De Omnibus Dubitandum

Richard Brautigan Edebiyatının Analizi

 220,00

Kategoriler: ,

Açıklama

120s 13,5×19,5cm

tadımlık

Uzun zaman önce, bir arkadaşımın telesekreterinde şu cümle kayıtlıydı: keman çalmayı öğrenmeye çalışan tek kollu bir adamla yaşamak zor dedi kadın, elindeki silahı polise verirken. Bu mesajı o kadar çok seviyordum ki evde olmadığını bildiğimde onu arardım. Sonuç olarak, daha kim olduğunu bilmeden, bir Richard Brautigan hikayesini ezberlemiştim. Yıllar sonra, Bordeaux Üniversitesi’nde ders verirken, Brautigan okumaya başladım.

Kütüphane bütün bir rafı Richard Brautigan’a ayırmıştı, kitapları arasında Alabalık Avı, Kürtaj, Karpuz Şekerinde, Hawkline Canavarı, ve Willard ve Bowling Kupaları vardı. Hep okumayı istediğim ama nedense bunu bir türlü başaramadığım kitaplardı bunlar. Kaliforniya’dayken Brautigan ile aramda 50 km mesafe vardı, ama ben binlerce kilometre uzağına taşınana kadar kitaplarını okumamıştım. Okuduklarımızın bu kadarını yöneten şansın, tuhaf, mutlu tesadüflerini kim açıklayabilir?

Bu batılı yazarı okumayı seçmemin nedeni, memleket özleminden ziyade kültürüme hem bölgesel hem de ulusal bir mesafeden bakma fırsatıydı. Franklin’in Otobiyografi’sinin editörleri “eşsiz bir biçimde Amerikan kitabı” olarak tarif eder; Brautigan’ın eseri de kesinlikle bütünüyle Amerikandır. Alabalık Avı, Benjamin Franklin’in heykelinin tarifi ile açılır ve sorar, “Amerika’yı, Benjamin Franklin’in otobiyografisini okuyarak tanıyan Kafka mıydı?… ‘Amerikalıları seviyorum çünkü sağlıklı ve iyimserler,’ diyen Kafka.” Brautigan’ın ikinci romanı, Big Sur’un Güneyli Generali (aslında basılan ilk romanıdır) Amerikan toplumunu yeniden düzenler. Big Sur’u, Amerika Konfedere Devletleri’nin on ikinci üyesi olarak konumlandırır ve iki ana karakterinden biri olan Lee Mellon, güneyli bir generalin torunu olduğunda ısrarcıdır. Brautigan’ın basılan son romanı, Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek’te tekrarlanan bir nakarat: “Yani rüzgar her şeyi alıp götürmeyecek / Toz… Amerikalı…toz.” Ancak Franklin mükemmel bir Yanki iken Brautigan belirgin biçimde Kaliforniyalıdır. Dahası, eseri “Amerikalılığı” keşfetmesine rağmen, bu tanrı vergisi olarak kabul edilen bir özelliktir. Kimlik onu ne çeker ne de iter.

Yine de, Brautigan’ın eserleri yakından incelendiğinde, ne kadar kapsamlı ve karmaşık oldukları aynı zamanda Brautigan’ın alışılmadık bir konuşmacı olduğu görülür. Eleştirmenler tarafından “garip fikirli” sıfatı baskın olarak kullanılsa da, ve romanları genellikle nazik ya da sıra dışı olarak görülse de, bazı eleştirmenler Brautigan romanlarında, şaşılacak miktardaki kaybın, çürüme ve yıkımın farkındadır. Mezarlıklar ve ölüm hakimdir. İçinde arkadaşını kütüğe zincirleyen kötü Lee Mellon’un olduğu Güneyli General’den, anlatıcının yanlışlıkla çocukluk arkadaşını öldürdüğü Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek’e kadar, bilhassa Amerikan olarak görülen şiddet eylemleri, Brautigan metinlerini tıka basa doldurur. Willard ve Bowling Kupaları’ndaki iki epigramdan biri, Senator Frank Church’e aittir: “Bu toprak, şiddetle lanetlenmiş.” Hiroşima’ya atılan atom bombalarının hatırlatıldığı, başlığı ve alt başlığı “Japon bir Roman” olan Sombrero romanında, küçük bir şehrin sakinleri, üç gün boyunca polisle, milisler ve federal güçlerle savaşır, şehir halkından binlerce insan ölür; sonrasında dünyanın her yerinde gazeteler şöyle başlıklar atar: “Sınırdaki Anlaşmazlık,” “Bir Amerikan Trajedisi,” ya da “Yankiler Yine Yaptı.” Çin haber ajansı, olayı “talihsiz ama Amerikan” olarak verirken, Le Monde “Bu, futbol gibi, yeni bir Amerikan sporu,” der.

Şiddetten sonra, hareket gelir. Amerikalı olmak, hareket halinde olmaktır… Ancak Brautigan’ın karakterlerinin gidecek yeri yoktur; gerçekten Amerika’nın kıyısındadırlar. Hawkline Canavarı Hawaii’deki batılı iki tetikçi ile açılır. Batı’nın o kadar uzağına giderler ki, Doğu’nun sınırına varırlar, ve sonuç olarak kafaları karışır ve dehşete kapılırlar. Hareket ettiklerinde, ya Kuzey Güney ekseninde – Kaliforniya, Oregon, Washington – ya da Uzak Doğu’ya doğru giderler. Karakterleri asla Doğu’ya geri dönmez. Japonya’nın Doğusu ve Montana’nın batısı arasında gidip gelen Tokyo-Montana Ekspres’te kimliğin kendisi bir yolculuk değil de, bir yön boyunca geçici durak noktaları olarak görülür. “Bu kitaptaki ‘Ben’,” diye ısrar eder önsöz, “Tokyo-Montana Ekspres’in yollarında yer alan istasyonların sesidir.”

Karşılaştırıldığı pek çok yazardan biri olan Twain gibi, Brautigan da kitaplarından birinin kapağına Franklin’i koyar. Alabalık Avı’nın ön yüzünde, Brautigan oturan bir kadının yanında durmaktadır, arkalarında ise Benjamin Franklin’in heykeli vardır. Fotoğraf ve fotoğrafın kullanım biçimi, Brautigan’ın Franklin’in gerçek mirasını – en nihayetinde, üretkenlikten ziyade benlik sunumuna dair bir tavırdır – anladığını gösterir.

Brautigan’ı ciddi eleştirel değerlendirmeden uzaklaştıran şey, aşikâr saflığıdır. Her kitap kapağında arz-ı endam edişi, yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin ardından okuyucuya bakışı, bir masumiyet halidir. Yazıları genellikle minimal, bariz ve vazgeçilmiş gibidir. Bir eleştirmenin dediği gibi, “aşırı faal düzyazı tarafından ezilip geçilme korkusu yoktur.” Bir diğeri Brautigan’ı ilk taslaklarını yayınlamakla suçlar. Yine de Quaker gibi giydirilmiş Franklin gibi, Brautigan bu basitliği özenle ve bile bile giyer. Eleştirmen Jim Abbott, Alabalık Avı’nın doğallığını önemsemeyenlerin, en az on yedi taslaktan geçerek son halini aldığını fark etmediklerini ifade eder. Eleştirel onayın eksikliğine sinirlenen Brautigan, daha sonraki kitaplarında, “gözün gördüğünden daha fazlası var” diyerek uyarıda bulunacaktır. Tokyo-Montana Ekspres’te Yukiko, Amerikalı mizahçının kitapları gibi olmadığını görünce şaşıracaktır. Yazar, inşa edilmiş bir kimliktir. Brautigan, Alabalık Avı’nın kapağındaki fotoğrafta, arkasındaki metal Franklin kadar, vakar, hareketsiz ve ikoniktir.

Franklin, elinde tuttuğu kağıtlarla, Alabalık Avı’nın kapağında yer alır, ancak heykel dile geldiğinde, ses Franklin’in değil, heykeli ithaf edenlerin sesidir: “YAKINDA YERLERİMİZE GEÇECEK OLAN OĞULLARIMIZA VE KIZLARIMIZA, H. D. COGSWELL TARAFINDAN SUNULMUŞTUR.” Ne Franklin’in ikonu ne de Brautigan’ınki kendi sözcükleri ile konuşmaz. Amerika’da Alabalık Avı, başka dillerle, pek çok parodi ve kinaye ile doludur. Tek başına ilk bölümde, metin, heykelin ithafını, Kafka’dan bir alıntıyı, gazetelere referansları, siyasi konuşmaları, karikatürleri, başka insanların sözlerini içerir.

Bu bariz metinlerarasılık, kesinlikle Alabalık Avı’nın bazı eleştirmenlere çekici gelmesinin nedenidir. Açıkça diğer eserlerinin olmadığı şekillerde “bilimsel”dir ve bilim insanları Brautigan’ın oynadığı edebi kaynakları keşfetmekten keyif alırlar. “Akıntıya bir adım atan, kaçınılmaz şekilde kendisini Amerikan edebiyatının içinde bulur,” der Neil Schmitz. Kitap, birkaç isim vermek gerekirse, Hemingway, Thoreau, Melville, Henry Miller ve Nelsen Algren’e göndermelerde bulunur. Balık metaforuna direnemeyen William Stull, bazı eleştirmenlerin “yakaladıklarını”, kitaptan çekip çıkardıkları referansları tartışır ve sonra Nathanael West ile bağlantıyı göstererek, kendine ait toprağa ilerler. Stull aynı zamanda, Fransız teorisyen Roland Barthes’ın terimlerinden de bahsederek şöyle yazar, Alabalık Avı, “referanslardan, dalaverelerden ve muammalardan oluşan bir ağ, bir kültürün ve o kültürün yazılı eserlerinin izlerini sunar.” Aslında, Brautigan’ın eserlerinin neredeyse hepsi böyle ağlar sunar. Alabalık Avı, en belirgin olanıdır.

Brautigan’ın eserini değerlendiren eleştirmen Brian Morton’a göre, “eleştirmenlerin büyük çoğu Brautigan’ın kullandığı vasıtalardaki tutumluluğunu, önemsizlik adına izlediği minimal tarzı, ve sorumsuzluk adına yaptığı mizahı ve oyunbazlığı yanlış anladılar.” … Barthes ve Brautigan’ın eserleri, birbirlerini ilginç bir biçimde tamamlar. Barthes’ın fikirleri, Brautigan’ın romanlarına ışık tutar, ve karşılığında romanlar Barthes’ın teorilerinin açıklaması olarak hizmet ederler. Bu iki çağdaşı büyüleyen şeyler; küçük parçalar, metinlerarasılık, mitler, şehvet, duygusal hatta banal dildir. Her iki yazar da sinemayı ve “ıvır zıvır” olarak görülen kültürümüzün yönlerini sever. İkisine de “hedonist” denmiştir. İkisi de Japonya’ya hayrandır.

İki yazar da eserlerini parçaları toplayarak oluştururlar, ya da Barthes’ın durumunda olduğu gibi, bütün bir metni parçalara ayırırlar… Parçalar aynı zamanda ifade edilemeyeni belirtebilir. Kaliforniya’ya seyahat eden ilk gerçek bohem Joseph Francl’in 1854 günlüğü için yazdığı önsözde Brautigan şöyle der, “günlüğünde, sonsuzluğun masumiyetini duyabileceğiniz uzun şiirsel molalara benzeyen durakları, çok güzel buldum.” Brautigan ve Barthes, parçalarla çalışırlar çünkü kapanışlara direnirler, olasılıklara açıktırlar. Kendisinden üçüncü şahıs olarak bahseden Barthes, “başlangıçları bulmayı, başlangıçları yazmayı severek, bu zevki çoğaltma eğilimindedir: bu yüzden parçalar yazar; bir sürü parça, biri sürü başlangıç, bir sürü zevk (ama kapanışları sevmez; retorik kapanışın riski çok büyüktür; son sözcüğe direnememe korkusu”). Brautigan da kapanışlara direnerek, Güneyli General’de birden çok sona yer verir. Martılı bir sahnenin beş varyasyonunu sunar ve en sonunda, “gitgide artan sonlar; 6. son, 53., 131., 9,435. son; giderek hızlanan sonlar, daha fazla, daha fazla, ta ki bu kitap saniyede 186,000 sona ulaşana kadar.” Benzer şekilde, Franklin’in giriştiği en uzun eseri, Otobiyografi, dört parçadan oluşur ve asla bitmez. Twain, her kitabında sonlarla mücadele vermiş, zamanında geliştirdiği hikâyeyi nasıl kapatacağını asla bilememiştir.

Parçalar aynı zamanda yan yana olmayı da sağlar, Metnin Hazzı’nda Barthes, köşenin, birleşme yerinin, kesiğin ya da – bölge düşünüldüğünde belki de Brautigan için daha uygun bir terimdir – fay hattının (hem birleşme hem de bölünme yeridir) önemini vurgular. [Eleştirmen Armine] Mortimer, modern eserlerin, öznenin solup gittiği bu kayıp alanda kendilerine yer bulma arayışında olduklarını söyler, ve Brautigan’ın eleştirel dikkati çekmesine neden olan şey, dilinin bu yönüdür. Brautigan’ın dili kendisini aynı anda yapar ve bozar.

. . . Robert Adams, Brautigan’ın yazıları için “kimse onlara roman demez, hatta kurgu bile diyemez – edebiyat tarihine Brautiganlar olarak geçebilirler pekâlâ,” der. Brautigan’ın gramerinde, metafor önemli bir rol oynar. Başlangıçta betimsel olan metaforları, o kadar genişler ki artık gerçekliğe değil yalnızca kendilerine gönderme yaparlar. Örneğin Alabalık Avı’nda, “Kambur Alabalık” bölümü, dereyi tarif ederek başlar. “Sanki Viktorya döneminden kalma yüksek tavanlarıyla 12,845 telefon kulübesi sıraya dizilmiş ve tüm kapıları çıkartılmış, kulübelerin hepsinin arkası devrilmişti.” Anlatıcı, bir “telefon tamircisi” gibi hisseder, ve metafor bölüm boyunca genişler. Uzunluklara, telefon kulübelerinin sayısı ile değer biçer. Okuyucu, kitabı bitirdikten sonra unutur sanki. Brautigan’ın eserinden hazzı, eseri okurken, metinle temasa geçtiğiniz o anda alırsınız, hatırlarken değil.

Anın romancısı olarak Brautigan’ın eseri yoğun bir biçimde Zen’in etkisi altındadır. 1979 yılında, Gary Snyder, Philip Whalen, Robert Bly, ve Lucien Stryk gibi şairlerle Modern Dil Derneği’nin “Zen ve Modern Şiir” panelinde konuşma yapmıştır. Bu etki, eserlerindeki en büyük, ya da en önemli kesiti, batı ve doğunun birleşme yerini sunar. Eserlerinde, şiddet yanlısı, hareket halindeki klişe Amerikan kimliği, sabit, kendi halinde klişe Japon kimliği ile, bazen aynı karakterin içinde, bir fay hattı oluşturur.

Brautigan’ın eserlerindeki diğer köşeler, üst ve alt kültürün birbirine karışmasıdır; tek bir cümlede Dante’nin Inferno’su ile Tom ve Jerry’e referans vermesi ya da tarihi birleştirmesi ve birbirine karıştırması gibi. Brautigan, kırsal/ şehirsel ikiliklerle oynar ve zamanı yeniden düzenler. Daha sonraki romanlarında, kasıtlı olarak tarzları biraraya getirir. Eski Harvard profesörü ve iki kızının yaşadığı tuhaf eve dadanan canavarı öldürmek için iki tetikçinin kiralandığı, “Gotik kovboy romanı” olan Hawkline Canavarı gibi. Sombrero, Japon kız arkadaşı tarafından terk edilen Amerikalı ünlü bir mizahçının hikayesinin, esrarengiz bir nükleer bomba atılınca şehirde patlak veren şiddet sahneleri ile kesildiği bir “Japon romanıdır.” Her birinde, “egzotik” olanla karşılaşma hali, duygunun yoğun dışavurumuna sebep olur. Willard ve Bowling Kupaları, çalınan bowling ödüllerini arayan şiddete meyilli, alkolik erkek kardeşlerin yaşamları ile örülen “sapkın gizemli” bir hikayedir. Bu romanların her birinde, Brautigan tür geleneklerini aynı anda yapar ve yıkar, böylece bile bile köşeleri yaratır ve yıkar.

Brautigan’ın eserleri, aynı form içinde birleştirmeyi [parçalarına ayırma ve bozma] amaçlar. Özellikle karma tür romanları, basmakalıp haz metninin içine alışılmadık mutluluk metnini gömmek ister.

Tür romanları okuruz, çünkü ne beklediğimizi biliriz. Tanıdık bir tekrar farklı ancak aynı olan bir okuma eylemi sunarlar, ve Barthes’a göre mutluluk veren “yeni” olsa da, mutluluk tekrar eden durumlardan kaynaklanabilir, tıpkı Budist ilahiler gibi. Böyle hazlar, ritüel duygusundan kaynaklanır. Kool-Aid, “tamı tamına aynı tavırla ve onurla” yapılmalıdır. Tür romanları, ritüalistik olarak okunmalıdır ancak Brautigan formu bozar, “okurun beklentisini sarsar.” Kovboy romanı olmayan bir kovboy romanıdır onunki. Böyle yaparak, Barthes’ın ifade ettiği gibi, okuyucunun “canını sıkana kadar” rahatsız eder. Brautigan’ın eserlerini eleştirenlerin tepkileri genellikle, neyin peşinde olduğunu merak etmek ya da zekice fakat anlamsız bulmaktır. Ancak Barthes, can sıkıntısının mutluluk fikrinin bütünleyici parçası olduğunu ifade eder. Ne zaman bir şeyler okusak, can sıkıntısını riske atarız; mutluluğun dinamikleri kaçınılmaz bir şekilde bıkkınlığı içerir. Edward Foster’ın Brautigan üzerine ayrıntılı incelemesinde yer alan “Zamanın Sonunda Can Sıkıntısı” başlıklı bölümde, Foster, Brautigan’ın daha sonraki karakterlerinin pasifliğini eleştirir, özellikle de Çimlerin İntikamı’ndaki “tatlılıkla eğlendiren ama hemen unutulan” hikayelerinden yakınır. Betty MacDonald’ın The Egg and I biyografisi ile kıyaslar, böyle popüler edebiyatın “zor sorular sordurtmadan farklılık sunduğunu” belirtir.

Doğrusu, okuyucularına Brautigan’ın eserlerinin tadını çıkarın ancak ciddiye almayın diyen eleştirmenlerin sayısı, dikkat çekicidir. Özellikle Foster, Brautigan’ın sonraki eserlerini Thomas McGuane’in işleri ile mukayese eder; McGuane’in karakterlerinin “aktif” niteliğini Brautigan’ınkilerinin pasif “kibarlığına” yeğler. Güneyli Generalin eleştirmenlerinden biri şöyle der, “Kitap, kadın dergisinin roman hali gibi; yazın hamakta ya da uyuyamadığınızda yatakta okuyacağınız ve sonra da unutacağınız boş laflar.”

Brautigan’ın eserlerindeki sabırsızlığın çoğu, “entrikasızlığı” ile alakalıdır ve tek bir doruk noktasına ulaştıran geleneksel Freudcu olaylar dizisi arzusundan kaynaklanmaktadır. Brautigan’da bu olursa da çok nadir olur. Erilliğin boyutlarıyla oynuyor olsa da (ve eserleri rüya motifleri, şemsiyeler gibi şeylerle Freudcular için bol malzeme sağlasa da), asla okuyucuyu domine edecek ya da ezecek yazarsal bir arzu sergilemez. Kaçınılmazlık hissi ya da aşırı faal düz yazının eziciliği asla bulunmaz.

Eleştirmen John Coleman, Alabalık Avı için, “sanki Hemingway’in maskülenliği hakkında endişe duymayı bırakmış hali gibi,” der. Brautigan’ın kitaplarında bol bol Hemingway göndermesi bulunur. Özellikle de Alabalık Avı’nda. Jakes Barnes gibi, Brautigan’ın kahramanları genellikle, gerçekte değilse de metaforik olarak, iktidarsızdır. Mesela, Güneyli General’in sonunda, Jessie’nin kafası sevişemeyecek kadar iyidir. Anlatıcıların silahı vardır ama kurşun bulmaları meseledir. Alabalık Avı’ndaki en büyük Hemingway göndermesi, seks ve öykü anlatıcılığını karıştırdığı bölümde mevcuttur: Anlatıcı, başka bir adam izlerken yabancı bir kadınla seviştikten sonra, kitapçı ne olduğunu “açıklar.” Açıklamaları, dört Hemingway-vari anlatımdan oluşur; erkeklik, aşk, İspanya İç Savaşı sırasında ve Meksika’da geçen maceralar. Bunlar kesinlikle Brautigan’ın sağlamadığı anlatım türleridir. Barthes, “Metnin hazzı, illa ki, galip, kahraman, kaslı bir tür olmak zorunda değildir,” görüşünde ısrarcıdır.

Anlaşılan o ki “daha küçük” bir yazar olan Brautigan, temsil ettiği ikilem yüzünden ötekileştirilmiştir. Kendisini eril edebi gelenekte yazar olarak gören ve başkaları tarafından da böyle görülen erkek bir romancının yazıları, Julia Kristeva gibi, Fransız feminist film eleştirmenlerinin, gövdeyi yazmak adını verdikleri şeye bir örnektir. Mutluluk dile getirilemez, ve Kristeva’nın ısrar ettiği gibi, arzu sürekli olarak geriler. Brautigan tekrar tekrar “söylemek istediğim bir şey var ama söyleyemem,” diyor gibidir.

Metnin Hazzı ile Barthes, gövdeye bağlı olan okuma ve yazma tutkusu sunar. Bedensellik ve şehvette ısrarcıdır ve bu bağlamda altını çizmemiz gereken ilginç bir nokta vardır: Brautigan’ın eserleri yemeklere, tariflere, malzeme listelerine yapılan göndermelerle doludur, ve bunun yanı sıra Brautigan, okumayı konserve kutularının üzerindeki etiketlerden, restoran tabelalarından öğrendiğini de söyler. Brautigan yazmayı ve yaratıcılığı cinsel ilişki gibi görür. Ancak, edebi kökenin sıradan öyküsünü yeniden işler, burada erkek yazar, bir metin doğurur ya da kadın okuyucuyu etkilemek için fallik bir kalem kullanır. Metni bir evlat olarak görmek yerine, Brautigan bir sevgili olarak görür. Bir röportajında şöyle der:

“Şiir yazmayı seviyorum ama zaman alıyor, sanki birbirimizi tanımak için iyi bir evliliğe doğru giden zor bir flört dönemi gibi. Bir cümle nasıl yazılır öğrenmek için, yedi yıl şiir yazdım çünkü roman yazmak istiyordum ve bir cümle yazana kadar roman yazamazdım. Şiiri sevgilim gibi sevdim ama onunla asla evlenmedim. Yirmi beş yaşımdayken, bir gün, kağıda baktım ve cümle yazabileceğimi fark ettim… ilk romanım Amerika’da Alabalık Avı’nı yazdım ve bunu üç roman izledi. Sonraki altı yıl boyunca şiirle neredeyse hiç görüşmedim, ta ki otuz bir yaşıma gelene ya da 1966 yılının güzüne kadar. Sonra şiirle yeniden çıkmaya başladık ama bu sefer nasıl cümle yazacağımı biliyordum ve şimdi her şey farklıydı, şiirle evlendim. Tanrım ne güzel bir histi bu!”

Tokyo-Montana Ekpres’ten “Japon Aşk Macerası” bölümünde anlatıcı şöyle der: “Çok yakından Japon bir aşk macerası izliyordum. Aşıklardan biri film yönetmeni diğeri de filmin ta kendisiydi.”

Brautigan’ın Karpuz Şekerinde romanını inceleyen Lewish Warsh şöyle der, “nasıl okuduğunuz kadar – ne kadar hızlı ya da yavaş – yazılanların önemi, bu basitliğin ağırlığının kafanızda kalmasına ne kadar izin verdiğiniz de meseledir.” Yazar, kontrolü bırakır. Brautigan’ın “Kaliforniya’da Edebi Yaşam” eserinde anlatıcının bir arkadaşı, yazarın şiir kitaplarını yırtıp parçaladığını itiraf eder. Yazar buna, “Her zaman başarılı olamayız,” diye cevap verir ve açıklar, “Ben sadece şiir yazıyorum, sayfaların çobanı değilim, sonsuza kadar onları kollayamam.” Sombrero romanı, Amerikalı mizahçının yazdığı sahneyi yırtıp çöpe atmasıyla başlar. Ancak, hayat onsuz devam ederek, kontrol edilemeyecek bir duruma gelir. Bir noktada, yazar bir ikon, kapak, fotoğraf, heykel olur, ve okuyucu kontrolü ele geçirir.

Söylenenlere göre, ki buna kendisi de dahildir, Brautigan, iflah olmaz bir konuşmacıydı; uzaktaki arkadaşlarını arayıp yazdıklarını okuması, binlerce dolarlık telefon faturaları ile sonuçlanıyordu. Ancak hayatının sonunda tek başınaydı, kimseyle konuşmuyordu, sessizliğini kimse fark etmedi. Yapılan otopside ortaya çıktı ki, öleli haftalar olmuştu.

Benjamin Franklin Olmak ve Mark Twain Olmak, gibi kitaplar olmasına rağmen, Richard Brautigan Olmak yoktur. Aslında geleneksel bir biyografisi bile yoktur. “Özne” olarak, küçük “y” ile yazar Brautigan ortadan kaybolmuştur, yalnızca büyük “Y” ile, ikonik Yazarın kurgusal kimliği kalmıştır.
Alabalık Avı’nı, “Sex Shop” yazan bir tabelanın karşısında, Bordeaux’daki dairemin balkonunda okudum. Oraya bir kere ne var ne yok bir göz atmaya gittim ama ziyaretim kısa sürdü. Katolik olarak yetiştirildiğimi de göz önünde bulundurarak, şaşırtıcı bir biçimde bunu tamamen duygusuzca yaptım. Bu, kitap raflarını dolaşarak saatlerimi harcadığım Bordeaux kütüphanesine yaptığım küçük ziyaretlerle tamamen ters düşüyordu. Böyle durumlarda, suçluluk duygusuyla yıkılıyordum. Zamanımı daha “verimli” şeyler yaparak harcamam gerekmiyor muydu? Alabalık Avı’nın içindekiler bölümünde şu not vardır: “Smithsonian Enstitüsü’nde, Aziz Louis’in Ruhu’nun hemen yanında olması gereken baştan çıkarıcı şeyler vardır.” Şüphesiz, kurumsallaşmış baştan çıkartan şeylere sahibiz. Bordeaux’daki Brautigan rafı ve her kütüphanede bulunan diğerleri gibi.