De Omnibus Dubitandum

Nekropolitika

 120,00

3 adet stokta

Kategoriler: , Etiketler: , , ,

Açıklama

15cmx20cm
30sayfa

Bu makale, egemenliğin temel ifadesinin büyük ölçüde kimin yaşayacağını ve kimin öleceğini belirleme gücü ve kapasitesinde yattığını varsaymaktadır. Bu nedenle, öldürmek veya yaşamaya izin vermek, egemenliğin sınırlarını ve temel özelliklerini oluşturur. Egemenlik, ölüm ve yaşam üzerindeki kontrolünü kullanmak ve hayatı, gücün açığa çıkması ve tezahürü olarak tanımlamak anlamına gelir.
Michel Foucault’nun biyoiktidar olarak kastettiği, yukarıdaki terimlerle özetlenebilir: İktidarın kontrol altına aldığı yaşam alanı. Ancak, öldürme, yaşatma veya ölüme maruz bırakma hakkı tatbik edilmesi mümkün olan hangi koşullarda uygulanır? Bu hakkın faili kimdir? Bu tür bir hakkın uygulanması, böylece ölüme maruz bırakılan kişi hakkında ve kişinin katili ile arasında husumet yaratan düşmanlık ilişkisi hakkında bize ne ifade etmektedir? Biyoiktidar kavramı, savaş, direniş veya terörle mücadele gibi bahaneler sunan politikaların, düşmanın öldürülmesini temel ve mutlak amaç haline getiren çağdaş yöntemleri açıklamak için yeterli midir? Nihayetinde savaş, egemenliğe ulaşmanın bir yolu olduğu kadar, öldürme hakkını kullanmanın da bir yoludur. Politikayı bir savaş şekli olarak hayal ederken, şunu sormalıyız: Yaşam, ölüm ve insan bedeni (özellikle yaralı veya maktul beden) için ne tür bir yer ayrılmıştır ve bunlar ne tür iktidar ilişkilerine dahil edilmiştir?

Bu makale, bu soruları yanıtlamak için, biyoiktidar kavramından yararlanarak, biyoiktidarın egemenlik (devlet güçlerini kullanma yetkisi) ve istisna hali kavramlarıyla ilişkisini incelemektedir. Bu tür bir analiz, bazı deneysel ve felsefi soruları gündeme getirir. Bilindiği gibi, istisna hali kavramı genellikle Nazizm, totaliterlik ve toplama/soykırım kampları ile ilişkilendirilir. Özellikle ölüm kampları, egemen ve yıkıcı şiddetin temel metaforu ve mutlak olumsuzluğun en üstün işareti olarak çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Hannah Arendt, “Toplama kamplarındaki yaşama eşdeğer hiçbir şey bulunmamaktadır. Barındırdığı korku, hayal gücü ile asla tam anlamıyla kavranamaz, çünkü durum hayat ve ölümün dışında yer almaktadır.” demiştir. Giorgio Agamben’e göre, sakinler politik statüden yoksun bırakıldığı ve salt hayata indirgendiği için kampta “Dünyada karşılaşılan en katışıksız conditio inhu-mane yeridir.” Kampın siyasi-hukuki yapısındaki istisna hali, hukuk devletinin geçici olarak askıya alınmasıyla ortaya çıkar ve Agamben’e göre, sürekli olarak normal hukuk devletinin dışında kalan bir düzenleme halini alarak kalıcı bir mekansallık edinir.
Bu makalenin amacı, Yahudilerin soykırımının benzersizliğini tartışmak ya da örnek olarak sunmak değildir. Ben modernitenin, birden çok egemenlik kavramının -ve dolayısıyla biyopolitikanın- kökeni olduğu düşüncesinden yola çıkıyorum. Ne yazık ki, geç modern siyasi eleştiri, bu çeşitliliği göz ardı ederek normatif demokrasi teorilerine aşırı önem vermiş ve akıl kavramını modernite projesi ve egemenlik alanının en önemli unsurlarından biri haline getirmiştir. Bu bakış açısına göre, egemenliğin nihai ifadesi, özgür ve eşit erkeklerden ve kadınlardan oluşan bir topluluktan (demos) genel normların üretimidir. Bu erkekler ve kadınlar, özbilinçli, özfarkında ve öztemsil yeteneğine sahip tam özneler olarak kabul edilirler. Bu nedenle siyaset, iki katlı olarak tanımlanır: otonominin bir projesi ve iletişim ve tanıma yoluyla bir topluluk arasında anlaşma sağlanması. Bu, bize anlatılanlara göre, onu savaştan farklı kılan şeydir.
Diğer bir deyişle, geç modern eleştiri, akıl ve akıl dışılık (tutku, hayal) arasındaki ayrım temelinde, siyasi, toplumsal ve özneleşme hakkında belli bir fikri – ya da daha temelde, iyi yaşamın ne demek olduğu, nasıl elde edileceği ve bu süreçte tamamen ahlaki bir etken haline gelme fikrini ifade edebilmiştir. Bu paradigma dahilinde akıl, öznenin gerçeği olarak kabul edilir ve siyaset, aklın kamusal alanda kullanılmasıdır. Aklın kullanılması, bireysel otonomi için temel bir öğedir. Bu durumda egemenlik aşkı, öznenin kendi anlamını bilen ve denetleyen yazarı olduğu inancına dayanır. Dolayısıyla egemenlik, kendini oluşturma ve kendini sınırlama (kendi sınırlarını belirleme) süreci olarak tanımlanır. Egemenliğin kullanılması da toplumun, belirli toplumsal ve hayali anlamlara dayalı kurumlara başvurarak kendini yaratma yeteneğinden oluşur.
Egemenlik siyasetinin bu güçlü normatif okuması, burada tekrarlamayaca-ğım çok sayıda eleştirinin konusu olmuştur. Benim kaygım, esas projesi özerklik mücadelesi olmayıp, insan varoluşunun genel hale getirilmiş araç-sallaştırılması ve insan bedenlerinin ve popülasyonlarının madden yok edilmesi olan egemenlik figürleridir. Bu tür egemenlik figürleri olağanüstü bir delilik ya da beden ve zihin dürtüleri ve ilgileri arasında gerçekleşen bir kopuş ifadesi olmaktan çok uzaktır. Bu figürler aslında, tıpkı ölüm kampları gibi, hala içinde yaşadığımız politik alan kanununu oluşturan şeylerdir. Dahası, insanların yok edilmesine ilişkin çağdaş deneyimler, modernliğin felsefi söyleminden miras aldığımızdan daha farklı bir siyaset, egemenlik ve özne okuması geliştirmenin mümkün olduğunu öne sürmektedir. Aklı, öznenin hakikati olarak kabul etmek yerine, yaşam ve ölüm gibi daha az soyut ve daha elle tutulur olan diğer temel kategorilere göz atabiliriz.
Hegel’in ölüm ve “özne olma” arasındaki ilişkiye ilişkin tartışması, bu tür bir proje için çok önemlidir. Hegel’in ölüm açıklaması iki taraflı bir olumsuzluk kavramı temelinde yer almaktadır. İlki, insanın doğayı olumsuzlamasıdır (insanın doğayı kendi ihtiyaçlarına indirgeme çabasındaki dışsallaştırılmış bir olumsuzlama), ikincisi ise, kişinin olumsuzlanan unsuru çalışma ve mücadele yoluyla dönüştürmesidir. Bu dönüştürme esnasında insan varlığı bir dünya yaratır fakat bu süreçte kendi olumsuzluğuna maruz kalır. Hegelci paradigmada insanın ölümü esasen gönüllü bir şeydir. Özne tarafından bilinçli olarak üstlenilen risklerin bir sonucudur. Hegel’e göre bu risklerde insanı oluşturan “hayvan” öznenin doğal varlığı yenilmiş durumdadır.
Başka bir deyişle, insan, (olumsuzluk şiddeti olarak anlaşılan) ölümle yüz yüze gelmesine yol açan çaba ve çalışmayla –hayvandan ayrılmış gerçek bir özne haline gelir. Bu yüzleşme sayesinde ölümle birlikte tarihin ebedi hareketine atılır. Dolayısıyla özne olmak, ölüm işini desteklemeyi varsayar. Ölüm işini desteklemek, Hegel’in Tinin yaşamını tam olarak nasıl tanımladığıdır. Tinin yaşamı, der Hegel, ölümden korkup kendini yok edilmekten koruyan yaşam değildir, ölümü üstlenen ve onunla yaşayan yaşamdır. Ruh ancak kendisini mutlak bir parçalanma içinde bularak hakikate ulaşır. Dolayısıyla siyaset, insan hayatı yaşayan ölümdür. Bu aynı zamanda mutlak bilgi ve egemenliğin de tanımıdır: kişinin hayatının tamamını riske atmak.
Georges Bataille ayrıca ölümün, egemenlik, politika ve özne fikirlerini nasıl yapılandırdığına dair eleştirel içgörüler sunmaktadır. Bataille, Hegel’in ölüm, egemenlik ve özne arasındaki bağlantılar ile ilgili anlayışını en az üç farklı şekilde değiştirir. İlk olarak, ölümü ve egemenliği fazlalık -ya da kendi termi-nolojisini kullanacak olursak: aşırılık ve değişim paroksizmi olarak yorumlar. Bataille için hayat, ancak ölüm hayatı rehin aldığında kusurludur. Hayatın kendisi sadece ayrışmalarda ve ölüm değiş tokuşuyla var olur. Ölümün, hayatın çürümesi olduğunu ve hayatın hem kaynağı hem de itici koşulu olan bir koku olduğunu savunur. Dolayısıyla, olması gerekeni yok etmesine, devam etmesi gerekeni yok etmesine ve onunla karşılaşan kişiyi hiçliğe indirgi-yor olmasına rağmen ölüm varlığın saf yok oluşuna ulaşmamaktadır. Aksine, özünde özbilinçtir; üstelik yaşamın en zevk veren biçimidir, yani dışarı akma ve taşkınlık: çoğalma gücü. Bataille daha da radikal bir şekilde ölümü anlam ufkundan geri çekmektedir. Bu, ölümle hiçbir şeyin yok olmadığını düşünen Hegel’in fikriyle zıt düşmektedir; aslında ölümün, hakikate götüren bir araç olarak önemli bir anlam taşıdığı görülmektedir.
İkinci olarak, Bataille ölümü kesin bir şekilde mutlak bir sarfiyat (egemenliğin diğer özelliği) alemine bağlamaktadır, oysa Hegel, ölümü mutlak bilgi ve anlam ekonomisi içinde tutmaya çalışır. Faydanın ötesindeki bir yaşam, der Bataille, egemenlik sahasıdır. Durum bu olduğunda, ölüm; yıkım, baskı ve fedakarlığın artık olumsuzluk olarak belirlenemeyeceği, geri döndürülemez ve radikal bir sarfiyat – ihtiyatsız bir harcama – halini alır. Bu nedenle ölüm aşırılığın temel ilkesidir – bir ekonomi karşıtıdır. Dolayısıyla bir zevk ve zevk veren ölüm karakteri metaforudur.
Üçüncüsü, Bataille ölüm, egemenlik ve cinsellik arasında bir ilişki kurar. Cin-sellik ayrılmaz bir şekilde şiddetle ve zevk veren ve dışkılama ile ilgili dürtüler yoluyla bedenin ve benliğin sınırlarının çözülmesiyle bağlantılıdır. Bu nedenle cinsellik, kutuplaşmış insan dürtülerinin iki ana biçimiyle ilgilidir: boşaltım ve sahiplenme —ve bunları çevreleyen tabuların düzeni. Seksin gerçekliği ve onun ölümcül nitelikleri, gerçekliği, olayları ve fantezi ürünü maksatları birbirinden ayıran sınırların kaybolması deneyiminde yatmaktadır.
Bu nedenle, Bataille’e göre egemenliğin birçok biçimi vardır. Ama sonuç olarak egemenlik ölüm korkusunun özneye dayattığı sınırları kabul etmeyi reddetmektir. Bataille’e göre egemen dünya, “ölüm sınırının ortadan kalktığı dünyadır. Ölüm onun içinde mevcuttur, varlığı şiddet dünyasını tanımlar, ancak ölüm varken her zaman sadece reddedilmek üzere oradadır, asla başka bir amaç için değil. Egemen, adeta ölüm diye bir şeyin olmadığı zaman var olabilecek kişidir…” diye sonuçlandırır fikrini. Kimlik sınırlarına ölüm sınırlarına gösterdiği kadar saygı göstermez, ya da daha doğrusu bu sınırlar aynıdır; o, bu türden tüm sınırların ihlalidir.” Yasakların doğal sahasında (örneğin cinsellik, pislik, dışkı gibi) ölüm de bulunduğundan, egemenlik “öldürmeye karşı çıkan yasağı ihlal etme gücünü gerektirir, bununla birlikte bu, geleneklerin tanımladığı koşullar altında gerçekleşecektir.” Ve her zaman gereklilik ve ölümden kaçınma iddiasına dayalı olan hizmetkarlığın aksine, egemenlik kesinlikle ölüm riskini gerektirir.
Bataille, egemenliği, yasağın ihlali olarak ele alarak politikanın sınırları sorusunu yeniden gündeme getirir. Bu durumda politika, aklın ileriye dönük diyalektik hareketi değildir. Politika yalnızca spiral bir ihlal, limit fikrini baştan çıkaran fark olarak izlenebilir. Daha spesifik olarak, politika bir tabunun ihlaliyle devreye sokulan farktır.