De Omnibus Dubitandum

HÜCRENİN YAŞAMLARI: BİR BİYOLOJİ GÖZLEMCİSİNİN NOTLARI

 77,00

Açıklama

144 sayfa
12 cm x 18 cm
HÜCRENİN YAŞAMLARI:
BİR BİYOLOJİ GÖZLEMCİSİNİN NOTLARI
(Ulusal Kitap Ödülü)
Türkçesi: Nihan Şakar
Editör: Şenol Erdoğan

Lewis Thomas
25 Kasım 1913 New York 3 Aralık 1993 New York
Hekim, şair, eğitimci, politik danışmandır. Thomas, New York, Flushing’de dünyaya geldi. Princeton Üniversitesi ve Harvard Tıp Fakültesi’nde hizmet verdi. Yale Tıp Fakültesi ve New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde dekanlık, Memorial Sloan-Kettering Enstitüsü’nde başkanlık yaptı. New England Tıp Dergisi’nde düzenli olarak yazması için teklif aldı ve burada yazdığı makalelerden derlenen kitap “HÜC-RENİN YAŞAMLARI: BİR BİYOLOJİ GÖZLEMCİSİ-NİN NOTLARI” sayesinde Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandı. Ayrıca yine bu kitap sayesinde Christopher Ödülü’nü de kazandı. Diğer deneme derlemeleri (New England Tıp Dergisi ve diğer kaynaklardan) The Medusa and the Snail ve Late Night Thoughts on Listening to Mahler’s Ninth Symphony’dir. Thomas’ın otobiyografisi olan “En genç bilim: Bir tıp gözlemcisinin notları” tıbbın bir yüzyıldaki durumunu ve değişimini anlatır. (Bu kitap vakti evvel TÜBİTAK yayınları tarafından Türkçeleştirilip basılmıştı.) Lewis Thom-as ayrıca köken bilimi başlığı altında Et Cetare kitabını yayımlamış, ayrıca birçok şiir ve çeşitli bilimsel yazı da yayımlatmıştır. Birçok makalesi köken bilimini başlangıç alarak fikirler arasındaki ilişkiyi ele almıştır. Diğer ilgi alanları bilimsel keşiflerde kültürün etkisi ve ekolojidir. Bir denemesi olan Mahler’in dokuzuncu senfonisinde nükleer silahlardaki gelişimden duyduğu kaygıyı dile getirmiştir. Her yıl Rockefeller Üniversitesi sanatsal başarı elde etmiş bilim insanlarına Lewis Thomas Ödülü vermektedir. -Wikipedia’dan uyarlanmıştır.

Bizlere, Modern İnsanın probleminin, kendini doğadan ayırmaya çalışması olduğu söylenir. İnsan; polimer, cam ve çelikten yapılmış en üst kademelerde oturmuş bacaklarını sallaya sallaya gezegenin kıvranan yaşamını uzaktan seyretmektedir. Bu senaryoda, İnsan müthiş bir öldürücü güç olarak sahnelenmekte ve yerküre, bir taşra gölünün yüzeyinde yükselen baloncuklar veya narin kuşların uçuşları kadar hassas bir şey olarak resmedilmektedir.
Ancak yerkürenin yaşamında herhangi kırılgan bir şeyin var olduğunu düşünmek bir yanılsamadır; şüphesiz o, evrende hayal edilebilecek en dirençli çeperdir, olasılıklara ve ölüme karşı geçirimsizdir. Tüy gibi hassas, geçici ve savunmasız olan taraf biziz. Dahası, insanın, hayatın geri kalanından üstün olduğunu tasavvur ettiği bir varoluşu uydurması da yeni bir şey değildir; bu onun binlerce yıl boyunca en istikrarlı entelektüel çabası olmuştur. Bu yanılsama, geçmişte olduğu gibi bugün de hiçbir zaman tatmin edici bir sonuca varmamıştır. İnsan doğayla bütünleşiktir.
Son yılların biyoloji bilimi bunu yaşamın daha kaçınılmaz bir gerçeği haline getirmektedir. Yeni ve zor problem, ne derece iç içe geçmiş olduğumuzu pekiştirerek gün yüzüne çıkmakta olan gerçeğin üstesinden gelecektir. Özel üstünlükle alakalı çoğumuzun sahip olduğu ve sıkı sıkıya bağlanılan eski fikirler derinden sarsılmaktadır.
Madde. Varlıklar olarak yokluğumuz adına güçlü bir savunmada bulunulabilir. Bizler, her zaman varsaydığımız gibi, sürekli değiştirilen parçalarımızı içeren paketlerden ibaret değiliz. Paylaşılmış, kiralanmış ve işgal edilmiş durumdayız. Hücrelerimizin içinde, bu hücreleri yönlendiren, ışıldayan her günün iyileştirilmesi için bizi dışarı yollayan ve oksidatif enerjiyi sağlayan mitokondriler yer almaktadır ve bunlar tam anlamıyla bize ait değildirler. Bunların, birbirlerinden ayrı küçük yaratıklar oldukları ve büyük ihtimalle göçmen prokaryositlerin sömürge nesilleri olarak ökaryotik hücrelerimizin atalarının öncüllerine yüzüp orada kalan ilkel bakteriler oldukları ortaya çıkmıştır. O zamandan beri, bizimkinden oldukça farklılık gösteren kendi özel DNA ve RNA’ları ile kendi türlerinde çoğalıp varlıklarını ve gidişatlarını sürdürmektedirler. Fasulyenin köklerindeki rizobiyal bakteriler kadar ortakyaşarlardır. Onlar olmadan, tek bir kasımızı dahi kıpırdatamaz, parmağımızı oynatamaz, herhangi bir şey düşünemezdik.
Mitokondriler istikrarlı ve sorumluluk sahibi kiracılardır ve ben onlara güvenmeyi tercih ediyorum. Peki ama, ya hücrelerime benzer şekilde yerleşmiş, beni sınıflandırıp dengeleyen, beni bir araya toplayan diğer küçük hayvanlara ne demeli? Vücudumda yer alan sentriyoller, bazal cisimler ve muhtemelen hücrelerimin içinde iş başında olan, her biri kendi özel genomuna sahip daha pek çok daha belirsiz minik yaratık, karınca yuvalarındaki yaprak bitleri kadar yabancı ve gereklidir. Hücrelerim artık birlikte büyüdüğüm halis varoluşlar değildir; Jamaica Körfezi’nden daha karmaşık ekosistemler-dir.
Onların benim çıkarım doğrultusunda çalıştıklarını, her nefesi benim için aldıklarını düşünmek isterim ama belki de sabahın erken saatlerinde yerel parkta yürüyen, duyularımı algılayan, müziğimi dinleyen, fikirlerimi düşünen onlardır.
Yeşil bitkilerin de aynı durumda olduğu düşüncesiyle biraz avunuyorum. Kloroplastları olmadan, fotosentez yapan ve hepimiz için oksijen üreten bitkiler olamazlardı ve renkleri de yeşil olmazdı. Görünüşe göre, kloroplastlar da kendilerine özgü bir dili konuşan kendi genomlarına sahip ayrı yaratıklardır.
Hücre çekirdeklerimizde, atalardan kalma hücrelerin herhangi bir zamanda kaynaşması ve atasal organizmaların sembiyozda bağlanmalarıyla oluşmuş olabilecek DNA depoları taşıyoruz. Genomlarımız, doğadaki her türlü kaynaktan gelen, her türlü beklenmedik durum için dosyalanmış talimatların kata-loglarıdır. Bana gelince, farklılaşma ve türleşme için minnet-tarım, ancak birkaç yıl önce, bana bu şeyler anlatılmadan önce hissettiğim kadar ayrı bir varlık olarak hissedemiyorum ve başka birinin hissedebileceğini de düşünmüyorum.
Madde. Dünya yaşamının çeşitliliğinden daha hayret verici olan tekdüzeliği, başlangıçta, dünyanın soğuması esnasında bir yıldırımla döllenmiş tek bir hücreden türemiş olmamızın yüksek olasılığıyla açıklanabilir. Görünüşümüzü bu ana hücrenin soyundan alıyoruz; hala bu genleri paylaşıyoruz ve otların enzimlerinin balinalarınkiyle benzerliği ailesel bir benzeşim.
Virüsler, tek amaçları hastalık ve ölüm olan ajanlar olmaktan öte hareketli genlere benzemektedirler. Evrim hala sadece kazananların masada kaldığı sonsuz uzunlukta ve sıkıcı bir biyolojik oyun niteliğindedir ama oyunun kuralları daha esnek olmaya başlamıştır. Virüslerin dans ettiği bir matriste yaşıyoruz; tıpkı arılar gibi, organizmadan organizmaya, bitkiden böceğe, memeliye, ardından bana, tekrar geriye ve denize sıçrıyorlar ve bu esnada şu genomdan bir parça, bun-dan biraz gen şeridi derken, DNA aşılarını aktarıp, adeta büyük bir partideymiş gibi kalıtım dağıtmaktadırlar. Virüsler, yeni, mutant DNA türlerini içimizdeki en geniş dolaşımda tutmaya yarayan bir mekanizma olabilirler. Eğer bu doğruysa, tıpta dikkatimizin büyük çoğunluğunu vermemiz gereken tuhaf virüs hastalığı bir kaza, gereğinden fazla büyütülmüş bir şey olarak görülebilir.
Madde. Dünyayı bir tür organizma olarak düşünmeye çalışı-yorum ama olmuyor. Bu şekilde düşünemiyorum. Görünür bağlantılardan yoksun çok fazla işleyen parçaya sahip olan dünya çok büyük ve çok karmaşık. Geçen gece güney New England’ın ağaçlarla kaplı dağlık bir bölgesinden arabayla geçerken bunları düşündüm. Bir organizma gibi değilse o halde nasıl bir şey, en çok neye benziyor? Sonra, o an için tatmin edici bir şekilde aklıma şu geldi: en çok tek bir hücreye benziyor.