₺ 120,00
Açıklama
13,5X19,5CM 39S
1954-55 yılının kışında Amerika; ekonomik, sosyal ve kültü-rel açıdan bir idare/yönetim sorununun tam içindeydi. Ar-tık, varolan tek tip hayat modeli, alternatifsiz yaşam biçim-lerinin tıpkılıkları (bir anlamda Viktoryacılık ve de Edwardcı-lık) yavaş yavaş başkalaşıyor ve yerini yeni gelen kavramla-ra bırakıyordu. Bundan bir değişim süreci diye de bahsedi-lebilir, bir değişim sürecinin başlangıcı: Endüstri çağı! Kö-mür ve demirle beslenen mekaniğin sömürüsü artık yerini elektronik, bilgisayar ve otomasyona bıraktığı noktada baş-layan yeni çağ. İşte tabanın bu sarsılmaz unsurları tüm sos-yal ve entelektüel getirileriyle, bir devrimin zeminini de peşi sıra getirmişti. Ancak bu zaman değin çok az insan ger-çekte neler olduğunu anlayabilmiştir.
Kore Savaşı’nın bitimi sonrasındaki zaman diliminde Amerika, küçük denebilecek bir ekonomik depresyonun içine sürüklenmişti. Bu Savaş; teknolojik anlamda niteliksel bir ilerlemeyi ve bunla beraber diğer tüm etmenlerden geri kalmayı temsil ediyordu. Buna paralel, küçük birçok neden artık moral bozar hale de gelmişti. Böylesi bir savaşı her 25 senede ancak bir defa gerçekleştirebilirsiniz. Akademik ve entelektüel kuramlar: sol, sağ ve merkez olarak bölünmüş, cesaret varlığını yitirmiş ve McCarthycilik zaman içinde tüm itibarını kaybetmişti. Binlerce genç erkek, Kore Sava-şı’ndan artık varolmayan hayallerinin kırıklıklarıyla yıkılmış bir şekilde geri dönmüş ve kendilerinin üstü olan kuşakla da artık anlaşamamaya başlayıp bu üst kuşağı dışlama yo-luna gitmişlerdi. Kendi aralarında şöyle bir söylev vardı: “Burnunuzu bir işe sokmayın ve asla gönüllü olmayın ve asla 30 yaşından büyük birine inanmayın”. Bu en kaba an-lamda gruplar arasında baş gösteren iletişimsizliğin ilk ör-neğiydi. Sadece kafa tutan mantıklarını hala kollayan yaşlı kuşağa karşı bir saygı gösteriliyordu, hepsi bu; onlara soru-lar soruluyor ve akıl alınıyordu. Tıpkı ordunun Kore’de ne-redeyse tam anlamıyla bir moral çöküşüne varmasının yıl-lar sürmesi gibi yavaşça. Dönemin yaşlı entelektüelleri de aslında altlarında patlamaya hazırlanan volkanın varlığın-dan haberdar falan değillerdi.
McCarthycilik, eski Amerikan sentezinin çöküşünün bir dışavurumuydu. McCarthy’nin küçük bir Wisconsin şeh-rinden, daha önceleri radikal ilerici La Follette ’nin yurdu olan eyaletten geldiği, Wall Street’e, New York ve New Eng-land’ın siyasal ve kültürel kuruluşlarına, ayrımcı, karşıt orta sınıfa olan itimatsızlığıyla, eski tarımsal halkçılığın en uz-laşmaz sözcüsü olduğu sıklıkla belirtiliyordu. Ortabatı kü-çük çiftlik sahibi toplumunun, küçük kasaba bağımsız tüc-carlarının ve taşra bankerlerinin ekonomik güç kazanabile-cekleri tüm kapılar kapalı ve sonsuza dek kilitliydi. McCarthycilik, Orta Avrupa’da Yeşil Devrim denen şeyin, güçsüzlük içinde kendini parçalayıp yutmasının son dışa vurumuydu.
McCarthycilik sloganlarının çoğu, bugünkü John Birch Top-luluğununkiler gibi, eskiden bütünüyle farklı anlamlara sahipti ve Eski Amerika’nın biçimlendirilmesine yön göste-ren fikirlerdi. Bu içerik daha sonra boşaltıldı ve saldırgan bir itimatsızlıkla ve yeni, başarılı topluma biçim veren aydın fikirlerle değiştirildi. Zirvede, Amerika bir çeşit saltanatın ellerindeydi. Devletin gemisi, kendi dümenini kendi yöneti-yordu. İkinci Dünya Savaşı’nı sadece çocuklar kadar bilen bir kuşak yetişiyordu. O savaşın verdiği umutların ve sözle-rin bir tanesi dahi anlaşılmamıştı. Rusya’nın da, Birleşik Devletler’in de “bomba”ları vardı. Ve tüm ulusları uçak ta-şıyıcısı ve ordu karargâhı haline getirmek için dünyayı ara-larında bölüşmeye çabalıyorlardı.
Kore Savaşı kanlı bir beraberlik ve toptan bir moral bozuk-luğuyla sona ermişti. McCarthy, gücünün doruk noktasın-dayken -birkaç istisna hariç- Amerika’nın entelektüel ve manevi liderleri, aslında McCarthy’yi desteklemeseler bile, ona meydan okumaktan korkmuşlardı. Akademik cemiyet-lerin hepsi McCarthy ve düzinelerce yerel cadı avı ve dev-letçe desteklenen soruşturma komisyonları tarafından hem parçalanmış hem de yıldırılmıştı. McCarthycilik, gençlere, yaşlıların ahlaki çöküntüsünü başka her hangi bir şeyden çok daha fazla gösteriyordu. Üniversite profesörleri, dersle-rini “yorum yok” tepkisiyle dinleyen, sessiz bir kuşakla yüz yüze olduklarından şikayetçiydiler. Kamusal hayattaki nihi-lizm, genç entelektüeller arasındaki nihilizm biçiminde yan-sıtıldı. Esasında pek çok üyesi eski komünistler olan ente-lektüel kurumlar büyük ölçüde McCarthy’yi desteklediler. Yetkide nihilizm tepkide nihilizme yol açtı. Tıpkı 19. yüzyıl Rusya’sında olduğu gibi.
Ellilerin başında, bütün edebi editörler ve akademisyenler, dünyaya “isyanı deneyimleme çağı”nın sona erdiğini söy-lemek için çok meşgul olduğu halde, benimde aralarında olduğum, oldukça az sayıdaki eleştirmen belirtmeye baş-lamıştı ki, bu slogan tek başına, kuşaklar arası iletişimin çöküşünün nasıl başarılı olduğunu gösteriyordu. Tüm bu olup bitenler yeni bir hareketin miladına işaret ediyordu. Aslında sanıldığının aksine bu hareketin başlangıç noktasını Beat Kuşağı yazarları oluşturmuyordu. Kerouac, çok basma-kalıp bir roman yayımlamıştı; Ginsberg, William Carlos Wil-liams’ın yavan, tuhaf küçük taklitlerini yazıyordu; Burro-ughs’un kendisi bile modası geçmiş çalışmalarının yayımla-nabileceğini düşünmüyordu. Tecrübesiz yazar, doğuştan yetenekli bir Dadaist olan Gregory Corso’ya The Harvard Advocate ’teki gençler tarafından muziplik olsun diye, mat-rak bir maskot gibi müsamaha gösterilmişti.
San Francisco, Amerika’da hüküm süren gidişatın uyuşmaz-lık sürecinde yöresel edebiyat ve sanata sahip olan tek top-luluğu ifade ediyordu. Otuzlu yıllarda, siyasi güçlü Sol’la beraber güçlü bir ticaret birliği şehri olmuştu, ki henüz bu köktenci faaliyet, Amerikan Komünist Partisi’nin kuramcı diktelerinden dikkate değer biçimde bağımsızdı. Belki de bunun asıl sebebi, liderlerin çoğunun bir kuşak önce Batı Sahili’nde çok güçlü olan IWW (The Industrial Workers of the World – Dünya Endüstri İşçileri), anarşist sendikacı “One Big Union – Tek Büyük Birlik” hareketinden geliyor olmalarıydı. Savaş sırasında, vicdani protestocular için Cali-fornia’nın dağları ve ormanları boyunca çalışma kampları kurulmuştu. Bu çocuklar, yapraklarıyla San Francisco’ya indiler. Ve Kızıl Otuzlar’da aktif olmalarına rağmen, anti-Bolşevik değil, ancak anarşist ve barışçı olmuş olan San Francisco yazarları ve sanatçılarıyla tanıştılar. Savaş sürer-ken, bu barışçıların ve anarşistlerin toplantıları dikkatle sürdürüldü. Savaş sona erer ermez, San Francisco yazar ve sanatçılarından bir grup, beş yıl içinde tüm o sosyalist ve komünist organizasyonların tertip ettiğinden çok daha iyi olan halka açık mitingler düzenleyerek bir Anarşist Hareket başlattı. Bu gruptan Waldport, Oregon’daki vicdani protes-to kamplarından gelen sanatçılar, San Francisco’daki kültü-rel faaliyetlerin büyük çoğunluğunu oluşturan insanlar ol-dular -ki bu kültürel faaliyetler şimdiye kadar; bir radyo istasyonu, üç küçük tiyatro, bir dizi dergi ve bugünkü top-lumun yazar ve sanatçılarına liderlik ettikleri düşünülen bir miktar insanla sürdürülüyordu. Ve bu, sözde Beat yazarla-rının ellilerin başında keşfettikleri olumlu çevreydi.
Büyük olasılıkla Beat Kuşağı ile ilgili, çağdaş kültürdeki diğer fenomenlerden daha fazla yanlış anlaşılma ve yanlış bilgi vardır. Bu, sansasyonel basının Beat yazarları fırsatını ga-nimet bilip, onları kendi dünyalarında yeniden düzenlemek konusunda çok hızlı ve başarılı oldukları gerçeğinden kay-naklanıyordu. Allen Ginsberg’e aşılanan aleni kişilik, yete-rince cüretli olsalardı Time dergisi editörlerinin olacağı tür-den bir kişilikti. Fransızların halüsinasyon satıcısı dedikleri Beat yazar, Madison Caddesi’nin Devrimci Bohem Sanatçı tasarısıydı. Yanlış ideale aldanmak gerçek yazarları her za-man cezbetse de bunun gerçekle neredeyse hiç bağlantısı yoktu. Onlar düşmanlarının aldanışlarına layık olarak her zaman alkış ve fayda sağlayabildiler.
Beat Hareketi hakkındaki tarihi yanlış bilgiler uçsuz bucaksızdır. İlk olarak, dört yazar –Allen Ginsberg, Jack Kerouac, William Burroughs ve Gregory Corso– dışında, hiçbir zaman bir Beat Hareketi yoktu. İkincisi, yıllar boyunca bu yazarların San Francisco ile çok az bağlantısı oldu ve hiçbiri daha şehri bile görmemişken buradaki bohem entelektüel çevre arasında epeyce tanınıyorlardı. Diğerlerinden birkaç yaş daha büyük olan William Burroughs, onları 1950’nin hemen ardından New York’ta bir araya getirmişti. Kerouac ve Ginsberg o sırada Columbia’da öğrenciydi ve Gregory Corso ise Harvard Üniversitesi’nde kayıtsız katılımcıydı (non-student). Birkaç yıldır bir grup hip genç adam St. Louis’de Neurotica adında bir dergi çıkarıyorlardı. 1952 civarında editörlerin ikisi, Jay ve Fred Landesman, New York’a taşındı ve o zamanların Greenwich Village’ında en gözde ve en sıradışı bohem buluşma noktalarından biri olan San Remo Café’nin bir blok ötesinde geniş bir çatıkatı stüdyosu açtılar. Kerouac, Ginsberg, Corso ve Burroughs’un New York bohem yazın çevresiyle ilk teması kurdukları yer Landesmanlar’ın stüdyosuydu. Hareketin bu aşamasıyla ilgili çeşitli romanlar var. Clellan Holmes’un Go’su hariç olmak üzere, bu kitaplar dört Beat’in kendilerine has davranış kalıpları üzerinde çok mühim şekilde yoğunlaşmadan ilk savaş sonrası kuşağın genel sahnedeki bölünüşünü, başkaldırışını ve tiksinişini betimler.
San Remo Café civarındaki New York sahnesinin sorunu, bu sahnenin tastamam zihinsizliğiydi. Orada tiksinti dışında başka hiçbir şey yoktu. Tatil süresince olan öğrencilik gezintileri akışında Ginsberg ve Kerouac, San Francisco’yu ziyaret etmeye başladıklarında üzerlerindeki etki patlayıcı oldu. Soyut dışavurumculuğun çıkış noktalarından biri olan Six Gallery’nin mülk sahiplerine 1956’da Smith Act olarak anılan yasanın ihlali üzerine ithamnamede bulunulduğundan ötürü San Francisco’da hiçbir yerde sahne alamayan Walter Lowenfels’ın bir okumasına sponsor olurlar mıydı diye sordum. Kendisi The Daily Worker’ın Philadelphia editörüydü, 1920’lerin sonlarında ve 1930’ların başlarında Paris Amerikası’nda iyi tanınan modernist bir şairdi (Henry Miller’ın Black Spring’indeki Jabberwohl Kronstadt odur). Galerinin mülk sahipleri otoriteye başkaldırma şansı karşısında hoşnutlardı. 40 yaşın altındaki kimse Lowenfels’i bir şair olarak duymamıştı bile, fakat geniş galeri herkesi şaşkınlığa düşürecek şekilde onun okumasını dinlemek amacıyla mekanı dolduran genç insanlarla hıncahınç doluydu. Mekan sahipleri o kadar hoşnut kalmıştı ki, benden başka okumalar ayarlamam konusunda rica ettiler. Bir sonraki tarih yazdı. Şehrin öncü avangart şairlerinin geçit töreniydi -Robert Duncan, Brother Antoninus, Philip Lamantia, Lawrence Ferlinghetti, Michael McClure ve şehre henüz gelmiş olan dört genç adam -Gary Snyder, Philip Whalen, Gregory Corso, Allen Ginsberg. Burada Ginsberg, ilk olarak, geçen iki hafta boyunca mest olmuş bir heyecan içerisinde üzerinde çalıştığı Uluma’yı okudu. Etki tasviri fakirleştiriyor. Şair ve dinleyici arasındaki ilişkide yeni bir folklor ve yeni bir folkloristik yaratılmıştı.
Sıklıkla Six Gallery’deki okumanın Beat Hareketi’ni başlattığı söylenir. Aslında tek bağlantı bizzat Allen Ginsberg’ün kendisidir. Kerouac da orada mevcuttu fakat periyodik rahatsızlıklar yaratmak dışında katılımcı olmadı. San Francisco’da 1928 başlarından beri umumi şiir okumaları yerleşmiş bir uygulamaydı ve komünist ressamlar ve yazarların derneği olan John Reed Club’da ve onlarla rekabet içindeki sosyalist grubun derneği olan Jack London Club’da başlıca çekici unsurlardan biriydi. Savaş süresince ve sonraki on yılda şiir okumaları başlarda birleşik pasifist Randolp Bourne Konsili ve daha sonraları San Fransisko Anarşist Çevresi tarafından, çoğunlukla Yahudi işçilerin yardım kurumu olan Arbeiter Ring’de düzenlenmişti. San Francisco Şiir Merkezi birkaç yıldan beridir varlığını sürdürmekteydi ve çoktan San Francisco State College’a taşınmıştı. Yıllık şiir festivalleri savaştan kısa bir süre sonra başlamıştı ve Weldon Kees ve Michael Grieg’in yönetmenliğinde hicivsel bir müzikal eleştiri olan The Poet’s Follies, güzel striptizci Lili St. Cyr’in T.S. Eliot’un Ash Wednesday’ini (giyinik) okuması üç yıl üst üste sahne almıştı. Kenneth Patchen, Lawrence Ferlinghetti ve şahsım yerel jazz kulüplerinde jazz üzerine şiir okumaya çoktan başlamıştık. (Muazzam bir basist ve besteci olan Charles Mingus, savaş yıllarında çoğu ressam ve yazarla yakın ilişkiler içerisindeydi.)
Daha yaşlı şairlerin hepsi anarşist ve pasifist hareket içerisinde yıllardan beri aktif olmuşlardı, savaş süresince vicdani retçi oldular ve vicdani retçi kamplarında veya hastanelerde çalıştılar. Gençlerden olan Philip Whalen ve Gary Snyder ise Oregon ve Washington’daki IWW-Devrimci Sanayi İşçileri Sendikası çevrelerinde büyümüşlerdi.
Kerouac ve Ginsberg tarafından paylaşılan gayet yapay ve ekseriyetle yüzeysel Zen Budizmi ilgisi bu çevrelerden gelir, çoğunlukla hayal edildiği gibi Çin, Japonya ve Kore’den gelen askerler bağlantısıyla değil. San Francisco üzerindeki oryantal din etkisi kısmen yereldir. Bay Area’da çok sayıda, çoğunlukla Japon mezheplerden oluşan, fakat beyazların da yer aldığı ve toplumun geneliyle ilişki içerisinde bulunan, giderek büyüyen Budist kiliseleri vardır. Geri dönen askerler arasında Budizme ilgi duyan sadece tek bir kişi tanıyorum. San Francisco entelektüel çevresiyle benim dışında hiçbir bağlantısı yoktu ve kendisi akademik bir budabilimci oldu. Diğer tarafta Alan Watts, Gerald Heard, Christopher Isherwood, Aldous Huxley ve şahsım Kaliforniya’da; Mark Tobey ve Morris Graves Seattle’da oryantal dinin ilgi odağıydık, ama bundan ziyade asıl ilgi odağı olduğumuz konu savaş yıllarının ardından düşünceli yaşamın dirilişiydi. Çoğumuz seminerler, tartışma grupları ve inzivaya çekilen genç insanlara şiddetsizlik ve meditasyon tekniklerini ve elementlerini öğreten programlar yürüttük. Bu faaliyetler farklı formlarda ve geniş ölçekli şekilde, tabi ki halen, devam etmektedir. Gary Snyder buyrulmuş bir Zen keşişiydi ve Hindistan’ın, Çin’in ve Japonya’nın şiiri ve dini yazını üzerine okumalar yapmıştı. Jack Kerouac’ın davetsiz bir şekilde evime gelip, yanına aldığı bir testi dolusu ucuz Porto şarabıyla yere oturup kendisinin bir Zen Budisti olduğunu söylediği ve odadaki herkesin en az bir doğu dili üzerine okuma yaptığını keşfettiği geceyi hiç unutamam.
Kerouac’ın Zen Kaçıkları’nda tasvir ettiği San Francisco kültürünün çehresi, kasti olsaydı eğer art niyetli bir karalama olacaktı. Oysa bu sadece, onun doğası gereğiyle anlamakta aciz kaldığı, insani dürtüler ve inançlar karşısındaki afallamış cahilliğinin bir yansımasıydı. Kerouac’ın ününün neredeyse tamamlanmak üzere olan döngüsüne sebep olan da bu cahil geyik muhabbetinin gerçek olarak sunumundan kaynaklanıyordu. Genç insanlar onu artık okumuyordu ve onu absürt, tutucu ilahı olarak görüyorlardı. Onun neden bahsettiğini gerçekten anlayan insanların onu artık okumamasına sebep olan sadece gerçeğin yanlış tasviri değil, karakterin çarpıklığı ve ilgili fikirlerin cahilliğiydi. Postmodern kültürün dünya görüşü ve bunun San Francisco versiyonu artık özellikle milyonlarca genç insanın genel egemenliğindeydi, tastamam bir yazınla ve Kerouac’ın karakterlerinin ahlaka aykırı davranışına gerçek hiçbir benzerlik taşımayan yaşam biçimi ile de destekliydi.
1941’den beri Big Sur’da yaşayan ve San Franciscolu yazarların çoğu tarafından bilinen Henry Miller, San Francisco sahnesi üzerindeki bir diğer ilhamdı. Ginsberg veya Kerouac’ın onun yazdıklarını okuduklarından bile şüpheliyim. Bu ikisi bir seferinde onu ziyaret etmek için sahil boyunca 130 mil otostop çektiler ve Miller tarafından kabul edilmediler. Miller’ın oldukça pozitif güçlü dini inançları ve hayat sevgisinin beatnik nihilizmiyle pek alakası yoktu.
Bu arada belirtmem gerekir, “beatnik” kelimesi San Franciscolu köşe yazarı Herb Caen tarafından icat edilmişti. “Beat” terimi bop müzisyenleri arasında yaygın bir argo ifadeydi, “funky” ve diğer bop argoları gibi o da zıt manada kullanılıyordu, anlamı genellikle ruhen bitkinliği ifade ediyordu. “Beat Kuşağı” terimi ise Clellan Holmes tarafından New York Times Magazine’de bir makalede ve şahsım tarafından New York Writing’de eş zamanlı olarak ilk defa kullanılmıştı. Bu makale ve o dönemde yazdığım bunun gibi olan diğerleri en genç şair kuşağı –deney ve başkaldırının yeni çağı– üzerineydi, Ginsberg ve Corso, Charles Olson, Robert Creeley, Denise Levertov, Lawrence Ferlinghetti, Robert Duncan, Brother Antoninus ve birçoklarından bahsediyordum. Günümüze kadar sürmüş talihsiz bir bağlantıydı bu. Bu insanların hiçbirinin hayal edilen Beat hareketiyle bir alakası yoktu. Yazınları geniş bir çeşitlilik içerisindeydi ve sadece ticari bir uygarlığın ahlak değerlerini reddi ve 1940’ların gerici nesliyle 1930’ların proletaryası tarafından Amerika’da soluk alması zorlaşan çağdaş şiirin uluslararası diline geri dönüşü paylaşıyorlardı.
William Carlos Williams ve Ezra Pound, fakat özellikle Williams, bu grubun hepsi üzerinde güçlü etkiler bıraktı, tabi ki iki dünya savaşı arasındaki yıllarda yaşamış olan sabit fikirli modernistler de öyle – Louis Zukofsky, Walter Lowenfels, Sam Beckett, Kenneth Patchen ve şahsım. San Francisco kültüründeki çok önemli bir diğer faktör ise şehrin New York’tansa, Londra ve Paris’le daha yakın ilişki içerisinde olmasıydı. San Francisco entelektüelleri İspanya İç Savaşı sırasında ilk olarak Londra anarşistleriyle bağlantı kurdu ve İkinci Dünya Savaşı boyunca yazışmalar Sir Herbert Read, Alex Comfort, George Woodcock, Charles Wrey Gardner, Tambimuttu gibi insanlar tarafından sürdürüldü. Örneğin ben, Denise Levertov şiirini ilk okuduğumda kendisi Essex’te bir Land Girl ’dü. Billericay’de Poetry Quarterly’yi basan Charles Wrey Gardner’ı mektup vasıtasıyla kendisine tanıttım. George Barker 1940’larda Big Sur’da yaşadı. Dylan Thomas San Francisco’da iki uzun dönem geçirdi.
Éditions de minuit ve Pierre Segher’in Poésie’si gibi Fransız “résistance” yayımları Amerikalı askerler Afrika’ya varır varmaz belli miktarda askeri postaya düşmeye başladı, başlangıçta daha az sayıda olsa da bu postalar çoktan damlamaktaydı. Simone Weil, Sartre, Camus gibi yazarlar ve Char, Frénaud, Rousselot, Seghers, Follain, Guillevic gibi résistance şairleri New York edebiyat çevreleri bırakın onları okumayı, daha duymamışken bile San Francisco’da okunuyordu. San Francisco’daki insanlar İspanya İç Savaşı günlerinden beri Simone Weil ile yazışıyorlardı.
Bunların tamamı dünya çapındaki postmodern entelektüel kültürün, birkaç entelektüel amatörün yanlış anlaşılması ve onları takip eden sansasyonel medyanın edebiyat muhabirleri sayesinde sadece küçük bir bölümünü oluşturan Beat kuşağının resmini çiziyor. Gençliğin mevcut başkaldırışı, yeni radikalizm, avangardın demokratikleşmesi, bunların tamamı kültürün temellerindeki dünya çapında devrimin çehreleridir; yaşam tarzındaki temel değişimler, temelde yeni bir uygarlığın aciliyeti gibi. Allen Ginsberg bu yeni uygarlığa sağ salim çıktı ve bugün kültürün Tel Aviv, Kalküta, Moskova gibi şehirlerde önde gelen figürlerinden, ama boynuna takılan Beat Kuşağı yaftası çoktan düştü. “Beatnik” terimini 1960’tan sonra kullananlar sadece eskikafalılar ve küçük Balkan ülkelerindeki yaşlı komünist bürokratlardı.
Peki bu sözümona Beat hareketinin anlamı neydi? Amerikan edebiyatı ve kültürünün evrimi üzerindeki etkisi neydi? Savaş sonrası kuşağın ticari, yırtıcı ve kanlı toplumdan kitlesel kopuşunun şekle bürünmüş hali ve toplumun kendisine karşı teyakkuza geçişiydi. Kerouac’ın Yolda’sı bir bestseller idi. Bu kitap yeni engin beyaz yakalı sınıf için dedektif hikayelerinin, kovboy romansının ve erotik dergilerin amacına hizmet etti. Gri fanilalı banliyö mahalleleri, hızlı arabalar, kolay kadınlar ve sarhoş partilerden oluşan bir hayal dünyasına kaçtı. Jack Kerouac’ın bu dünyası yukarıya doğru ilerleyen yeni mobil meslekler dünyasıyla özünde aynı değerleri taşıyordu. Tamamen uyuşturucu, homoseksüel fuhuş, bıçak kavgaları, sadomazoşizm, grup seks üzerine bir edebiyat ve küçük jet sosyetenin, lümpen dar görüşlü iktidar elitinin pembe dizileri ve kovboy filmleriyle kitabın basımının on yılında onu takip eden bir tren oluştu. Yaşamları gitgide onların kaçış edebiyatına benzemeye başladı. Kerouac’ın genç insanlar, gençliğin başkaldırışı, gerçekten toplumdan kopmuşlar üzerindeki etkisi asgari düzeydeydi. Doğru, binbir çeşit çocuk suçlu Cle Elum, Fort Dodge ve Tucumcari liseleri yakınlarındaki soda büfelerinde ahlaka aykırı davranışlarını terk ettiler ve San Francisco’ya doğru otostop çekmeye başlayıp Kerouac’ın North Beach’teki karakterleri gibi takılmaya başladılar. Fakat bu istila Roma’dan çekilen Galyalılar gibi kayıplara karıştı. Bölgeyi elde tutmak mümkün değildi. Var olduğu sürede onu eski bohem dünyasından ya da mevcut dünya çapındaki uzaklaşma kültüründen ayrı tutan belli nitelikler vardı. Hayat reddediciydi. Seksten nefret ediyordu. Alkolü sadece kayıtsızlık için kullanıyordu. Beat sendromunun en tanılayıcı işaretlerinden biri Kerouac’ın ve Burroughs’un kitaplarında gayet aşikar olan, kadını hakir görmeydi. Bir kıza davranıştaki “beat” yeşil ışığı, birinin umumi bir tuvalette rastgele bir homoseksüel tavlama davranışıyla tam olarak aynıydı. North Beach’teki 1957 kışıyla ilgili enteresan bir şey ise genç kız intiharları dalgasıydı, bu kızlardan birisi Yolda’nın kahramanının metresiydi. Başka bir adam ise birkaç yıl önce bir partide William Tellcilik oynarken karısını öldürmüştü. Böylesi budalaca nihilizm, yeni bir ahlak ve yeni bir tür toplumsal sorumluluğun özgün başkaldırışının dalgasıyla ve yeni bir “çok erkeksi” ve “çok kadınsı” cinsellikle kenara itilmişti –eski kafalılar hâlâ rahatsızdı, çünkü herkes uzun saçlıydı.
Burroughs özel bir vakadır. Onun işleri edebiyat için değil, toplumsal tarih için kaynak malzemesi sağlar ve bunda da az önem taşır. Mevcut geçici hevesçiliği kazıp çıkaran bir çok yazardan birisidir aynı zamanda. Corso ise bir diğer özel vaka. Çoğu tecrübesiz gibi, onun da edebi edebiyatla pek az ilişkisi vardır. Le Douanier (fr. Gümrük memuru, Rousseau’nun mesleği ve şaka dolaylı üzerine yapışan lakabı) Rousseau’yu kübizmin başlangıç dönemiyle ilişkilendirmek mümkündür, fakat ilişki tesadüfidir. Bilakis, kübistler ondan etkilenmişti, kesinlikle o kübistlerden etkilenmiş değildi. O mümkün olduğunca fotografik çizmek istiyordu. Bu Corso’nun kayda değer bir şair olmadığı anlamına gelmez; öyledir, Rousseau’nun gayet harika bir ressam olduğu gibi.
Dört Beat yazarı arasında, en fazla önem taşıyan Ginsberg’dür. Uluma yüzbinlerce kopya sattı ve uygar dillerin neredeyse tamamına, yarı-uygar dillerin de çoğuna çevrildi. Gerçek bir kehanetsel söylenceydi, bir nebî’nin söylevi, heyecanlı bir İbrani peygamberiydi ve edebiyatta buna en yakın paraleller Hosea ve Jeremiah’tı. Çeşitli yıllar boyunca Amerikalı öğrenciler arasında fevkalade popülerdi ve Toplumsal Yalan (Amerikan Hayat Biçimi) komplosunu hâkir görmelerinin güçlenmesinde ve birleşticiliğinde önemli bir rol oynadı. Ginsberg, Kerouac ve Burroughs’ta olan yaşam nefreti, nihilizm, kayıtsızlığa övgü, cinsel tiksinti veya toplumsal yıkıcılığa sahip değildi. Onu, televizyonlarda görünüp Bolşevik bürokratları uyuşturucu ve homoseksüellik üzerine provoke etmeye yönlendiren mutlak çocuksu içtenliğini asla kaybetmedi. Bazı yönleriyle, özellikle dinginlenemez gençliğiyle, Colin Wilson’ı andırıyordu. Angries ve Beatler arasındaki en büyük fark, Amerikalılar’ın toplumsal yapının tamamını reddetmiş olmalarıydı. Eski düzene kabul edilmek ya da bir yenisini kurmak istemiyorlardı. Tüm düzenleri alaşağı etmek istiyorlardı. Bundan daha önemlisi, Beatlerin hepsi, Kerouac ve Burroughs bile, avangardın da ilgilendiği Dünya Devrimi arasındaki savaşlarla ilgiliydiler. Saldırmayla, düzeni bozmayla ilgileniyorlardı, ve Ginsberg ve Corso açısında ilgilendikleri noktalar ise dilin devrimci kullanılışı ve mantık ve sözdiziminin eski kalıplarının devirilişiyle yeniden düzenlemeydi. Bu son cümle gerçeküstücü teorisyen André Breton’un dedikleriyle neredeyse aynı ve Beat şairleri tarafından tutkulu bir şekilde buna inanılıyordu. Diğer taraftan ise, bulduğum bazı röportajlarda önde gelen Angries yazarlarına bu konu sorulduğunda neden bahsettiğinizi anlamaktan acizlerdi -sanki onlar için bu Fransızca bir şeymiş gibi, kurbağa ve salyangoz yemek gibi. Bir Amerikan televizyon muhabiri, uzun uğraşlar sonucu en net anlaşılır bir şekilde Angries yazarlarından birisine konuyu anlatmaya çalıştıktan sonra, tüm dünyada yayın esnasında, şu yorumla pes etti: “Bütün bu zahmetlere katlanıp beş para etmez Galsworthy gibi yazsaydım sanırım ben de kızgın olurdum”. Beatlerin hataları ne olursa olsun, onlar popüler kitleye ulaşacak şekilde uygarlığın temel değerleri dediğimiz algıya kafa tutan ilk insanlardı, ama şunun da hatırlanması gerekir ki, onlar ezici bir toplumsal harekette esasen küçük bir odak noktası, dünya çapındaki Yeni Dalga’da ziyadesiyle görünür bir küçük dalga idiler.
II
Eski eleştirel değerler tarafından en iyi kabul edilmese de, en kayda değeri, günümüz Amerika’sındaki edebiyatın keşfedilmesi gerekmektedir; kitaplarda değil, mevcut edebi dergilerde bile değil, şiir okumalarında, teksir makinesiyle çoğaltılmış sözle saldırılarda, rock gruplarının yazdığı sözlerde, protest şarkılarda, yani edebiyatın erken zamanlarında yürürlükte olan okuyucu/dinleyici kitleyle doğrudan ilişkide olan türlerde bulunmalıdır. Okuma ve yazma sanatı bir gecede zihinden uçup gidebilir ve bunun şiirde ve hatta nesrin büyük kısmında, şairlerin ve şiir dinleyicilerinin en geç kuşağında bile kayda değer bir etkisi olmaz. Yaşlıları bu kadar rahatsız eden bu yeni gençlik dünyası. Ve böyle hissetmekte de haklılar, bu onların asla yapamadıkları bir dünya. Bu dünyada onlar yabancılar ve korkuyorlar, çoğu neler olduğunu idrak etmekte tastamam aciz.
Yeni Sol üzerine, gençliğin başkaldırışı üzerine ve özellikle büyük kitlesel fenomenler olan Berkeley’deki ifade özgürlüğü hareketi ve tüm kampüslerdeki Vietnam karşıtı protestolar üzerine Amerikan kitapları. İstisnasız bu kitaplar, 1930’ların erkekleri olan ideologlar tarafından veya geçmişe takılı kalmış sekter Marksist gruplar içerisinde büyümüş olan kısmen genç insanlar tarafından yazılmıştı. Bu yazarların hepsi, ideolojik veya siyasi olmayan, dünya çapındaki bir hareketi başka bir çağın programı niteliğinde hezeyanlarına asimile etmeye çalışıyorlardı.
Bugün yüzleştiğimiz şey ise yaşam kalıplarındaki köklü değişim ve bunun mümküniyetindeki daha da büyük değişimdir. Bu tüm ulusları etkiliyor – Kızıl Çin hariç derdim – beatnikler, holiganlar, gammlerlar , stilyagiler , provolar , hipiler –Onları Amsterdam’da, New York’taki East Village’da, San Francisco’daki Haight Sokağı’nda ya da Londra’daki Notting Hill’de bulamazsınız. Kötüye kullanım koşulları, eski kafalıların ve yaşlıların anladıklarını zannederek kalıplaşmış kaidelerle bu kuşağa uyguladıkları şeytan kovma çabalarını yansıtır, ki anlamamışlardı zaten.
Britanya özel bir vakadır. Britanya toplumu her şeyi asimile eder; kraliyet törenlerini, yüksek sosyetenin kır evi seks partilerini, Büyük Britanya’nın hantal Komünist Parti’sini. Bugün Teddy Boylar orta yaşlı, Angries Reform Club’da öğle yemeği yiyor ve artık genç olmayan Modlar ve Rockçılar bile homojen ve homojenleştirici bir toplum tarafından sindirildiler. Carnaby Sokağı çoktan düzenin bir parçası oldu ve ayı derisinden kalpaklar giyen oğlanlar ve turistler için bir cazibe merkezine dönüştü. Büyük Britanya’daki uzaklaşma alt-kültürü, metastaz yoluyla toplumun tüm yapılarına yavaşça nüfuz etmesiyle Fabian anarşizminin bir türüdür. Bu başka hiçbir yerde doğru değil ve çağdaş toplumun ruhundaki engin ve daima genişleyen uzaklaşmayı Britanyalı kitleye açıklamayı zorlaştırıyor. Bir Amerikan başkanının çok itibarlı bir Amerikan anarşist, eleştirmen, şair, psikiyatrist, şehir planlamacı, eğitmen olan Paul Goodman’ı, Sir Herbert Read gibi bir şövalye veya Bob Dylan’ı John Lennon gibi bir M.B.E. (Britanya İmparatorluk Nişanı almış kişi) ilan ettiğini düşünebiliyor musunuz?
Çoğu ulus, kendi gençlik kültürlerini özümseme dirayetini göstermiyor. Sadece en uzun saç başlıklının uyumu bağıran ve düzenleyen en fazla başbakan, bakan ve kabine katibi çıkarması görüntüsü değil, aynı zamanda uzaklaşma üniforması içerisindeki; sakallı, uzun saçlı, kot pantolonlu genç insanlar için ulusal sınırları aşmak giderek güçleşiyor. Karmaşık gümrük aramalarıyla ve ödeme güçlerini kanıtlamak üzere taciz ediliyorlar ve mesela Yunanistan, Fas, Cezayir gibi ülkelerde sadece görünüşlerine bakılarak ülkeye girişleri reddediliyor. Les douaniers tamamen haklı; düşman onlar. Eğer onlardan yeterince olsaydı, ulusal sınırlar anında yok olurdu.
Bu onların, büyük E ve büyük P ile, Enternasyonalist ve Pasifist oldukları anlamına mı gelir? Kesinlikle hayır. Böyle bir soru yanlış bir cevaba sebep olur. Olanlar ideoloji terimleriyle açıklanamaz. İdeolojiler toplumsal gerçekliği yansıtmada en iyi şemalardır, hakikatlere asla uymazlar ve bol gelen ayakkabılar gibi süratle yıpranırlar. Diyelim ki Hitler dünyayı fethetti ve tüm belgeleri ve Marx’ın yazılarına dair tüm hatıratı tastamam baskı altına aldı. Endüstriyel süreç “insani kendine yabancılaşma”yı üretmekte çuvallayacak mıydı? İnsani değerleri önemsemeksizin kapitalist sistemin genişlemesine veyahut çökmesine artık bir gerek olacak mıydı? İşgücünün sermaye yatırımına oranı ve onunla birlikte kar oranının düşmesi duracak mıydı? Üyelerinin çoğunluğu için asgari yaşam doyum seviyesini sağlama almak amaçlı ekonomik sistemin başarısızlığı, yaşam kalitesinde kökten bir değişim için durmadan yükselen bir taleple sonuçlanmayacak mıydı? Bütün bunlar, hatalarla ve çuvallamış kehanetlerle dolu bir buçuk metrelik bir kitap rafına aşinalığa mı bel bağlıyordu? Devrimci bilinç, Marksizm’in ABC’sinde izlenen yolun neticesi değildir. Devrimci bilinç, çağdaş toplumun umutsuz tezatlarındaki bir tür doğal ifrazattır ve Marx’ın da bu durumun farkında olacağı pek şüphelidir; hatta kendi çocuklarının mülayim bohemliklerine bile Ibsen’deki bir köy papazı kadar müsamahasız olduğu herkesçe bilinir.
Mevcut neslin şansına, 1848 ve 1948 arasındaki yüzyıl tüm ideolojilerin topyekûn iflasına şahit olmuştu. Geçmişin devrimleri der, Teilhard de Chardin, ekonomik ve politik amaçlar güderdi, ama yirminci yüzyılın ikinci yarısı yaşamın anlamını ve kalitesini değiştirmek üzere dünya çapında devrimci bir mücadele görecektir. Kara tahtanın temizlenmesiyle başlayacağını fark edemezsek eğer, bu devrim anlaşılamayacaktır. Bir çok üniversitede profesörlüğe sahip, eylemcileri kampüs hakkında anketlerle fişleyen bir mezun öğrenciler müfrezesinin patronu, yaşlanmış bir eski Sol Troçkist’ten daha kötü bir rehber hayal edilemez.
Bugün, baştan aşağı tüm dünyada tastamam yeni bir hayat şablonu büyümekte. Çeşitli yıllar boyunca bunu uzaklaşma alt-kültürü olarak adlandırdım fakat artık böyle değil; bu rekabette bulunan bir uygarlık, “eskinin kabuğu içerisinde yeni bir toplum.” Kitaplar ve programlar kanalıyla değil, üretim yöntemlerinin değişimiyle meydana geldi. Yaşama yaratıcı bir cevabın en azından mümküniyetlerinin, durmadan yükselerek demokratikleştiği, bilgisayarlaştırılmış, transistörlüleştirilmiş, otomatikleştirilmiş bir dünyaya basitçe, pervasızca saldıran insanların toplumudur bu.
Sanatın demokratikleşmesi pratikte, Amerika’da ne anlama geliyor? Tüm bir alt-kültür, şiiri, rock gruplarını, folk şarkılarını, döküntü heykelciliği, kolaj pop resimleri, topyekün cinsel özgürlüğü ve kostümleri, yaratılmış doğaçlamaya götürdüğü zaman ne olur? Herkesin yer alabildiği resmi ve profesyonelleşmiş bu kültürde bu yazınsal ve sanatsal etkinliğin ilişkisi nedir? Düzen ve uzaklaşmanın ilişkisi nedir? Açıkça görünen odur ki, daha genç insanlar bir şeylerden hem uzaklaşıyor hem de bir şeylere yaklaşıyor. Ne?
Konvansiyonel akademik şiir Amerika’da kesinlikle serpiliyor. Bu tipteki şairlerin çoğu, aslında hepsi, üniversitelerde yıllık 8000 $ ile 30000 $ arası maaşlarda çok iyi işlere sahipler. Kitapları satılmıyor, ama Düzen’in şiir çevrelerindeki okumalar, bir zamanlar en az vodvilin kârlı olduğu kadar kazançlı. Yerleşik herhangi bir şair sahne başına 500 $ ile 1000 $ arası bir para kazanabilir, böylece de üzerindeki konser yıldızlarının topuklarına burnunu sürtebilir.
Yine de başka bir şiir okumaları dünyası mevcuttur. Ferlinghetti, Ginsberg ve Bob Dylan bir dünyadan diğerine uzanan tek köprüyü inşa eden isimler. Bob Dylan’ın satışları hakkında bir fikrim yok ama sadece Ferlinghetti’nin Coney Island of the Mind kitabı 1969’a geldiğimizde 250,000 kopya satmıştı. Kitap yılda 45,000 adet satılıyor ve küçük Demir Perde ülkelerini ve Doğu’daki korsan kopyaları saymazsak İsveççe, Danca, Lehçe, Rusça, Fransızca, İtalyanca, Almanca, İspanyolca, Çekçe, Slovakça ve Sırpça’ya çevrilmişti. Ferlinghetti’nin diğer kitaplarının tamamı yılda 20,000 adet satılıyordu. Ginsberg’ün Uluma’sı sadece ABD’de 200,000 kopyanın üzerinde satmıştı. Kaddish 30,000 sattı. Reality Sandwiches ise 20,000. Ginsberg’ün diğer dillerdeki baskıları saymakla bitmez. Dylan Thomas’ın satışları hala Ginsberg’ün veya Ferlinghetti’nin satışlarına eşit sayılırdı ve o Büyük Britanya’da değil ama Amerikan tarihindeki en popüler “platform şahsiyetleri”nden birisiydi.
Bob Dylan ve Joan Baez gibi kişiler ve öncü rock grupları muazzam gelirler elde etti. Yine de Peter, Paul, Mary ve Judy Collins gibi gece kulübü çevrelerinde olanlar, aynı değerler ve aynı keyiflerle, işsizlik maaşı veya sosyal yardım alan, uzaklaşma kültüründen insanlarla hala temelde aynı hayatı yaşıyorlardı ve yurttaş hakları ve yurttaş özgürlükleri mücadelelerinde daha da fazla aktiflerdi. Mesele bu; yoksulların Charlemagne’dan daha iyi yaşadıkları bir refah toplumunda herkesin ahlâki olmaya durumu el verir. Aristo Nikomakhos’a Etik’ini Yunan şehir devletlerindeki özgür yurttaşların ahlaki davranışıyla sınırlar. “Kölelerin,” der Aristo, “durumları ahlâka el vermez, onların iradeleri kendilerinin değildir”. Yurttaş hakları mücadelesinin başlangıcından beri Amerika’daki ahlâki gösterilerin engin feveranının nedeni, insanların artık iyi olmaya durumunun yetiyor olmasıdır. Kuzeydeki bir kolejden ayrılıp yardım etmek için Güney’e gelen bir kıza muhtemelen cinayet dışında ciddi hiçbir şey olmaz. Belki ailesi onu reddeder. Kız açlıktan ölmez. İlginç bir hayatı olacaktır ve okula geri döndüğünde bir de burs alır. Verimli bir toplumda insanların büyük bir kısmı ahlâkın, şiir veya jazz veya hadiseler gibi, eğlenceli olduğunu keşfedecektir. Sadece varlıklı bir toplumda film bu kadar önemli bir rol oynayabilirdi. Kenneth Anger, Stan Brakhage, Bruce Conner, James Broughton, onların bir filmi James Joyce’un Ulysses’ten kazandığından daha fazlasına mal olur, ama yine de bu film yapımcıları yaşam mottosu “yağmur altında bırakamayacağın hiçbir şeye sahip olma” olan Gary Snyder veya Maria Callas kadar kazandığını sandığım Joan Baez kadar, kültürün bir parçalarıdır.
Büyük satış sayılarından çok daha önemli olan ise Ginsberg, Ferlinghetti, Gary Snyder’ın okumaları neredeyse karizmanın leş gibi tüttüğü, şişelenip satılabilecek kitle eylemleriydi. Artık pek de yer altında olmayan bu alt-kültürde, bu şairler bir yaşam biçimi tesis etti. Sayısız kafede ve camia dairelerinde insanlar her gece toplanıp Jefferson Airplane, Grateful Dead ve The Only Alternative gibi rock gruplarının, Bob Dylan ve Joan Baez gibi folk şarkıcılarının veya Ornette Coleman, John Handy, Cecil Taylor, Archie Shepp gibi modern jazz müzisyenlerinin plaklarını dinliyor veya tumba ve atonal gitarları poliritmik şekilde çalıp kendi şiirlerini okuyorlardı. Genelde bu şiirlerin anlık durum dışında bir ömürleri olmuyordu. Ülkenin her yerinde türemeye başlayan, New York’un East Village ve San Francisco’nun Haight-Ashbury semtlerinin türdeşleri olan mahalle toplulukları, bâzen bir araya gelir ve kendi şiirlerinin kopyalanmış baskılarını dağıtırlardı. Bazen bir manuel baskı makinesi bulur ve nizami bir dergi basarlardı. Kızlar sayfaları baskıya hazırlar, delikanlılar manivelaları çevirir, bebekler yerde emekler ve kediler de yazı tiplerinin üstüne yatıp alacalı daktiloya işerlerdi. Benzer bir grubun elinden çıkan ve türünün ilk örneği olan The Ark dergisi, San Francisco Anarşist Çevresi tarafından İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından basılmıştı. Derginin takipçi kuşağı 1946’dan itibaren binlerle ifade edilir ve hala benzer bir grubun elinden çıkmaktadır (her ne kadar artık kimse kendisini anarşist olarak tanımlayacak kadar eski kafalı olmasa da), ve aynı koşullar altında, sıcak suyun akmadığı kötü dekorlu aynı evlerde üretilmektedir. Eski Fransız Kanadası’ndaki beşik savaşını kazanma tehdidi gibi, bu devrim de eski kafalılardan daha uzun yaşayıp, daha fazla üreyerek başarılı olmayı umuyor. Birkaç yıl içerisinde çoğu insan 25 yaşın altında olacak. Böyle bir dünyada ekonomik problemler olmaz. Bu post-Theobald insanının dünyası, çağdaş refah devletinin artık taahhüt ettiği en düşük asgari gelirle işleyen dünya. Bu insanlar fazlalıklarını kabullenmekle kalmıyor, onu yüceltiyorlar. Kimse artık işsizlik sigortası için ihtiyaç duyduğundan daha fazla çalışmıyor. Yaşam standardı tam olarak toy fazlalıklarınkiyle aynı; Apalaş modasına uygun olacak şekilde yılda iki kot, bolca pirinç ve fasulyeden oluşan refah mutfağı, galonu 1.30$’lık şarap ve değneklerindeki tüm hamam böcekleri yok olana kadar tüketilmiş ot. Plaklar ve kitapların nereden geldiğini bilmiyorum. Sanırım onlar çalıntı. Tablolar ve bulunan sanat, şiir gibi, küçük ev sanayisinin özgün ürünleri.
Eğer sanatı demokratikleştirecekseniz, en azından en başta, muhakkak standartlarını düşürürsünüz. Çöp heykeller, damlatma tekniği resimler veya kolajlar herkes tarafından yapılabilir. Herkes Bob Dylan kadar iyi şarkı söyleyebilir. San Francisco’daki dükkanlarda Özgür Şiir Hareketi tarafından dağıtılan şiirleri (kasap tezgahında teksirle çoğaltılmış kağıtlardan oluşan yığın, ve üzerinde “Bedava / Özgür Şiirler – Bir Tane Alın” yazan bir kart) herkes yazabilir. Lenin, herhangi bir aşçının devleti yönetebileceği bir zamanın geleceğini söylerken kendisinin çok iyi bir aşçı veya çok iyi bir yönetici olacağını söylemiyordu. Bununla birlikte, yeni edebi ve sanatsal değerler ve kriterlerden oluşan bir zümre ortaya çıkmakta. Anti-yırtıcı, anti-sömürücü ve şahsen ahlâkla bağlanmış, gâyet farklı türden bir toplumun kişilerarası ilişkilerini ve onların bu değerlerini yansıtıyorlar. Bu, gayet farklı bir resmi estetiğe yol açıyor; ve bariz olan onca kaosun içerisinden yeni bir form konseptinin ve değerlerinin ortaya çıkıyor olduğu görülebilir. Elli yıllık sosyalist güç insani kendine yabancılaşmayı bitirmek bir yana, bunu arttırdı. Özgür Şiir Hareketi’nin bir gecede Homeroslar veya T.S. Eliotlar çıkarmasını bekleyemezsiniz. Bununla birlikte, uzaklaşma kültüründen insanlar yabancılaşmaya eksiksiz bir biçimde saldırdılar ve tahminimce asli kıstas burada yatıyor: bu şiir veya şarkı veya hikaye veya film veya resim veya oyun, insanla insan ve insanla kendisi arasındaki uçurumun, çok az bile olsa, üstesinden geliyor mu?
Bu “Dünyanın bütün işçileri birleşin, zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şey yok”un, “Lütfen beni rahat bırak dostum, sadece arkadaşlarımla güzel şeyler yapmak istiyorum” tarafından yerinin alındığı devrimci bir hareketti. Devrimci bir slogan olarak zararsız görünebilir, fakat bu hala Avrupa’da, Amerika’da ve Asya’da dolaşan bir hayalettir. Prag’da “The Viola” adlı bir kafede Ferlinghetti şiirleri Thelonious Monk plakları üzerine okunuyordu, fakat savaşlar arasındaki bu güzel zamanda kimse banjolu Stephen Foster üzerine Allen Tate okumayı düşünmedi bile.
Folk rock ve jazzla birlikte şiir, muhtemelen emtiaya çevirilmesi en zor olan sanatlardan birisi olduğundan ötürü, bu dünyadaki yaşamın odağıdır. Eşit derecede önemli olan bir diğer neden ise modern uzaklaşmanın, özünde Toplumsal Yalan’ın evrensel ikiyüzlülüğüne karşı bir dini başkaldırı olmasıdır ve tüm sanatlar arasında şiir, dini değerlere karşı en kesin, en aleni, en meydan okuyan ifadeyi verebilir. New York metrosundan bir nabi tarafından kaleme alınan Uluma ile başlayarak uzaklaşma alt-kültürü şiiri, İbrani peygamberlerin geleneğini takip eden Allen Ginsberg’ün üslubundan çok etkilenmiştir, bu alt-kültürdeki şiir çoğunlukla mütedeyyindir ve bu şiirin uygulayıcıları, gönüllü yoksulluk, cinsel dürüstlük ve kişisel bütünlüğe itaat gibi tanrısal erdemlere bağlıdırlar.
Bilhassa, suyun içindense üstünden giden böyle bir kültürde, bizimki gibi bir refah toplumunda, ekonomik sorular Lenin’in Devleti’nden daha hızlı şekilde yitip gider. En genç neslin belirgin şiiri kötümser bilimin tenkitlerinden tümüyle kaçar. Bu insanlar, Beyaz Saray’a bir davetiyeyi bile reddetmeden, Büyük Toplum’a davetsizce girdiler. Sibernetik geleceğin toplumsal sonuçlarını ele geçirdiler.
Bir kutubu veya bir diğer engin musibeti temsil eden siyasi kuruluşlar bu alt-kültürü kullanmaya çalışıp başarısız oldular. Vietnam karşıtı eylemlerin büyük katılımı PLP (Progressive Labor Party, Marksist-Leninist İşçi Partisi), SDS (Students for a Democratic Society, Aktivist Öğrenci Hareketi) ya da itiş kakış şekilde TV kameralarına doğru ilerleyen küçük neo-bolşevik grupların hiçbirisi tarafından organize edilmedi. Onlar kalitesiz broşürler basıp “mücadeleye öncülük etmek” üzerine mekanik kalıplar sundular, ama onlar engin bir kitle hareketinin kuyruğundaki çok ufak zâhiri parazitlerdi. Onlar gücü ele geçirip kendi üyelerini ön saflara zorladıklarında, arkalarında hiç takipçi olmadığını gördüler. Amerika gençliği –ya da bu hususta dünyanın geri kalanı– Vietnam Savaşı’nı jeopolitik nedenlerden ötürü veya Başkan Mao’nun, Ho Chi Minh’in veya Kremlin’in çıkarları için protesto etmiyorlar, kocamış tiplerin ölüm saçan kumpasına karşı, tamamen insani ve ahlâki değerlerden ötürü karşı çıkıyorlar.
Savaşa, masalardaki ve kürsülerdeki yaşlı erkeklerle, pirinç tarlalarındaki ve silahların arkalarındaki genç erkekler ve kadınlar arasındaki bir savaş olarak bakıyorlar. Siyasi gruplar bu protestoyu kendi kanallarına yönlendirmeye çalıştığında, eylemcilerin ortadan kaybolduğunu görüyorlar. Daha çılgın şiddetli gruplarınsa şüphesiz, her zaman olduğu gibi %75’i ajan provokatör.
Çeşitli ve tümden farklı gençlik davranışları tipleri ile ilgili epey bir kafa karışıklığı var. Sırf tavır başkaldırıyor diye bu onun başkaldırı olduğu anlamına gelmez. Artık yolun vahşi çocukları olan Cehennem Melekleri veya vahşi rockçı tiplerden oluşan motorsiklet kulüpleri ile Gary Snyder gibi şairlerin veya Bob Dylan, Joan Baez gibi şarkıcıların arasında Düzen yazarı John Osborne ve tilki avlayan insanlar arasındaki gibi bir ilişki yok. Otuz yaş altındaki insanların büyük bir kısmı her zaman sahip olduğumuz daimi gençlik kültüründen başkası değil, Babylon’dan Benny Goldman’a kadar tüm yaşlıları rahatsız eden o daimi kültür. Bugün refah toplumu tarafından yaratılan kötülük fırsatları, tüm her şeyi daha da aşikar kılıyor.
Cehennem Melekleri Berkeley’deki Vietnam karşıtı yürüyüşü engelleyeceklerini açıkladıklarında Ken Kesey ve Allen Ginsberg motorcuların liderlerini Kesey’nin dağ evine davet edip onlara LSD ikramında bulundu, ve ertesi gün hepsi koyunlar kadar uysal şekilde tüm duyarlı yaratıkları sevip Kesey’nin op sanatı kamyonetine atlayıp yürüyüşe gittiler. Bağlantı budur.
Bu da uyuşturucu konusunu gündeme getiriyor. Genç insanların çoğunun (şarap ve bira dışında) alkol içmektense esrar içtiği doğrudur. Tütünden de, alkolden de açıkça daha az zararlı olduğunu söylüyorlar. Çoğu tıbbi görüş de bu yönde. Devlet tarafından uygulanan bu eziyetin sebebi ise marihuananın vergilendirilmesinin imkansız olması. Kısmen kuru ve ılık bir iklimde, herhangi birisi cam önünde bir saksıda bunu yetiştirebilir. Ayrıca çok kesin tanımla; vergilendirilemez bir zevk, ahlak bozukluğudur.
LSD ve çeşitli halüsinojenler ve uyarıcılar konusuna gelirsek, daha tehlikeli olan maddeler popülerliklerini kaybediyorlar. LSD kullanan insanlar, bunun akciğer kanserine veya karılarını veya kadınları dövüp çocuklarının aç kalmasına neden olmadığını söylüyor. Daha yaşlı çoğu Amerikalı günde iki ile dört paket arası ölümcül sigara içiyor ve yalnızca sarhoş olma amacıyla muazzam miktarda alkol tüketiyor, uyku hapıyla yatıp kuvvet hapıyla kalkıyor ve buna rağmen çocuklarının ot içtiğini veya asit yaptığını öğrendiklerinde yaşadıkları manevi korku biraz iğrenç. Çok düşük ücretle dönen bazı dairelerde bulundum, fakat kötülük ve sefahat atmosferi millerce öteden belli olan bir finans bölgesi alt kademe yönetici ve kâtipler kokteyl barında bulunmadım.
Topyekün cinsel özgürlük, özellikle şaşılacak şekilde yaşlılara, çok da büyük bir fark yaratıyormuş gibi görünmüyor. Wall Street’te veya Madison Avenue kokteyl lobisinde de topyekün cinsel özgürlük var, fakat oralarda bu özgürlük, karşılıklı art niyetli düşmanlık ve suistimal tarafından harekete geçiriliyor. Tipik post-Beat kooperatif evlerde ise bu özgürlük, ziyadesiyle saldırgan karşılıklı duygusal yakınlık, bayağılaşmış bir hobo Budizmi tarafından harekete geçiriliyor genellikle. Genç kadın şair, eski tip bir dar kafalıyı yatağa götürürken “Ben tüm duyarlı yaratıkları seviyorum, ya sen ha?” dediğinde bu dar kafalının birden keyfinin kaçması kuvvetle muhtemeldir. En dikkate değer olan ise tamamen müsamahakar bir çevrede homoseksüellikteki keskin düşüştür.
Tekrar, Carnaby sokağı kıyafeti Gençliğin Başkaldırışıyla sıkça karıştırılır. Abes bu. Carnaby sokağı zenginler için, uzaklaşma standartlarına göre zengin olanlar için. Londra’nın, başta Paris, ardından İtalya ve New York tarafından zaptedilmiş uluslararası moda ticaretini bölüp ele geçirmek konusunda dikkate değer derecede başarılı bir girişiminin sonucudur bu sokak. (The Beatles ve Carnaby sokağı müteveffa imparatorlukların, herkesin kendi çeliğini yapabildiği bir zamanda, ödemelerin dengesini düzeltme girişiminin üretimidir.) Ne de gerçekten bilhassa Britanyalıdırlar. Böyle kıyafetler küçük Jet sosyete arasında her yerde yaygın. Portobello Yolu ve Waterlooplein kıyafetleri; bol delikli botlarla giyilen 1840’ların ordu elbisesi tunikleri veya ihramlarla veya khitonlarla tamamlanmış Edwardian akşam cüppeleri, başka bir şey. Bu “nasıl istersen öyle giyin” modası 1960 civarında San Francisco ve New York’ta başladı. Bundan öncesinde çoğunlukla San Francisco ve birkaç arkadaşın bulunduğu East Village’da, bir avuç post-beat entelektüelle ve onların kız arkadaşlarıyla sınırlıydı bu moda. Şimdi dünya çapında ama ben bunun bir modadan daha fazlası olduğunu düşünüyorum; bu artık kalıcı. Gelecekte muhtemelen zengin de, yoksul da dilediği gibi giyinecek. Toplum sınırsız çeşitlilikte kıyafet üretebilir. Kıyafetler kesinlikle elzem değil; yaşlıları uyuşturucudan ve hafifmeşreplikten çok endişelendiren asıl şeyler sakallar, uzun saç, çıplak ayaklar gibi görünüyor.
Bütün bu kafa karışıklığının arkasında yatan ise, basitçe daha yaşlı neslin değerlerini reddedenlerin bu nesilce ihmalkarlar olduğuna inanmaları. Etraflarında yeni değerler sistemine dayalı yeni bir kültürün yeşerdiğini görmekten acizler. İnsanlar “onlar üniversite eğitimi için annelerinin babalarının sırtından mı geçiniyorlar?” gibi sorular soruyorlar. Hayır. Batı Amerika’da üniversite harçları o kadar düşük ki, bunu yarı zamanlı bir işle bile karşılayabilirsiniz. Çoğu öğrenci kayıt olmadan ya da herhangi bir şey ödemeden derslere katılıyor ve hip hocalar bunu görmezden geliyor. Geçen sene düzenlediğim seminerde öğrencilerin yarısı, ve açık ara daha iyi olan yarısı, bu öğrenci olmayan katılımcılardı (non-students).
Aylaklık edip sosyal yardım veya işsizlik maaşıyla; başka bir deyişle vergi mükelleflerinin parasıyla, şiir mi yazıyorlardı? Bunun nesi yanlış? Mevcut yönetimlerin yaptıklarındansa vergilerle şiir yazılması çok daha iyidir. Bambu bir köprüye saldırırken tahrip olan bir bombardıman uçağı veya bebekleri yakmak, bütün şairleri bir yıl boyunca Amerika’da tutmaktan çok daha pahalıya mal oluyor.
Bu tarz sorular gücendirici, ve tek cevapları “Hadi yoluna adamım, ben sadece güzel şeyler yapmak istiyorum. Herkesi seviyorum ben. Bir şeyler oluyor ve sen ne olduğunu asla bilmeyeceksin” olan insanlara karşı nasıl anlayışsız olunduğunu gösteriyor.
Uzaklaşan insanların razı oldukları şeyler neler? Nerede ve nasıl angaje olurlar? Yaşam kalitesini doğrudan etkileyen konularda. Amsterdam’ın provolarının, East Village’daki veya San Francisco’nun Haight-Ashbury’sindeki insanlardan bir farkı yok. Çevrenin otomobillerle yok edilmesine, atmosferin ve suların kirlenmesine, sanatın, oyunların, edebiyatın sansüre uğramasına karşılar ve kitle halinde eyleme geçiyorlar, yurttaş hakları ve yurttaş özgürlüğü konularında eyleme geçiyorlar. California tarım arazisindeki ücretli köleleri örgütleme amacındaki işçi sendikası eylemlerini bile destekliyorlar, çünkü bu ahlaki bir konu. Bunun dışında işçi sendikalarının vahşi sistemin bir parçası olmasından dolayı, onlara da düşmanlar. Parklarda bedava/özgür tiyatro ve müzik için mücadele ediyorlar. Mahalle kültür merkezleri için. Ve tabi ki Düzen’in siyahlara olan saldırılarına karşı tüm güçleriyle arz-ı endam ediyorlar.
Toplum bu tarz doğrudan, kişisel spontane saldırılara karşı savunmasızdır. Bir kazı makinesinin demode şanzımanına elini sokarsan, elini koparırsın. Eğer parmağınla milyon dolarlık bir bilgisayarı dürtüklersen, bilgisayar titrer, boğulur ve bozulur. Dört zenci oğlan ucuz bir güneyli restoranına girip hamburger istediler ve oturup sessizce beklediler; bu on yıldan evvel oldu. Şimdi hiçbir şeyin durduramayacağı bir süreci başlattılar.
Benzer şekilde şairler, şarkıcılar ve hatta yeraltı film yapımcıları bile herhangi bir örgüte kıyasla eski toplumun huzurunu çok daha fazla kaçıran unsurlar. Ve bu uluslararası. Londra sahnesi Amerikalılarla, özellikle San Franciscolularla dolu. Provolar her hafta Channel’a mekik dokuyorlar. The Underground Press Syndicate sadece The Berkeley Barb ve The East Village Other’dan ibaret değil, London International Times ve Peace News, Amsterdam’daki, Stockholm’deki, Paris’teki ve Rhineland’deki gazeteler de buna dahil. 1920’lerde Café Dôme merkezli, eski Paris-Londra-Amerika avangard sahnesine benzer, herkesin birbirini tanıdığı ve nereye gidersen git Gary Snyder’dan anlayan, en iyi otun nerede yetiştiğini bilen ve tüm duyarlı yaratıkları seven arkadaşlar bulabileceğin zamanlar hala var.
III
Yılın kişisi “Gençlik”tir. Marihuana partileri ve Vietnam eylemleri doğru-yanlış anketleriyle gezen sosyoloji öğrencileri ve Life dergisinin fotoğrafçılarıyla dolup taşıyor. Vuku bulanın analizine kalan ise, Gnostikler’in spekülasyonlarının muasır sorunlarına uygun olarak, genellikle savaşlar arasındaki yılların işlevsiz kalıntıları olan sekter Marksistler’e dayanıyor.
“Ne oluyor? Gerçekten bilmek istiyorum.” diyor Donovan. Öncelikle insan ırkının biyolojik yapısı değişiyor. Çok bariz, insan gençleşiyor. Zengin ve yoksul ulusların ikisinde de nüfusun çoğunluğu otuz yaşın altında, ve yakında seçmen nüfusun çoğunluğu yirmili yaşlarda olacak. Doğum oranları, ölüm oranları, bebek ölümleri, cinsel olgunluk yaşı, yaşlılık başlangıç yılı, ölüm sebepleri ve hatta boy, ağırlık, diş durumu; son yirmi yılda kamu sağlığı istatistiklerinin tamamı şiddetle değişti ve hala aynı yönde değişmeye devam ediyor. Otuz yaşın altındaki insanlar artık büyükanne ve büyükbabalarıyla aynı ulusun üyeleriymiş gibi görünmüyorlar.
Akıl sağlığı istatistikleri, akıl hastanesine konma kayıtları, cezaevi nüfusları, nevroz ve psikoz vakalarındaki ayaktan hasta sayıları, adi suç ve kargaşa kaynaklı tutuklamalar, çocuk suçları ters istikamette ilerliyor görünüyor. Bu bilhassa daha iyi teşhis ve tedaviyle birlikte toplumun daha titiz polis faaliyetlerine dayanıyor. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda veya varoşlardaki yoksullar ve fabrikalarda ve madenlerdeki işçiler üzerine yazılmış yüzlerce benzer eserde okunduğu gibi “yaşamın gerilimleri artık, bir yüzyıl öncekinden daha büyük” denilemez, ve bu günlerin işçileri de bunun kanıtıdır.
Yoksulların zihinsel sorunları yoktu. Gerilimin bu kadarı onlar için çoktu. Eğer toplumun kabuğunu kırar ve üstlerini rahatsız ederlerse mahkemeye ve hapise gönderiliyorlardı. Eğer varoşlarda kalıp kendi suç yahnilerini kaynatmaya devam ederlerse ise polisin copu onları rahatsız etmiyordu.
Bugün Stockholm banliyösündeki yetenekli bir tamirci Gustavus Adolphus’tan daha iyi yaşıyor, ama çok nadir farkına vardığımız bir diğer konu ise San Francisco’da devlet destekli bir toplu konutta sosyal yardımla yaşayan bir zenci aile birçok açıdan Charlemagne’dan daha iyi yaşıyor. İkisi de, sadece elli yıl önce Viyanalı tüccar aristokrasisine münhasır bir imtiyaz olan gerilimleri ve nevrozları karşılayabilecek durumda.
İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren geçen yıllarda yaşam şekillerimiz şiddetli bir biçimde değişti, fakat teknoloji hâlâ bilimdeki değişimlere gecikirken, yaşam şekillerimiz de aynı şiddetli biçimde teknolojideki değişimlere gecikti. Kırk yaşın üstündeki iyi eğitimli fakat meslekten olmayan bir kişinin biyoloji, fizik, astronomi, kozmolojide neler olup bittiğine dair pek bir bilgisi yok, Rölativitenin ABC’sini ve Eddington ve Jeans’in popüler eserlerini okudu, fakat nasıl çalıştığına dair bir fikri olmadan “elektronik fırın”ının düğmesine basan banliyölü ev kadını gibi ya da fırsat olursa teknolojinin ev işlerine ne etkisi olacağını bilmeden. Direksiyon mekanizmasından satış örgütüne, oradan Arap yarımadasının siyasi rezaletine kadar demode olmuş, içten yanmalı otomobil motoru denen makineyle, çevreyi hâlâ tahrip ediyoruz. Senelerdir bir milyar insan hâlâ istenmeyen çocuklar yapıyor. Sinirlerimizi yatıştırmak için hâlâ kanserojen bulutları içimize çekiyoruz. Zehirli yoğunluktaki alkolleri hâlâ içiyoruz. Amerika’da “pis zencileri”, Vietnam’da “Asyalı pislikleri” hâlâ öldürüyoruz. Uygar ülkelerdeki nüfusun üçte biri hâlâ, Roosevelt’in dediği gibi; yetersiz kıyafetli, yetersiz barınaklı ve yetersiz besleniyor. Dünya nüfusunun onda dokuzu hâlâ pis, hayvanca ve noksan hayatlar yaşıyor ve bu durum düzenli olarak kötüye gidiyor.
Burada, yukarıdaki paragraflarda, neler olup bittiğinin açıklaması yatıyor. Sibernetik, bilgisayarlaştırılmış, transistörleştirilmiş toplum potansiyel olarak zaten burada, ve durmadan artan bir nüfus buraya gelip burada yaşamakta ısrarcı. Barışı karşılayabiliriz, yaratıcı boş zamanı karşılayabiliriz, onları haklayana kadar eylem yapıp başkaldırmayı karşılayabiliriz. Değerin asli kaynağının artık ağır cezalar olmadığı bir toplumda iyi olmayı karşılayabiliriz. En iyi ve en etkili eylem yöntemi, yeni değerlere göre yaşamaya başlamaktır. Bu insanlar diğerlerinden daha uzun yaşayacak ki, yaşlıların savaşında yaşlılar onları öldürmesin.
Geçtiğimiz yıl, eylemin temposu ve gücü, ve siyasi hedeflerdeki büyük berraklaşma konusunda muazzam bir ilerlemeye tanık oldu. İlki tabii ki Vietnam Savaşı. Artık Güven Açığı sözcüleri için, ya da diğer adıyla Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı ve İdarecileri için, üniversite kampüslerinde görünmek güvenli değil. Artık onlar fiziksel olarak saldırıya uğrayıp kürsüden uzaklaştırılıyor ve bodrum çıkışlarında helikopter tarafından kurtarılmayı bekliyorlar. Genç Amerikalılar arasındaki en popüler rozetlerden birinde “Lee Harvey Oswald, Ülken Sana İhtiyaç Duyarken Sen Şimdi Neredesin?” yazıyor. Donanma üniversite mülküne bir askere alma kabini diktiğinde öğrenciler ayaklanıp genel greve gidiyor. Benim sözüme güvenmeseniz de olur, Time dergisi de aynısını söylüyor.
Vietnam Savaşı olmasaydı ne olurdu? Muhtemelen aynı şeyler, ama daha yavaş bir tempoyla. Vietnam, Voltaire’in Tanrı’sı gibi, o kadar müsaitti ki, var olmasa bile yaratılacaktı. Burada bayat bir şakadan fazlası var. Bütün muhabirler Saigon’a indikleri anda, sanki Noel sabahındaki çocuklar gibi, yüksek rütbeli subaylar tarafından çeşit çeşit yeni ekipmana boğulduklarında hemfikirler. Tüm savaşlar, ama özellikle Vietnam, teknolojide niteliksel bir değişimle, ya da Marksist jargonla konuşursak “niceliğin niteliğe dönüştüğü ileriye dönük büyük bir sıçrama”yla nitelenir. Cangılların üstündeki elektronik bul-ve-yoket ıvır zıvırı, ve evdeki yaşam kalitesini tamamen değiştirmek üzerine yılmaz bir talep. Vietnam’da Hollandalı askerler yok, böylelikle provolar, düşüncesiz hırsın pençesindeki eskimiş teknolojinin sebep olduğu çevre tahribatına karşı direnişlerine yoğunlaşabildiler. Marslı akıllı bir böceğin bakış açısından, kayda değer bir benzerlik görmek mümkün. Amsterdam’ı neredeyse yaşanmaz yapan dumanlar ve sokakları darmadağın eden makineler, insanların şehirlerde birlikte yaşamalarının tüm avantajlarını ve keyiflerini yok ediyor; bunların napalmdan tek farkı ise etkilerinin daha yavaş ortaya çıkması, öyle ya da böyle hepsi benzin sonuçta. Clausewitz’in vecizesindeki “siyaset” yerine “teknoloji”yi koyun.
Sigaraya karşı, sert içkilere karşı, cinsel ikiyüzlülüğe karşı, siyasi sahteciliğe karşı, aşırı harcamanın emtia kültürüne karşı, geçmişin ölü elindeki polis copuyla geleceğe doğru tüm devinime zulmedişine karşı; kadim tanrısal erdemler için, gönüllü yoksulluk için; yağmacı toplumun yıkıcı cazibelerini ret, cinsel dürüstlüğün saflığı ve kişisel bütünlüğe itaat… Amerika’nın üzerinde sallanan engin musibet bulutu tarafından sersemleştirilmemiş Amsterdam gençliğinin, programını bu kadar açıkça tanımlayabilmesi toplumsal eleştiri için çok uygundur. Anarşizm bu mu? Eğer anarşizm oy pusulasının kurşun, süngü ve cop yerine geçen bir kağıt parçası olduğunu, hürriyetin düzenin kızı değil, annesi olduğunu ve mülkiyetin bir geçim kaynağı sayılmasının hırsızlık olduğunu anlamaksa; evet, anarşizm budur. Şüphesiz Amsterdam, Stockholm ve San Francisco’nun genç nüfuslarının anti-programatik programları arasında kayda değer hiçbir farklılık yoktur. Amsterdam’ın sisli havasında esaslar göze daha açık görünüyor, hepsi bu. Jazz müzisyenlerinin dediği gibi; yeni bir kitaba ihtiyacımız var.
Diğer taraftan, Avrupa ve Amerika arasındaki büyük fark ise, Amerikan gençliğinin şimdi onlara verdiği isimle; yaşlı viskicilerde yatıyor. Avrupa, yaşlıların diktatörlüğü altındadır. Willy Brandt, Günter Grass, Harold Wilson, bunlar yaşlanmış profesyonel genç insanlar. Fransa’da “gençliği” kim temsil ediyor? Çin ve İspanyol Devrimlerinden kalma mumyalanmış bir genç maceracı, bir nevi siyasi Jean Cocteau… Gerçekten korkunç bir görüntü. Nixon, Kennedy ve Reagan gibi bir TV imajı olarak dikkatlice mamul edilen Kiesinger gibi bir siyasetçi, kime hitap etmesi amacıyla mamul ediliyor? Gençlere mi? Aslında hayır. Dört bir yandan insanlar, yerel seçimlerin sonuçlarına bakarak Nazizm’in geri dönüşü diyerek ağlaşıyorlardı. Kiesinger olduğu yerde kalması medet umularak düzenlenmişti, geri dönüş için değil. Onun kamu imajı, yarım yüzyıl önceki kayıp devrimlerin, toplu ihanetlerin ve tüm ellerdeki soykırımın Talleyrand’ı veya Abbé Sieyès’i ile aynı cinsten. Onun cazibesi, kendi kafasının üstünde de bulunan gümüş saç parıltısıyla ayırt edilebilecek hedefe yöneltilmiştir.
Amerika’da işler farklı. Burası tam gelişmiş tüketici araştırmaları ülkesi. Hedef nedir? Gençlik. Mad Alley boyunca en sıcak emtia nedir? Başkaldırı. Tanrı biliyor, on yıl önce Madison Avenue’deki MCA’in yönetici ofisinde, yıldız cazibe merkezi olarak beni almak istediklerini söylemişlerdi.
Dolayısıyla Kasım seçimlerindeki Cumhuriyetçi yeniden doğuşu bir nevi gençlik başkaldırısıydı… Vergi levhalarını alana kadar varlığından bile habersiz oldukları gelir grubuna giren, yaşlanmaya başlayan gençliğin başkaldırısı. Illinois, Massachusetts, New York, Oregon, kazananların tümü idealleştirilmiş küçük kademe yönetici tipler olarak sunuldu. Neredeyse benim kadar yaşlı olan Reagan’ın durumunda olduğu gibi bunun mümkün olduğu yerlerde; yani fondöten, erkek bronzluğu, maskara, saç boyası, kuvvet haplarının liberal tatbikler olduğu ve bir ömür boyu iyi kovboyu oynama deneyiminin makul bir tıpkı basım ürettiği yerlerde, gençliğin kendisinde olmasa da. Reagan’ın rakibi Pat Brown, beşiğinde yaşlı, yorgun ve kaba görünüyordu.
İkinci Johnson ve halefleri, yaşları ne olursa olsun, eski alışkanlıklara sahip ve eski sorunlar için eski çözümler sunan yaşlı adamlardı. Onların çoğu Yeni Düzen’in, İspanya İç Savaşı’nın, Moskova Mahkemeleri’nin ve Soğuk Savaş’ın adamlarıydı. Onlar haricinde, Vietnam Savaşı’ndan herkesin anladığı ise, kan ve korku bir yana, bu savaşın uygunsuz olmasıydı, bu savaş metruk bir cevaptı. 1968 milli seçimi (1972’de olacağı gibi) askerlik celbi kağıtlarını yakanlarla IBM şube müdürleri arasında bir yarıştı, genç gençliğe karşı yaşlı gençlik… Bob Dylan kitlesine karşı Dave Brubeck kitlesi. Bana kalırsa, daha eski/yaşlı insanların bakış açısından bakarsak gelecek yıllardaki Amerikan siyaseti gayet garip görünüyor gerçekten. Bağımsızlık Bildirgesi, Komünist Manifesto, Kavgam, bunların retorik el kılavuzları olma zamanı çoktan geçti. Yeni tarzlar artık Seventeen, Mademoiselle ve Playboy’un sayfalarında bulunabilir. Ya da milyon dolarlık halka ilişkiler şirketleri böyle düşünüyor. Avrupa’daki ikincil etkiyi gözlemlemek ilginç olacak. Asıl ilginç olacak olan ise gençliğin geri tepmesi, hedefin bizzat cevabı olacak. Yaşam karşıtı karşıtı (anti-anti-life) olmanın yanısıra, gençler aynı zamanda manipülasyon karşıtı da olacaklar, yoksa bunlar aynı şey mi?