündür, ama yine de kadının son derece mutsuz olduğu kesindi. Marx, komünizme bağlılığının ailesini mağdur ettiğini ve Jenny’nin “dünyasını sarstığını” söyledi. Bu yüzden, zamanı geri alabilse bu defa evlenmeyeceğini iddia etti. Sık sık tekrarlanan finansal krizlerinin birinde Engels’e “Ne mutlu ailesi olmayana” itirafında bulundu.
Fakat tüm bu çalkantılara rağmen Marx ailesi birbirine bağlı ve sevgi doluydu. Marx ailesini ailenin lağvedilmesi gerektiği fikrini benimsemeden önce kurmuştu ve sonradan bu bağı kopartmak için bir sebep görmedi. Gayrımeşru bir çocuğu olduğu rivayeti olsa da örnek bir kocaydı ve karısına hep sadık kaldı. 1856’da, on üç senelik evliyken Jenny’ye yazdığı dokunaklı aşk mektubu, ona olan aşkının büyüklüğünü gösteriyordu: “Ama insanı yeniden insan yapan sevgidir. Feuerbach’ın insanına değil, Moleschott’un metabolizmasına da, emekçi sınıfına da değil; sevgiliye, yani sana duyulan sevgidir.” Engels’in gelecekteki ilişki normu olacağını iddia ettiği romantik âşığın en iyi örneği Marx’tı.
Marx’ın çocuklarıyla ilişkisi, çocukları ortaklaşa büyütme arzusuyla pek tutarlı görünmemektedir. Çocuklarıyla oynamaktan ve eğlenmekten büyük keyif alırdı ve onların iyiliği için çok endişelenirdi. Finansal sorunlarının büyük bir kısmı, çocuklarının yabancı dil, müzik ve tiyatro derslerine haddinden çok para harcama hevesinden kaynaklanırdı. Engels’ten, o öldükten sonra çocuklarına babalık etmesini istedi. Marx zaman zaman kızlarının hayatına aileyi yürürlükten kaldıran ve çocukları özgürleştiren bir devrimciye uymayacak ölçüde müdahale etti. Paul Lafargue, kızı Laura’ya kur yaptığında onu uzak durması için uyardı ve karısını geçindirebileceğine dair kanıt sunmasını istedi. Eleanor’un Prosper Lissagaray’le ilişkisine taş koydu ve kızının yalvarmalarına rağmen ikisinin nişanını tanımayı reddetti. Kendi kızlarının cinsel özgürlük içinde yaşamasına izin vermeye niyeti olmadığı açıktı.
Ne Engels ne de Marx ikisinin ideali olan ailenin lağvedilmesi fikrine en yakın yaşayan evladı Eleanor Marx’ın başına gelenleri görecek kadar yaşadı. Marx’ın hakkında, “Bana en çok benzeyen Jenny [en büyük kızı] ama Tussy [Eleanor] tam ben” yazdığı Eleanor, anne ve babasının ölümünden sonra Edward Aveling’e aşık oldu ve resmi olarak başka bir kadınla evli olmasına rağmen onunla yaşamaya başladı. Aveling’in sadakatsizliği, 1897’de hâlâ Eleanor’la birlikte yaşarken yirmi iki yaşındaki Eva Frye isimli bir kadınla evlenmesiyle ayyuka çıktı. İki ay sonra Eleanor hâlâ Aveling’in onu terk etmesi yüzünden acı içindeydi ve Frederick Demuth’a, “İnsan hayatının on dört senesini hiç olmamış gibi nasıl silebilir?” itirafında bulundu. Birkaç ay sonra Edward ona geri dönmesine rağmen Eleanor, muhtemelen Aveling’in gizli evliliğini öğrenip intihar etti. Görünüşe göre romantik çift Engels’in zannettiği kadar kolay ayrılmıyor, evlilikten kurtulmak da sonsuz saadet getirmiyordu.
Marx ve Engels’in aileyi lağvetme fikri, Fourier’nin onlardan önce dile getirdiği düşünceleri kadar olmasa da son derece radikaldi. Mevcut aile ilişkilerine duydukları tiksintiyi ve komünist toplumda yer alacak yeni toplumsal ilişkilere karşı besledikleri umudu daima dile getirdiler. Görüşlerini ailenin tarihselliğiyle desteklediler, çünkü bu aile için tarihüstü bir norm olmadığı anlamına geliyordu.
Aileye bakışlarında birçok doğalcı unsur vardı ve bu yüzden bilhassa Engels olmak üzere ikisi de feministler tarafından epey kınandı. Ancak onlara yöneltilen eleştirilerin tümü, bu doğalcı unsurların çoğunlukla tarih öncesi toplumlarla sınırlandığını ve burjuva topluma ve elbette komünist topluma geçildiğinde artık ortadan kaybolduğunu gözden kaçırmaktadır. Bu, Marx ve Engels’i selefleri Fourier ve Owen’dan ayırır. Fourier ve Owen, sosyalist teorilerinin doğal yasalara dayandığını ve insanın doğal istek ve arzularıyla tutarlı olduğunu iddia ediyordu. İnsan doğası da dahil olmak üzere doğa ile uyum, Fourier ve Owen’ın toplumsal planlamasının -yani cinsel ilişki idealleri, çocukların yetiştirilişi vb.- bilinçli hedeflerinden biriydi.
Marx ve Engels’in bakış açısı seleflerinin doğalcılığından kesin olarak ayrılıyordu. Muhafaza ettikleri doğalcılık, radikalliklerini katiyen yumuşatmadı. Komünist toplumun doğaya teslim olmak yerine özgürce yaratan insanlar tarafından şekillendireceğine dair umutlarını korudular. İnsanlar artık doğal olana mahkûm olmayacaktı. İnsanlar ve çocukları arasında doğal bir bağ varsa bile, komünist toplum bunu desteklemeyecekti. Engels’in, komünist toplumda insanların sağlam aşk ilişkilerine doğal yatkınlığı olduğunu düşünse de, ilişkilere hiçbir zorlamanın empoze edilmediği bir toplum hayal ettiği açıktı. Dolayısıyla, karşılıklı rızası olan iki kişi arasındaki her türlü cinsel ilişki teoride mümkündü. Mümkün olmayan ömür boyu süren evliliğin güvencesiydi. Bu cinsel ilişki seçilemezdi.

Richard Weikart