De Omnibus Dubitandum

Kenneth Rexroth, Charles Bukowski & EDEBİYATIN POLİTİKASI

 18,00

Kategoriler: ,

Açıklama

BOOKLET

Charles Bukowski şiir savaşları fikrine bayılırdı. Laugh Literary & Man the Humping Guns’ın editörlüğünü Neeli Cherry ile yaparken, mimeo dergileri seviyesinde bile, silahları hep dünyayı ele geçirmek için hazırdı. “Şiir” derdi, “sınırları olmayan zavallı bir ülkedir. Her türlü budalaya açıktır. Bir şairin tek sahip olduğu şey boktan şiiri ve kendi bakış açısıdır. Bir bar taburesinde oturduğunu düşün, ama elinde içki yerine bir kağıt parçası var. Birilerinin dikkatini çekmeyi umarak bağırıp çağırıyorsun.“
Şairlerin edebiyatın şımarık çocukları olduğunu düşünürdü: Yayınlanmak için çok az çalışmaları yeterliydi. Ne hissederlerse yazıyorlardı. Şiir hislerle ilgiliydi. Bir romancının, gazetecinin ya da tarihçinin işleri gibi karmaşık değildi.
“Şairler göz kamaştırır,” derdi, “ama genelde en iyi işleri, sanatın ne olduğunu anlatan müşkülpesent yazılarıdır! İnsanlar bana şair dediği zaman kusmak istiyorum. Ben bir yazarım!“
Bunlar 1976’daydı, ben L.A. Vanguard’da sanat editörüyken. Gazeteye Bukowski’yle ilgili bir yazı hazırlıyordum. Lory Robbin’le, ilerde Linda Bukowski olacak kadını ağırladığı, Carlton Way’deki evine gittik. Lory, üçümüzün beraber içerken harika karelerini yakaladı, Bukowski her zamanki taşkınlıklarını yaparken.
Vanguard’ın prensiplerine göre, ana yazıların, fikir birliği ile onaylanması gerekiyordu. Bukowski yazımı verdiğimde 3’e 2 oyla reddedildi. Dorothy Thompson ve Ron Ridenour, Bukowski’yi anti-feminist ve tutucu buldukları için yazıyı kabul etmemişler. Daha önce de buna benzer bir problemim olmuştu. Erkek rock müzik eleştirmenimizi Holly Near konserine göndermeye çalıştığımızda, Near’in halkla ilişkiler yetkilisi bizi reklamlarını geri çekmekle tehdit etti ve kadın bir eleştirmen istediler. Ben de yakın arkadaşım Diana Saenz’i gönderdim, RCP üyesi, Proposition 13’ün Howard Jarvis’inin sekreteri. Harika bir inceleme yazdı; RCP’nin gruplarından Prairie Fire’ın şarkı sözlerini de kullanarak, ben hariç herkesi kızdırmayı başardı. Ama görünen o ki zaten reklam parasını ödemişiz. Diana harika yetenekli bir şair, propagandacı ve radikal bir örgütleyiciydi, asla “siyaseten doğru” bir insan olarak düşünülmemeli.
Editör olarak bu “siyaseten doğru” olma saçmaladığından çok sıkılmıştım. “Charles Bukowski olmuyorsa,“ diye sordum “aklında kim olabilir?“
Kenneth Rexroth’un ismi ortaya çıktı. Çocukluk arkadaşı, The Holy Barbarians’ın yazarı Lawrence Lipton’ı aradım. Bana bir adres ve bir de telefon numarası verdi: 1401 Pepper Lane, Montecito, California. 805 969 2722. Rexroth’u aradım ve hemen anlaştık.“ Haftaya Salı öğlen gel. Evimiz hemen otoban çıkışında, kırsalda. Karım, Carol [Tinker], sana öğle yemeği hazırlar.“
Bukowski’ye, Vanguard’ın yazımı yayınlamayacağını, onun yerini Kenneth Rexroth’un alacağını söylediğimde çok şaşırdı.
“Ama sen sanat editörüsün.”
“People’ın sanat editörü.” Ona onaylanma sürecini, fikir birliği konusunu anlattım. “Şimdi anlaşıldı” dedi. “Mencken’in bunu yaptığını tahmin ederim. Bu arada Rexroth sahtekarın tekidir. Sor bakalım kendisine [Robinson] Jeffers ile ilgili ne düşünüyormuş.”
Bukowski’nin alındığını anlayabiliyordum. Lory Robbin, onun, Linda’nın ve benim, televizyon karşısında beraber içerken harika fotoğraflarımızı çekmişti; o fotoğraflar 2005’te Visceral Bukowski yayımlanana kadar gün yüzü görmediler.
Dürüst olmak gerekirse, 1976’da, Bukowski’den uzaklaşıyor olmak hoşuma gitmişti. Rexroth’u her zaman çok beğenirdim. Lipton bana ondan ne beklemem gerektiğini anlattı. “Bazı dönemler, tanıdığı herkesi arar ve onlarla saatlerce telefonda konuşur. Sonra bir sene boyunca ondan haber alamazsın.”
Amerika’nın en zengin insanlarının yaşadığı yerlerden biri olan, Montecito’nun dağlık kırsalındaki bağda, güzel evinde, Rexroth’la tanışıp, bu görüşme fırsatı için Larry Lipton’a teşekkür ettiğimi söylediğimde bana, “Biliyor musun, Larry benim en eski dostlarımdan biridir ama bunalımlı dönemlerinde tanıdığı herkesi arayıp sonsuza kadar telefonda tutma gibi bir huyu var.” dedi.
Bahçelerinde çok güzel bir öğle yemeği yedik ve Rexroth son projesinden bahsetmeye başladı, Japonya’nın kadın şairleri. Bugüne kadarki tüm şiir kitaplarını okumuştum. En hoşuma gidenler muhteşem çevirileriydi: 100 Poems from the Chinese ve 100 poems from the Japanese. Diğer okuyup beğendiklerim de Collected Shorter Poems, Collected Longer Poems ve The Phoenix and the Tortoise idi, ilk baskısını yanımda getirmiştim.
Carol Tinker, bize, ılık güneşte, sarmaşıklar altında, erikli ve Çin sebzeli harika bir noodle ile soğuk bira servis etti. Bana Robert Bly ile olan kendi şiir savaşlarını anlattı; The Seventies’de basılmak üzere yolladığı tüm şiirlerini reddetmiş.
Rexroth “Bly kadınlardan nefret eder” dedi.
Ben de Rexroth’a Bly’ın ilk şiir kitabını çok beğendiğimi söyledim, Silence in the Snowy Fields. “Çok Çin işi.” diye aşağıladı.
Rexroth’a Wormwood’un bastığı ‘Tao in the Winter Mountains’ın bir kopyasını yollamıştım. Yazdıklarımla ilgili sevgi dolu yorumlarda bulundu. Bana Çince bilip bilmediğimi sordu. O’na “bir fikir edinebilmek adına” UCLA’de bir dönem aldığımı söyledim..
O’na Çince’sinin nasıl olduğunu sordum. “Yeterli seviyede, kitap sayesinde.” dedi. Lipton bana, Rexroth’un ilk çevirisini San Francisco’da Çinli bir garsonun yardımıyla yaptığı söylemişti. Bukowski haklıydı; ortam fazlasıyla müşkülpesentti.
“Çince’yi Ezra’dan daha iyi bilirim, sorduğun buysa.” Ezra Pound. Rexroth ve Pound, ikisi de, New Directions yazarlarıydı. Editörleri de aynıydı, James Laughlin. “Zavallı Ezra, soyadımdaki -roth yüzünden beni Yahudi zannederdi.” Rexroth, savaştan sonra Pound’u ziyaretinden bahsetti, DC’de bir akıl hastanesi, St. Elizabeth. O’nun için doğru yer olduğunu düşünüyordu. “Ezra gerçekten kafayı üşütmüş.” dedi. Bunun kayıtlara geçmesi için not aldım, özellikle Bukowski için.
Yemeğimizin sonunda, Laughlin’in, Pound’la ilgili kendisiyle hemfikir olup olmadığını sordum. Rexroth “Ona kendin sormana izin vereceğim,” dedi. Beni evin içinden geçirerek, içinde kitaplar, resimler ve büyük bir piyano olan başka bir binaya götürdü. Burası çalışma odasıydı. James Laughlin’in Canaan, Connecticut’taki telefon numarasını yazdı. “Bu özel hattı. Onu evden arayabilirsin. Evet şimdi nelerden bahsetmek istersin, Li Po ve Tu Fu?”
Ona, bu konuyu konuşmanın gerçekten çok hoşuma gideceğini söyledim. Arkadaşım Charles Tidler’dan bahsettim, Basho ve Buson üzerine çalıştığını anlattım. Rexroth gülümsedi. “Ama yüzlerce mili, asırlardır ölü olan şairleri konuşmak için gelmedin, değil mi?”
Benim, anarşist, IWW üyesi ve daha yeni, SDS’nin içindeki yasadışı bölünme olan Weatherman’in ilkelerini basmış bir gazetenin editörü olduğumu biliyordu. Rexroth, kendisinin de bir anarşist olduğunu iddia ediyordu. “Telefonda doğru anladıysam, radikal, devrimci yazılar ile ilgili konuşmak istiyorsun, değil mi?”
Ona bunun kısmen doğru olduğunu söyledim. Charles Bukowski’nin adını geçirdim. Yüzü sertleşti. Kızardı. “Bukowski’nin Patchen hakkında yazdıklarını biliyor musun? Aşırı duyarsız ve acımasızdı. Kenneth ve Miriam’ın sürekli para dilendiğini, Patchen’ın ağlayan bir bebek olduğunu… Omurganda kireçlenme olması ne demek bilir misin? Nasıl bir ağrı içindeydi! Buna gülmek. Bukowski Patchen’a yalanlarla dolu ve çok saldırgan bir yergi yazdı ve bu onun eline kalp krizinden öldüğü hafta geçmişti. O iğrenç adam. Ve bütün kadınlar onu dinlemeye gidiyorlar. İnlemelerle hezimete uğrayarak harika zaman geçiriyorlar. Birisi böyle bir şey yapmadan önce ayıltılmasını dilerdim. Yetmiş yaşındayım ve yazarların arasında çok saldırgan atışmalar gördüm. Böyle bir şeye hiç şahit olmadım ve bence Patchen’ı bu öldürdü. Dolayısıyla Miriam’ı da.”
Hepsini kaydettim. “Yani,” diye sordum, “Patchen belli ki bunu okumuş.” “Evet,” dedi Rexroth. “Free Press’de yayınlandı. Kendi sendikasından. Ben New Orleans’da bir yeraltı gazetecisinden aldım.” Patchen, uluslararası şiir dünyasının bir parçası olan az sayıda Amerikan yazarlarından biriydi ve Avrupa’da gençler onu okuyordu. Mary McCarthy bir gün bana ‘Rexroth, üniversiteli gençler ne okuyorlar? Sen sürekli gezerek okumalar yapıyorsun.’ diye sordu. Herkesten öncelikli Kenneth Patchen dedim. Ona hiç saygısı yoktu ve ‘Ben sadece yenilikçi okullarda ders veriyorum’ dedi.
Kenyon Review ve Partisan Review arasındaki savaşları hayal meyal hatırlıyorum. Daha sonra, oyunumu yazarken, Contentious Minds: The Mary McMarthy/Lillian Hellman Affair, edebi savaşlarla ilgili bütün bilgileri edindim. Ama Bukowski’yi, kasıtlı veya kasıtsız cinayetle suçlayan birini hayatımda ilk kez tanıyordum.
Rexroth “Bukowski’yi hiç görüyor musun?” diye sordu.
Ona sürekli gördüğümü söyledim.
“O zaman ona de ki: Eğer bir gün bir yerde karşıma çıkarsa, onu telefon direğiyle, yürüyemeyecek hale getirene kadar döveceğim. Benim için bunu kendisine iletir misin? Söz mü?”
Yaparım dedim. Rexroth, Bukowski’yi Laughlin’e, ilerde New Directions yazarı olması için önerdiğini bile hatırladı. 25 Temmuz 1967’de editörüne “Neden Charles Bukowski’yi basmıyorsunuz? Şu ana kadar geçtiğimiz senenin en iyisi o, nerdeyse senin yaşında olmasına rağmen. Bence harika biri ve onu tanıştırmak isterim.”
Bu, Bukowski’nin Patchen’e ‘kaşıkla beslenen ceset’ dediği yergiyi basmasından önceydi.
Daha büyük konulara geçtik. Rexroth’a bir yayınevi olarak New Directions ile ilgili fikirlerini sordum. Sağlam soru. Bana yüzünde sağlam bir gülümsemeyle karşılık verdi.
“James Laughlin, on yılı aşkın bir süre, yılda doksan bin civarı para kaybetti. ŞİMDİ kazanıyor ama yıllar yılı eline geçirebildiği her güzel şeyi her dilde bastı. Ve başka kimsenin yayımlamadığı Amerikan yazarlarına çok açıktı.”
Kahkaha attı ve boğazını temizledi. “New Directions olmasaydı Amerikan edebiyatı çok daha fakir kalırdı.”
New Directions’ın uçsuz bucaksız topografisini gözden geçirdi: Henry Miller ve Tennessee Williams ve Williams Carlos Williams ve Ezra Pound ve Patchen ve Delmore Schwartz, Dylon Thomas ve Ferlinghetti ve Merton ve ben, Rimbaud, Mishima dahil tüm çeviriler. “Şu anda, bu ay, Kazuko Siraishi’yi basıyorlar.” Yavaşlayıp, 1974’te Laughlin’e sattığı işinden uzun uzun bahsetmesine izin verdim, son seksi Japon şiir tanrıçası. 1 Mart 1976’da Laughlin’e yazdığı bir mektupta onu siyahilerin müziğini dinleyen ve “onbeş yıldır beyaz ya da sarı ırktan bir sik içine girmemiş” olarak tanıtmış.
Bu kitabın adı Seasons of Sacred Lust idi ve önsözünü Rexroth yazdı. Kayıtlarda onu, işlerini duymadığım Lenore Kandel ile karşılaştırıyor.
Ancak buraya şiir yazan Japon moda ikonu pop starı konuşmaya gelmemiştim. Onun yerine, kendisinin, Yunan ve Latin başyapıtlarından çeviriler içeren, Loeb Classical Library kitaplarının konusunu açtım. Rexroth, apaçık ortada olanı söylememi bekliyordu, belki de özgün metinlerde o kadar da iyi değildi, ama ben onun yerine, Peter Jay’in mükemmel Greek Anthology’sini çıkarttım ve içinde kaç çevirisi olduğunu gösterdim. Saygılıydım; kendisine bu sayıdaki en iyi Yunan ve Latin edebiyatı bilginlerinden örnekler verdim: Dudley Fitts, Peter Levi, Richard Lattimore, Peter Jay, kendisi ve Ezra Pound. Özellikle beğendiğim Leonidas of Tarentum çevirisini söyledim, orijinal Yunan metindeki 178 numaralı şiiri sesli okudum.
İşte Klito’nun küçük kulübesi Burada mısır tarlası. Burada minik bağı. Burada ufak ormanı. Klito burada seksen yıl yaşadı.
Çin şiirine çok benzediğini belirttim, mesela Wang Wei’nin bir şiiri. Çok hoşuna gitti. Aşk ve seksle ilgili Yunan şiirlerini çevirmekten ne kadar zevk aldığını anlattı. Ben de ona elinde Sappho’nun Mary Barnard çevirisi var mı diye sordum. Bana kitap var ama Sappho’nun büyük bir kısmı eksik, hissi tahmin edilmeli dedi.
Sonra benim uzun şiirimden bahsetti, ‘Tao in the Winter Mountains’. Harika olduğunu düşünmüş. Devam etmeliymişim. Robert Bly’a göndermeliymişim. Ona Bly’la şansımın hiç yaver gitmediğini söyledim. Bana cevap olarak azarlama mektupları göndermişti. Chuang Tzu okudun mu diye sordu. “The Legge’in çevirisini okudum ama ne kadar doğru emin değilim.”
“Güzel cevap,” dedi. Edward Herbert’in A Taoist Notebook’undan bahsetti. Ona en sevdiğim kitaplardan biri olduğunu söyledim. Sonra Fenollosa’nın Çin ve Japon sanatına dair kitaplarını okuyup okumadığımı sordu. Ona bu kitapları UCLA’in kütüphanesinde gördüğümü ancak kartımın kullanma tarihinin geçtiğini ve evimizin kitapla dolup taştığını, karımın bana Henry Miller gibi Fransa’ya taşınmamı tavsiye ettiğini söyledim.
Bu sohbetin üzerine kayıt cihazını tekrar başlattım ve Rexroth şelale misali dökülmeye başladı. Robert Bly ile başladı. “Bly. Bly Avrupalıların ve Latin Amerikalıların tüm şiirlerini basar. Ama bunlara benzer bir şiir Amerikalı bir şairden geldiğinde, söylediğin ve yazdığın her şeyde neyin yanlış olduğuna dair öğretmen tavırlı bir geribildirim alırsın ve kadınlardan nefret eder!”

Bukowski’nin sürekli sorduğu soruyu sordum: şairler arasında neden bu kadar fazla ağız kavgası, didişme var. Bukowski Amerikalı şairleri bir şişedeki kurtlar olarak tanımlardı. Bu yüzden asla bir grupta okuma yapmak istemezdi. Rexroth da neredeyse tamamen onunla aynı fikirdeydi.
“Gerçek bir güç bulunmayan yerlerde, insanlar fareler gibi sürekli kavga ederler,” dedi. “Ben bu yüzden doğudan ayrılıp San Francisco’ya geldim, şiir piyasasından mümkün olduğunca uzaklaşabilmek için. Orada tekrar bıraktım. San Francisco’dan ayrılışımdan iki yıl sonra duydum ki, sadece Bolinas’ta ikiyüzelli şair yaşıyormuş. İnsanlar bana, City Lights Bookstore’da tanıştıkları insanlardan benimle ilgili duydukları fantastik hikayeleri anlattılar. Hepsi yalan. Tamamı art niyetli. Ben de Santa Barbara’ya geldim. Sekiz yıldır buradayım. Tanrım, şiir okumaları her yerde, matbaa makinaları, yayınevleri ve her şey. ŞAİRLER, ŞAİRLER, ŞAİRLER, zührevi hastalık gibi yayılıyorlar. Snake River’ın dibine dalmadığım sürece onlardan kurtulamayacağım. Beni anlıyor musun?”
Kesinlikle anlıyordum. L.A. Times için şiir incelemeleri yazarken şairler kapıma gelip dururdu.
Edmund Wilson’la hiç tanışmadım ama muhteşem zevkine hayran olduğum yazarlardan Mary McCarthy’nin izinde Castine, Maine yollarını yürüdüm, Partisan Review’da ya da değil. O sürgün ve inziva hayatı yaşamıştı. Ve Wilson’la evliydi. Ona bir erkek çocuk doğurmuştu. Acaba kırsala taşınma fikri aklıma ilk bu anda mı gelmişti? Yaşıtım yazarların kroniklerini çıkartmayı ilk düşünüşüm? Merak ediyorum. Otuz yıl sonra bu kayıtları dinleyip notlarıma bakarken, katkım bu devlerin yanında ufacık da kalsa, Rexroth’a ne kadar borçlu olduğumu fark ettim. Ve evet, Rexroth, bahsettiği bu üç kişinin yanında durmayı hakkediyordu.
John Fante, H.L. Mencken ile ilgili bir saat konuşabilirdi. Mencken onun en sevdiği konuydu. Şimdi burada Rexroth’laydım. Assays kitabını çok sevmiştim, edebiyata bakış açısını; ender bulunan maden öbekleri gibi, dikkatle tartılıp ölçülmesi gereken şeylerdi. Altın analiz edilirdi. Assays, Rexroth gibi bir eleştirmen için harika bir başlık diye düşündüm. Onun yanında bütün doğru şeyleri söyledim ve şimdi, herkesten sakladığı içsel estetik değerlerini ortaya çıkararak yanıt vermeye hazırdı. Çok okuyan ve edebiyat yazan bir gazeteci olduğum, elitist ya da akademisyen olmadığım için bana açılacağını hissettim.
Onu edebiyat dünyası kavgalarından konuşturmak istiyordum, Fransız Solu’nun saygı duyduğu bir Amerikalı Radikal olarak Fransa’da geçirdiği yıllardan, Çin’de, ayın altında, kadınlarla geçirdiği gecelerden, ama esas, Jeffers ve Ezra Pound gibi yazarlarla olan patlamalarından bahsetmesini istiyordum.
Kayıtlarda Bukowski’nin, Kenneth Patchen’ı, yergisiyle öldürdüğünü söylemiş birinin, Ezra ile ilgili neler söyleyebileceğini merak ediyorum.
Rexroth, akademisyenlere, “’İngilizce departmanında yükselmek için, üç ayda bir bir şeyler basan, yalan yanlış tanıtımlar yapan’ sahte şairler, sözde eleştirmenler” derdi. “Birleşik Devletler’de gerçekten eleştiri yapan ve hepimizin gazeteci dediği dört kişi var. Bunlar James Gibbons Huneker, H.L. Mencken, Edmund Wilson ve benim. Günümüzün eleştirmenleri bize bir şey ifade etmiyor. Elitizm. Huneker, bir keresinde, edebiyat da yargılanmalı demişti, şaraplar, atlar ve kadınlar gibi! Zevk nedir bilmiyorsan eleştirmen olamazsın. O zamanlarda Partisan Review takımı olan Amerikalı eleştirmenler oluşumunu madara etmeye bayılan biri vardı, Randall Jarrell. Eleştiri dünyasının tüm sahteliğini içten dışa görmüştü. (Wilson başta), bahsettiğin eleştirmenlerin, kıymetlerini bilerek yaşadıkları, hislere hitap eden bir hayat tarzı artık kolay bir şey değil, hatırı sayılır bir soyutlanmada değilsen. Edmund Wilson’ın, New York’un kuzeyinde, şehir dışında yazdığı son kitabına [Upstate] bak. Sonunda ön bahçesinden otoyol çıkışı geçirdiler. Motorcu çocuklar evinden bir şeyler çaldı. Bunlarla, bu hayat tarzıyla yaşayamazsın. Ben böyle yaşıyorum çünkü her zaman bu konuda çok ısrarcı oldum. Beni ziyarete gelen insanlar, mesela Japonya’dan gelen şair arkadaşlarım ‘Burası Kyto’daki ev gibi. Şehrin sonunda ve ormana gömülü.’ diyorlar.”
Tam da Greek Anthology’e yazdığı şiir gibiydi. Wilson ve Mencken ve Rexroth. Ancak Mencken yıllardır Baltimore Sun’ın editörüydü ve şehrin göbeğinde yaşıyordu. Büyükbabam onunla Sun’da çalışmıştı ve kendisini Henry olarak bilirdi. Yine de Edmund Wilson ile ilgili haklıydı.
Editörlerimin sormamı istediği bir soruyla başladım: “Marksist estetik problemine girmek istiyorum,” dedim. Rexroth gülümsedi. “Plekhanov ve Lukas ve Radek ve Bukharin gibi yazarlar. Sosyalist bir toplumda edebiyat gelişebilir mi?” Marksist arkadaşlarımla, bıktıracak kadar tartıştığımız bir soruydu. Üniversiteli gençlerin, romanları, şiirleri ve oyunları politik bir formülle birleştirmeye çalıştıkları bir oyundu.
Rexroth topu doğrudan bana geri attı. “Bilmiyorum,” dedi. “Sosyalist bir toplum hiç olmadı ki.” Bu politik bir cevaptı. Vazgeçmeye niyetim yoktu.
“Tamam. Katılıyorum. Peki Sovyetler Birliği gibi Marksist bir toplumda gelişebilir mi?”
Bu daha spesifik bir soruydu. Rexroth ağzında iyi bir puro misali çevirebilirdi.
Güldü. “Unutma ki Gyorgy Lukas Bolşevik itibarının çok ince çizgisi üzerinde yaşadı. Gayet başarılı bir şekilde kendini Sovyetler Birliği’nin dışında tuttu [1930-1945 yılları arasında Moskova’da yaşadı]. Ve bir akademisyendi. Lukas gerçekten çok steril bir eleştirmendi.” Macaristan’da, Bela Kun ile Lukas’ın arasında geçen kavganın detaylarına girdi. Kun’un, Macaristan’da, Sovyet stili bir devrim organize edişini, kendi yerel Red Army’sini ılımlı muhalefete karşı yönlendirmesini, Romanya ve Çekoslovakya’ya kaybedilen Macaristan topraklarını tekrar ele geçirişini ve daha sonra da aralarında Lukas’ın babasınınki de olan, zengin arazi sahiplerinin mülklerine el koyuşunu anlattı.
Söylediklerinin en az yarısının doğru olmadığını biliyordum. Yine de sohbetin tadını çıkarıyordum. Sonuçta Marksist düşüncenin kıdemli uzmanıydı ve ben de dizinin dibindeki genç budalaydım. Devam etmesini dinledim:
“Şunu anlamak lazım ki, Rusya’da yaptıkları, şu anda modası geçmiş Amerika olan, popüler yazılar seviyesindeki edebiyat denilen şeyi bir standarda sokmaktı. Rus edebiyatı 1930’ların Saturday Evening Post’u gibi. Her şey çok büyüleyici. Konudan konuya atlıyordu. F. Scott Fitzgerald’ı andı. Doğru, Saturday Evening Post yazarıydı.
“İşte,” devam etti, “Bukharin ve Radek’i tongaya getirdiler. SSCB, bir açılım yaparak tüm işlerini bastı. İkisi de muhteşem Kharkov Writers Konferansı’nda (1934) konuştu. Biri James Joyce’dan biri John Dos Passos’tan bahsetti. Bu en kültürlü adamların ikisinin de zevklerinin burjuvalığını görmek çok garipti.” [Radek, John Dos Passos’u Komünist Parti’ye henüz katılmamış iyi niyetli bir Solcu diye savunurken, Joyce ve Proust’u rüşvetçilik ve gericilikle suçlamıştı. Bukharin de birkaç Rus şaire saldırmıştı.] Yine, Rexroth’un hakikatlere olan kayıtsızlığı beni şaşırtıyordu. Devam etti:
“Lunacharsky derdi ki, ki ben hala böyle olduğuna inanıyorum, devrim ve sanat bir toplumu kökten değiştirebilir. Fütüristleri, Yapısalcıları ve her türlü şeyi desteklerdi ve ölünce hepsi bitti. Artık ya Stalinist olabilirdin ya da Trotskyite destekçilerinin enkaz temizleyicisi.”
Rexroth’la hemfikirdim. Hala öyleyim. Gerçek bir devrim tüm kanalizasyonun atık sularını temizler.
Bulgakov’un The Master and Margarita’sını okuyup okumadığını sordum, L.A. Times’a yeni inceleme yazısını hazırladığım, uzun zaman yasaklı kalmış bir başyapıt.
“Hiç okumadım,” dedi. İsterse bir kopyasını ödünç verebileceğimi söyledim. “Stalin terörü üstüne bir başyapıt.” Hayır anlamında kafasını salladı. Okumak istemiyordu.
Jack Hirschman’ın Mayakovsky çevirisi için ne düşündüğünü sordum. “Söylememeyi tercih ederim,” diye mırıldandı. “Başımı derde sokmak istemiyorum.”
Hiç anarşist bir yazar okuyup okumadığını sordum. Sırıtarak “Arturo Giovannetti mi mesela?” dedi.
“Daha güncel,” dedim. “Pa Chin, Çin’li anarşist romancı. Hala hayatta.” Bu Rexroth’un ilgisini çekti. Pa Chin’i bilmem ve romanı The Family’i okumuş olmam. “Evet, o hala hayatta.” Birden gözleri parladı ve Rexroth açıldı.
“Pa Chin’i susturdular, biliyor musun! Sakın Çin’li Komünistlere güvenip bir yere gitme, eski kürk şapka kılıklılar,” dedi. “Bir keresinde Pekin’de bir konferansa kalabalık bir grup, Japon parti üyelerini davet ettiler, hiçbiri geri dönmedi. Hepsi katil.”
“BUNU BİLİYORUM. Bütün devletler öldürür.” Kıymetli bir anarşist açılış hareketi. Bir tartışma girişi. Hoşuna gitti. Gülümsedi. Çayından bir yudum aldı. “Peki,” dedi.
Şimdi öğrenmek istediğim şeyi sormanın zamanıydı. Ezra Pound’la başladım. Politik görüşlerinden hoşlanmasam da en sevdiğim şairdi. Bukowski’yle, Cantos’u ikimizin de okuyup, bir türlü tam olarak anlayamayışımıza gülerdik. Konfüçyüs ve Eski Yunan ve tüm o Çinli karakterler. Birkaç tane okuyabilmiştim.
Rexroth’un Pound’la ilgili fikirlerini istiyordum. Hedonist, anarşist, belki ikisi de olan gerçek Rexroth’un. Robdöşambrı ve ev terlikleriyle karşımda olan bu eleştirmenin. Rexroth’un Pound’la ilgili daha çok fikri olabileceğini düşünüyordum. İkisinin de işlerini basan James Laughlin’le ikisi de, kişisel olarak da yakındılar. Nereden başlayacağımı biliyordum:
“Bir yerde Pound’la karşı karşıya kalmıştınız. Fransa’nın önemli şairleri ile ilgili bir yazı yazdığını hatırlıyorum ve sen bunun üstüne gitmiştin. Çok önemli olduğunu düşündüğü yazarlardan biri Max…”
Rexroth hazırdı. Bunu uzun süredir bekliyordu. “Max Elskamp. Fransızca yazan Belçika’lı sembolist.” Fikre kıkırdadı. “Belçika şiirinin yeniden dirilişi.”
Gözleriyle, demek ki bu çocuk da [ben] küçük beyinlilerden dedi.
“Laughlin hiçbir zaman o yazıyı tekrar basmadı [Pound’un]. Hayatında okuyabileceğin en absürt yazı. Modern Fransız şairlerle ilgili, Pound’dan daha az bilgili olamazdın. Café Dome’da tanıştığı insanları yazmış. Post-Apollinaire Fransız şairlere hiç girmemiş. Paul Eluard, Philippe Soupault ve Andre Breton gibi.”
“Pound Paul Fort’u yazdı.”
Rexroth gürültülü bir kahkaha attı. “Evet, Paul Fort. Şairlerin prensi. Fransızların James Wittcomb Riley’i. Closerie de Lelas günlerinden. Oraya şair arkadaşım Pierre Seghers ile giderdim, sahibi, Paul Fort’un eski günlerini anlatır, o halinin geri dönmesini isterdi.”

Pound yazından alınmış mıydı diye sordum. Edebiyatla ilgili hiç kavga etmişler miydi?
“Ezra’yla hayır. Bana Yahudi Bolşevik, Rex Rosenheim derdi. Ve her karşılaşmamızda Yahudi olmadığımı görüp şoka girerdi.” Sadece birkaç kere görüşmüşler.
Yapmacık bir kahkaha attım, binlerce kitapla dolu kütüphanesinde oturuyorduk. “Laughlin’in ikinizin de yayımcısı olması hiç problem oldu mu?”
“Hayır, Ben. Ezra umursamazdı. [T.S] Eliot benden hiç hoşlanmazdı. Benim etrafta olmamı istemezdi, ama Ezra bana hiç sorun çıkarmadı. Bir şekilde benden hoşlandığını düşünüyorum.”
Uzun uzun bakışını bekledim. Bu noktada başlama vuruşunu yapabilirdi, ama tek söylemem gereken bir kelimeydi: “The Cantos…”
“Oo, the Cantos! Herkes bir modern sanat eseri olduğunu düşünür. Ama aslında çok spesifik bir şeydir. İnsan ırkının probleminin tefecilik olması üzerine, uzun bir takım tarihi incelemeler. Kimler tefecidir? Yahudiler! Cantos edebiyat tarihindeki en uzun ve sert anti semitik eleştiridir.”
Yüzümü ekşittim. Evet tefecilik tüm içerikte vardı ve Pound kesinlikle Rothschild bankasıyla kafayı bozmuştu, ama Cantos’a sadece tefecilikle ilgili demek…. Ne düşündüğümü anlamıştı ama devam etmesine müsaade ettim. Sessizliğimi korumak için doğru zamandı.
“Şimdi, savaşta ne oldu…” Çözümlemesini baştan düzenlemek için bir durdu.
“Ezra savaşa karşıydı. Sonra savaştan dönünce, tüm arkadaşlarının ortak kararıyla St. Elizabeth Akıl Hastanesi’ne yatırıldı. Çünkü diğer türlü onu asacaklardı. Tüm dünyadan komünist yazarlar Ezra’nın asılması için toplu bir dilekçe imzaladılar.” ‘Asılma’ kelimesini hemen bırakmadan tadını çıkarttı.
“Sonra herkes, Frost ve Hemingway, Ezra’nın tutuklu bir mahkum olduğuna dair dırdır etmeye başladılar. Aslında değildi. Hastaneden çıkamamasının sebebi, karısı Dorothy Pound’un şartlı tahliye kağıtlarını imzalamamasıydı, çünkü biliyordu ki, çıkarsa direk İtalya’ya, metresi Olga Rudge’ın yanına dönecekti. Ezra St. Elizabeth’e aitti. Ezra deliydi. Çok kaçık bir adamdı. Hastanede tanıdığım birkaç psikiyatrist var.” İsimleri kafasında arandı ama çıkaramadı.
“Teşhisleri…. Pek bir şey ifade etmiyor aslında, psikopat bir kişiliğe sahipti, ama o büyük Ezra Pound’du…”
Yavaşladı ve bana tehlikeli bir bakış attı. “O kadar şımarık ve zevklerine düşkündü ki, zamanla kendini ele geçiren bir paranoya yarattı. Üzücü yanı, karısıydı. Çünkü evlendiklerinde o Bloomsbury Group’un en güzel iki kadınından biriydi.” (Notunu aldım ama diğer kadın kimdi sormayı unuttum.)
Onun yerine Dorothy Pound’la hiç tanıştın mı diye sordum. Yine kafasında arandı. Hayır dedi. “Ben hiçbir zaman takımlarının bir üyesi olmadım.” Devam etmesini umarak bekledim. Etti.
“Dorothy, Emmeline Pankhurst’un veliaht prensesiydi. Kadınların oy kullanma hareketinin başına geçecekti. Onun yerine hayatının kalanını, kocası bağırıp çağırırken bir köşede ‘Yassah Massah’ diyerek geçirdi.”
Makinama bakarak oturmaya devam ettim. Almıştım. Hepsi onun içindeydi. Vanguard’ın kuruluna geri dönmek için sabırsızlanıyordum. Elimde sadece Patchen’ı bir yergiyle öldüren Bukowski yoktu, şimdi artık bir de sol ipin ucunda Ezra Pound vardı. Merak ediyorum Bukowski bütün bu olup bitene ne derdi?
Rexroth Pound’la ilgili devam etti. Henüz bitirmemişti.
“Pound’la ilgili bir sürü efsane dolanır, Rapallo gibi. Amerikalıların büyük bir yüzdesi, Pound’un deniz kenarında küçük bir kasabada yaşadığını sanır. Basit. İşin aslı Rapallo bir tatil yeri… çok şık bir tatil yeri. Cannes gibi. Orası onun inzivasıydı.” Sonra açılış temasına döndü, Faulkner’dan dört sayfalık bir paragraf gibi: “Savaşa karşı olduğu için,” dedi “tüm edebi Yeni Sol onu sahiplendi.”
Bir iki kelime de ben ekledim. Ferlinghetti’nin takıntılı Pound hayranlığından bahsettim.
“Gary Snyder ne der? Bu onun karması.” Bir kefenin fermuarını kapatıyor edasıyla gülümsedi.
Pound’dan neden bu kadar nefret ettiğini merak ediyordum. Politika mı kıskançlık mıydı? Şaşırmıştım. Pound 1972’de ölmüştü ve dört yıl sonra Rexroth hala anısına öfkeleniyordu.
Daha ılımlı konulara geçtik, ama istediğimi almıştım, eski edebi kavgaların savaş kronikleri. Yazarın yazara öfkesi. Hayatımın geri kalanında takıntım olacak konular.
Eve döndüm ve makaleyi yazdım. Birkaç yazım denetimi için Rexroth’u aradım ama karısı Japonya’ya okumalara gittiğini söyledi. Yazı, Mark Jones’un fotoğraflarıyla, iki dev bölümde yayımlandı.
Daha ziyade, şok edici bir parçaydı. Bukowski’ye bir kopya yolladım ve bana Rexroth’un bir telefon direği kaldırabilmesini umut ediyorum dedi. Bu onu öldürmeye yetermiş. Bukowski, Rexroth’un Pound’la ilgili yazdıklarından nefret etti. Ezra’nın, İtalya’ya dönüşünde, tekneden inerken faşist selamı verişine kahkahalarla güldü.
L.A. Vanguard’da yazmadığına memnun olduğunu söyledi.
Daha sonra, Taylor Hackford olayının kendi versiyonu, Visceral Bukowski’deki “Sharks and Vegetables”’da tüm isimleri değiştirip Rexroth’u bıraktı. Yazı 1980’de, Rexroth’un geçirdiği büyük felçten sonra, Wormwood 80’de çıktı. Hikayenin başlığı ‘Friends’di. Sarhoş bir arkadaşın (ben), film yönetmeni olacak biriyle (Hackford) gecemi mahvetmeye gelişinin komik hikayesi. Gerçek kayıtlar da dahil üç versiyonu birden inceledim. “Fiction as Fact in Fante & Bukowski” isimli bölümde Rexroth için söyledikleri buraya ait. Bukowski (beni alıntılayarak) şöyle demiş: “Kenneth Rexroth’u gördüm ve seni bir yerde yakalarsa arkanda telefon direğiyle bitecekmiş.”
İşte bu kadar. Okul bahçesindeki oğlan çocukları. Robinson Jeffers bu oyunu hiç oynamadı. Dünyadaki yeriyle barışık ve kendinden memnundu.