De Omnibus Dubitandum

ŞAMANİZMİN ETNOBOTANİĞİ

 360,00

Kategoriler: , Etiketler: , , , , ,

Açıklama

BU BİR İNDİRİMLİ ÖNSİPARİŞTİR.
23 EYLÜL 2025’DEN İTİBAREN KARGOLANACAKTIR!

Şamanizmin Etnobotaniği
Terence McKenna
California Entegral Araştırmalar Enstitüsü 5-6 Kasım 1988
Editör Şenol Erdoğan
Türkçeye Çeviren Jahn Fall
15X20cm, 96S

Bugün öğleden sonra ilk olarak size bazı kitaplar getireceğim göstermek için; bu konuda araştırma yapmak isteyenlere, ister akademik ister kişisel ruhsal gelişim amacıyla olsun, yardımcı olabilecek yaklaşık 10-15 kaynak kitap. Bilgili olmak gerçekten önemli, çünkü bu, blöf yapmanın oldukça zor olduğu bir alandır. Bir düzeyde bu alan, tıp biliminin bir dalıdır. Bahsettiğimiz konu halk farmakolojisidir ve farmakoloji ile fizyoloji hakkında belirli şeyleri gerçekten anlamalısınız, çünkü bazı durumlarda hayatınız buna bağlı olabilir. Bu kesinlikle hafife alınacak bir konu değildir; riskleri değerlendirip bilinçli tercihler yapmak isteyeceksiniz.
Bu konulara nasıl yöneldiğimden, kendi kişisel ilgimden biraz bahsedeyim. Geçmişe bakarak şu anda bulunduğunuz yere nasıl geldiğinizi açıklamaya çalıştığınızda aslında bir tür sahte tarih yaratıyor insan—ya da en azından ben öyle yapıyorum. Psikodelik deneyime nasıl dahil olduğumu anlamaya çalışırken fark ediyorum ki aslında bu daha çok tuhaf olana, garip olana, olağanüstü ve hayal edilemeyene duyduğum ilgiyle bağlantılı. Astrolojiye fazla önem vermem ama çift Akrep olduğum söylenir ve bunun da insanı “12. ev faaliyetlerine” eğilimli kıldığı iddia edilir.
Hayatımda birkaç kez, her şeyin öylesine kökten değiştiği, eski halimi neredeyse tanıyamadığım türde açılımlar yaşadım. Bunu ilk kez fark ettiğimde yaklaşık 7-8 yaşındaydım. Doğa ve hayal gücü, psikedelik deneyimde öncüller gibi görünüyordu. Taş koleksiyonu yapan, kelebek toplayan, roketler inşa eden, patlayıcılara ve bu tarz şeylere meraklı bir çocuktum. Arkadaşlarım küçükler ligi beyzbol oynarken ben tepelerde trilobitler (yaklaşık 500 milyon yıl önce yaşamış soyu tükenmiş deniz canlıları) kazıp güveler peşinde koşuyordum. Bilimkurgu, hayal gücümü müthiş biçimde harekete geçiriyordu; çünkü bilimkurgu sanki şöyle diyordu: “Hayal edebileceğin her şey mümkündü oyunda; zihninde tasarladığın her şeyi gerçeklik olarak ele alabilirsin.” Ayrıca Katolik bir ailede büyüdüğüm için ruhani meselelere karşı alaycı bir direnç geliştirdim. Ateisttim, Marksisttim, varoluşçuydum, rasyonel materyalisttim—kısacası tam bir baş belasıydım.
Bütün bunların içinde bir şekilde Aldous Huxley okumaya başladım—sosyal romanlarını: Antic Hay, Chrome Yellow, İngiliz akademik toplumunun görgü kuralları üzerine yazılmış bu mizahi eserleri. 12 yaşındaydım ya da öyle bir şey; ama her zaman kendimi seviyemin üstünde okumaya zorlardım. Bu da beni The Doors of Perception’a götürdü. Daha önce Brave New World’ü okumuştum ki bu uyuşturucu karşıtı bir distopyadır, her derin duygunun ya da en ufak bir kaygının belirtisinde hemen sakinleştirici alan plastikten yapılmış, hiç yaşlanmayan insanların yaşadığı kâbus gibi bir dünyayı anlatır. Slogan şuydu: “Bir gram, bir lanetten iyidir!” ve çeyrek dolara her yerde, sizi tekrar mutlu ve uyumlu hale getiren bu haplardan birini alabiliyordunuz.
Yani Huxley, 20. yüzyıl toplumunun kaderiyle çok yakından ilgilenen, oldukça duyarlı biriydi ve bu uyuşturucu karşıtı distopik vizyondan The Doors of Perception ve Heaven and Hell kitaplarına geçti. Bu eserlerde, onu tamamen dönüştüren meskalin deneyimlerini anlatıyordu ve bu deneyimler, Huxley’i çok sevdiği Orta Çağ mistiklerinin—Meister Eckhart, William Blake, San Juan de la Cruz ve diğerlerinin—aslında onun da içine girmekte olduğu aynı gerçekliği tarif ettiğine ikna etti.
Ben de bunu takip etmek istedim. Yıl 1962 civarıydı, yaklaşık 14 yaşındaydım. Sonra birkaç ay sonra gazetelerde, morning glory (sabah sefası) bitkisinin psikedelik etkileri nedeniyle kötüye kullanıldığına dair haberler çıktı. Bizim bölgede büyüyen bir çeşit sarmaşık vardı, ben de hemen dışarı çıkıp yarım bir fıstık ezmesi kavanozunu dolduracak kadar topladım, eve gidip bunları öğüttüm ve yedim. Elbette hiçbir şey olmadı ama etkisinin gelmesini beklediğim o bir saatlik sürede, hayatımda ilk kez zihnimi bu gözle izledim: dikkatli, biraz da korkuyla. Yani, zihnimi kendi kendini gözlemleyen bir bilinçle izledim—acaba öngörülemez bir şekilde değişiyor mu diye baktım. Aslında sabah sefaları tamamen etkisizdi, ama o bir saatlik gözlem sırasında, birkaç dakikalığına gelip geçen bazı ilginç “sahte pozitif” etkiler gözlemledim.
Birkaç ay sonra elimdeki bilgileri biraz daha toparladım ve öğrendim ki bu etkiyi yapan sabah sefasının belirli bir türüymüş ve tohumları, tohum satan bir firmadan alınmalıymış. Bu şekilde asıl ne olduğunu keşfettim, ama tam anlamıyla bir psikedelik deneyim yaşamadım. O sıralar güney Kaliforniya’da okula gidiyordum ve bir arkadaşımla birlikte Mojave Çölü’ne gidip bu sabah sefası tohumlarını düşük dozlarda öğütüyorduk. Dozun ne olduğunu gerçekten bilmiyorduk ve gerçekte ne olması gerektiğini de. Çünkü eğer Huxley okuduysanız, dili oldukça süslüdür; her şey “ışıkla dolmak”, “anlamın taşması” ve “varoluşsal geçerliliğin bir güle akması” üzerinedir. Ama bir gülün karşısına geçip “Buna varoluşsal geçerlilik doluyor mu?” diye sorduğunuzda bunu ölçebileceğiniz bir şey yoktur.
Biz de Mojave’ye gider, sabah sefası tohumlarını alır ve nesnelerin görünürdeki anlamlarında değişiklikler olup olmadığını gözlemlerdik. Her şey, potansiyel anlamla daha fazla yüklü gibi görünürdü. Gözlerinizi kapattığınızda ise hipnagojik durumun başlangıcına tanık olurdunuz: süzülen ışıklar, dalgalı renk desenleri, ızgaralar, dantel benzeri motifler… Bütün bunlar psikedelik deneyimin ön koşullarıydı.
Kısa süre sonra, 1965 sonbaharında Berkeley’e gittim ve birkaç ay içinde LSD bulunabiliyordu, DMT de öyle. Gördüklerim karşısında sarsıldım—ve bu şeylerin gerçekten var olabileceği gerçeği beni hâlâ derin bir hayret içinde bırakır.
Yani demek istediğim, DMT — ve bunu özellikle vurgulamak isterim — oldukça ikna edici bir şekilde dünyanın tamamen, daha iyi bir kelime bulamadığımız için “büyü” demek zorunda kalacağımız bir şeyden yapıldığını öne sürüyor.
Şeyler göründükleri gibi değildir — hiç de göründükleri gibi değildir. Gerçeklik dediğimiz şey, öylesine bütünüyle geçici bir yapıdır ki, üzerine fazla yaslanıldığında, şaşkın gözlerinin önünde parçalanıp dağılabilir.
Sonra şu soru ortaya çıktı: “Bunun anlamı ne? Bunun ardında ne yatıyor?” Ben de, çoğu insanın yaptığı gibi, bunun ne olduğuna dair bir rehberlik bulmak için geleneğe baktım; Jung’u okudum, Mircea Eliade’yi okudum — benzerlikler gördüm ama açık bir örtüşme bulamadım. Tibet Budizmi’nin ikonografisinde gördüklerim, o zamana kadar LSD etkisi altında yaşadığım halüsinasyonlarla belli türden paralellikler taşıyor gibi görünüyordu bana.
Bu yüzden Tibet dilini çalıştım, Asya’ya gittim ve Tibet Budizmi’nin ikonografisinin, Taş Devri’nden beri orada var olan Budizm öncesi Tibet şamanizminden alınma olduğunu öğrendim. Budizm Tibet’e ancak 7. yüzyılda Padmasambhava ile girdi ve tüm ikonografi, orada zaten var olan yerli ve özgün şamanizmden alınmıştı. Bu yogilerde ve lamalarda aradığım şeyi yani bu gerçekliklerin doğrudan deneyimini bulamadım. Tibet Mayahana’sı, zihin durumlarına dair analizlerinde son derece sofistike görünüyordu; fakat uygulama düzeyinde, psikodeliklerin sunduğu deneyimlere yaklaşmaktan bile çok uzaktaydı. Şanslıydım ki bilgili ve iyi okumuş arkadaşlarım vardı; bu yüzden bu geleneğin Amazon’da hâlâ canlı olduğunu biliyordum. Nepal’den Hindistan’a, oradan Malezya, Tayland ve Endonezya’ya kadar dolaştım — görünürde profesyonel bir kelebek koleksiyoncusu olarak geçimimi sağlıyordum ama aslında bunu, son derece kırsal ve kabilesel ortamlara gidip orada neler olup bittiğini gözlemlemek için bir bahane olarak kullanıyordum. Sonuçta vardığım nokta şuydu: Bu gelenek ya çok uzak bir geçmişe aitti ya da artık erişilemez hâle gelmişti; çoğu kültürde bir mite dönüşerek geri çekilmişti.
Sonra, 1970 yılının sonlarında Amazon’a gittim ve çok kısa sürede, mantarları ve ayahuaskayı kullanarak şunu fark ettim: Orada hâlâ ulaşılabiliyordu — gelenekler canlıydı ve bu geleneklere eşlik eden tutumlar benimkilerle uyumluydu. Bir soy zinciri yoktu, birilerine sonsuz sadakat yemini etmen gerekmiyordu. Yaklaşımları keşif odaklıydı, açık fikirliydiler ve herkes bununla ilgili aslında kimsenin ne olup bittiğini tam olarak bilmediğini itiraf ediyordu. Evet, şifa verebiliyorlardı, evet, toplumlarını dengeleyebiliyor ve kabilelerindeki diğer bireylere davranış örnekleri sunabiliyorlardı. Ama bu şamanların gerçekten hoşlandığı şey, bir araya gelip şu sorunun üzerinde kafa yormaktı: “Bu şey tam olarak ne? Ve nasıl olabiliyor?” Bilim insanı gibiydiler, kaşif gibiydiler — bunu kapsayan bir mitleri yoktu. Onlar, kendi toplumlarına geri sundukları mitin teknisyenleriydiler. Ve bu, şamanizmin bu toplumda nasıl paketlenip satıldığını anlamak açısından son derece önemli bir noktadır. Bir şaman esasen teatral bir eğlence sanatçısıdır.
Gösteriyi kendisi için yapmaz. Ama bu toplumda insanlar sahnelerinde gerçekten kendi rollerini oynamaya başlıyor. Ben onlarla zaman geçirerek şuna kanaat getirdim: Şamanlar sihirli sözlerin, kristallerin, şifa oklarının ve benzeri şeylerin gücüne inanmıyorlar. Bu şeyleri, bir sahne sihirbazının tavşanları, şapkaları, testereleri ve kadın dolu kutuları kullanması gibi ustalıkla kullanıyorlar. Bu şeylerin ne işe yaradığını ve nasıl çalıştığını gayet iyi biliyorlar; bu araçlar başkaları üzerinde bir etki yaratmak için ustalıkla kullanılıyor. Ancak şamanlar gerçek büyünün işaretin, sembolün ve dilin büyüsü olduğunu anlıyorlar — ve ipuçlarını yönlendirerek, beklentiyi şekillendirerek insanları yalnızca kendileriyle değil, aynı zamanda “Öteki” ile de köklü bir yüzleşmeye götürebileceğinizi biliyorlar. Bu şeylerle yüzleşmek bir Amazon yerlisi için de, Manhattanlı biri için olduğu kadar zordur. Nihayetinde, “Öteki”yle yüzleşmek, varoluşun gizemiyle yüzleşmektir. “Varoluşun gizemi” ifadesi olarak değil — hepimiz bu söze yüzeysel bir saygı gösteririz zaten: Varoluşun gizemi yani olmanın gizemi her yerdedir, ağaçlarda, taşlarda, asansörlerde, şehir hayatında, kırsalda… her şey varoluşun gizemiyle ışıldar deriz bu bir tür ciladır. Benim bahsettiğim şey, oluşun gizeminin bir deyim olarak değil, bir varoluşsal gerçek olarak anlaşılmasıdır: Bu dünyayı gölge gibi takip eden bir şey var ve bu şey her birimizi tek tek, dehşetle vecdin, korkuyla titremenin bir karışımına indirgemeye muktedir. Unutmamamız gereken en önemli şey şu: Bu bir fikir değil, bu bir deneyim. Bu sabah etrafta dolaşırken şaşırtıcı sayıda insan bundan bir deneyim olarak bahsetti. İşte bu, şamanik ve pragmatik yaklaşımı, dün gece “politik ideolog yaklaşımı” diye adlandırdığım yaklaşımdan ayıran temel farktır: Biz burada teoriden yola çıkmıyoruz, söylediğimiz şeylerin en zayıf yanı zaten teorilerimizdir. Çıkış ve çalıştığımız yerimiz, üzerine anlam kazandırmamız gereken bir deneyimin gerçeğidir.
Şimdi, bu “Öteki”ye yönelik deneyimlerin çoğu — ki izini sürmek ya da anlamlandırmak genellikle zordur — özgürce kontrol edilemez, isteğe göre çağrılamaz. Bu deneyimler daha çok şöyle bir şeye benzer: Yabancı bir ülkede seyahat ediyorsundur ve aniden şiddetli bir ateşe yakalanırsın; bir vizyonun içine düşersin ve hayatın doğasına dair derin bir farkındalık ve kavrayış yaşarsın. Bu, asla tekrarlanabilecek bir deneyim değildir; ya da bir vahşi doğada yalnızsındır ve gökyüzünde uçan bir nesneyle karşılaşırsın ve bu nesne sende garip düşünce patlamalarını tetikler; ama bu da, komutla tekrar edilebilecek ya da istenildiğinde çağrılabilecek bir şey değildir. Bu, son derece tuhaf bir uğraştır. Onu yeterince çok kez yaparsak anlayacağımız ya da ona alışacağımız gibi bir durum yoktur. Doğası gereği anlaşılabilir değildir ve bize uyum sağlamak gibi bir eğilimi de yoktur. Aksine, biz başka bir boyut keşfetmiş durumdayız, neredeyse Avrupalıların sadece 500 yıl önce başka bir dünyayı keşfetmiş olmaları gibi. 1992 yılında, Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 500. yılını kutlayacağız. Şunu fark et: Kolomb İspanya’dan yola çıktığında, onun dünyanın kenarından aşağı doğru yol aldığını düşünen hatırı sayılır bir entelektüel kesim vardı. Kelimenin tam anlamıyla, aklını yitirerek yola çıktığına inanılıyordu. Oysa bu yolculuğun sonunda onu bekleyen şey, topraktı, hem de muazzam miktarda toprak. Ve biz, zamanla bunu kabullendik; hatta bugün, 500 yıl önce haritalarda bile olmayan o topraklarda yaşıyoruz. O zamanlar bu topraklar bilinçdışındaydı; şimdi ise küresel ekonominin merkezindeler. Aynı şekilde, o Avrupalı denizciler dünyanın kendi etrafında dönen bir bütün olduğunu sezgisel olarak fark etmeye başlamışlardı. Dünya yuvarlaktır demek, sürekli ileri giderek başladığın yere geri dönebilirsin demektir. Bence biz de benzer bir keşfin eşiğindeyiz: Üç boyutlu uzay ve zamandan yola çıkıp, dilsel bir araçla hareket ederek, başladığın yere geri dönebileceğini keşfetmek üzereyiz. Bu, üç boyutlu uzay dediğimiz şey ile hayal gücü dediğimiz şeyin aslında birbirine bitişik ve sürekli dönüşebilir bir yapıda olduğunu gösterir ve bu, büyük bir keşiftir. Bu, tümüyle Kartezyen (Descartes’in düşünceleriyle ilişkili), beklentimize terstir: düşünceler içeride, dünya dışarıda; nesneler dışarıda, algılar içeride. Oysa bu “iç-dış” ayrımı, gerçekte Avrupa dillerinin ürettiği bir yapaylıktan başka bir şey değildir. Yine de biz bunu neredeyse Tanrı’nın dünyayı yaratma biçimi gibi kabul ederiz, çünkü dile öylesine gömülmüşüzdür ki, gerçeği kelimenin tam anlamıyla onun dışında kavrayamayız. Gerçekliği dilimiz olmadan kavrayamayız — ama psikedelik durumda bu bir şekilde gerçekleşir. Bir şekilde, sözdizimi yerini aşırı- sözdizimine bırakır; dil yoluyla yönlendirilmiş ve şekillendirilmiş algı, yerini ham algıya bırakır — kültürel olarak onaylanmış anlamlar için şifrelenmiş, yontulmuş ya da elenmiş değil, doğrudan bütün darbesiyle gelen bir algı. Bu son derece sarsıcıdır ama aynı zamanda son derece özgürleştiricidir, çünkü işte o zaman elindeki tüm kartlara sahip olursun. Matriks içinde mevcut olan tüm seçeneklere tam anlamıyla hâkim olduğun an budur. Kültürel oyunu oynarsan, sanki sadece maça kartlarıyla ya da sadece kırmızı işaretli kartlarla oynuyorsun demektir. Tam desteyle oynamalısın ve bu, içinde bulunduğumuz, dil öncesi çevreyi de kapsar. Peki, bu bizim için neden bu kadar duygusal olarak yüklü? Başka bir deyişle, neden şamanlar bu boyuta girip şifa verebiliyor ya da kehanette bulunabiliyor, geleceği görebiliyor veya bir anlamda geçmişi görebiliyor mesela kimin ineğini kimin çaldığını ya da kimin kiminle yattığını keşfederek? Tüm bu şeyler şamanların ilgilendiği meseleler, peki bunu nasıl yapabiliyorlar? Kültürel biliş makinesini çözüp dağıttığımızda keşfettiğimiz bu varlık zemini nedir? Bence bu, sadece belirli bir tarihsel çağ için ambalajından çıkarılmış gerçekliktir.
Başka bir deyişle, kültürel olarak etkili ve faydalı olma zorunluluğuyla bozulmamış bir gerçeklik. İşte tam da bu, kültürel krizimize ışık tutmak için ihtiyaç duyduğumuz şeydir çünkü şimdiye dek bilgiye kültürel fayda temelinde onay veren modeller, bize zehirli bilgi sunmuştur. Gerçekte kendimizle doğa arasında zehirli bir ilişki kurmuş durumdayız. Sorduğumuz soruların izini sürdük, ama aldığımız geri bildirim bize aşırı kalabalık, kirlenmiş, ideolojiye saplanmış ve tepkisiz bir gezegen bıraktı. Şamanizmin yerli bağlamda bu kadar çarpıcı olmasının nedenlerinden biri, akıl hastalığının yokluğu, ciddi nevrotik davranış kalıplarının neredeyse hiç görülmemesidir. Çünkü bu dilötesi gerçekliğin kendi iradesini şamanizm aracılığıyla ifade etmesine izin verilir ve bu gerçekliğin toplumu düzenlemesine alan tanınır. Başka bir deyişle, bizim toplumun işleyişine dair modelimiz doğayla savaşta olduğumuz fikrine dayanır: onu geri püskürtmeliyiz, bir kıyı başı ele geçirmeliyiz, mevziiyi güçlendirmeli, siper kazmalıyız — yani hep ele geçirme ve kontrol metaforlarıyla düşünürüz. Oysa şamanik yaklaşım şunu söyler: Doğayla iletişime geçmeliyiz ki doğa da bizimle iletişim kurabilsin, böylece ne yapılması gerektiğini bilebilelim. Klasik biçimiyle uygulanan şamanizm, av büyüsü, hava büyüsü ve şifa büyüsüdür. Başka bir deyişle, doğa içindeki duruma bağlı sistem örüntülerinin evrimine dâhil olmanın yollarıdır. Hava durumu, belli bir düzeyde, geçmiş hava durumlarına bakılarak tahmin edilebilir diye varsayarız. Avcılık da belli bir ölçüde, geçmişteki göç ve av hayvanlarının hareketlerine bakılarak tahmin edilebilir. Başlangıçta bu, büyük hafıza başarılarıyla gerçekleştiriliyordu, tıpkı Yugo-slav halk masalı anlatıcıları, Homeros’un destanlarını ezbere okuyanlar ya da Edda’yı söyleyen insanlar gibi. Bunlar, yüz binlerce dizeden oluşan eserlerdi ve neredeyse hiçbir değişikliğe uğramadan binyıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarılmışlardı. Kültürlerin evriminde ve en azından belki daha genel anlamda garip bir olgu vardır: Özgürlüğe atılan her adım, içinde daha büyük bir tutsaklığın potansiyelini barındırır. Ne demek istediğime bir örnek vereyim: Avcı-toplayıcı kültürlerde, toplama işinden sorumlu olan kadınlar dili geliştirdi, diye düşünüyorum çünkü ince ayrımlar yapabilme yetisine büyük ihtiyaçları vardı. Başka bir deyişle, ellerinde 50 farklı türde ot, küçük bitki, çalı, kök, meyve, yemiş, tohum ve çiçeklenme biçimi vardı. Bu şeylerin bazıları zehirli, bazıları besindi; bazıları ilkbaharda, bazıları sonbaharda yetişirdi; kimileri nehir kenarlarında, kimileri tepelerde bulunurdu, vesaire vesaire. Öte yandan, avcılıkla uğraşan erkekler — farklı vücut yapıları, mesane kapasitesi gibi nedenlerle — sessizlik, Stoacılık, iz sürme becerisi ve günlerce hiçbir ses çıkarmadan hareket edebilme gibi özellikler üzerinden değer kazanıyordu. Adeta sessizliğin içinde eriyip onunla bütünleşmeleri gerekiyordu. Aynı şekilde, kültürü hafızaya dayalı yöntemlerle yönlendirmeye çalışan şamanik çaba da benzer bir özgürlük–bağlılık paradoksuna yol açtı. Çünkü zamanla, en büyük şamanik hafıza ustaları bile veri miktarının fazlalığı, destanların büyüklüğü, soy kütüklerinin uzunluğu karşısında ezildiler. Bunun üzerine simgesel notasyon devreye girdi. Şamanizm yazıcılığa dönüştü; büyüsel güçleri simgelemek yerini onların isimlerini yazmaya bıraktı — ve böylece büyük bir kısıtlama, sıkıştırma ve özgürlüğün sınırlanması meydana geldi çünkü özgürlüğün stratejisi fazlasıyla başarılı olmuştu. Bu, kendimizin ötesine uzanma süreci kesintisizdir: bir durumu aşarız, sonra kendimizi o aştığımız durumda hapsederiz, o yeni hâl de kendi sınırlamalarıyla tanımlanır ve biz yeniden onun ötesine geçeriz. Bu türden bir “kendi kendini yukarı çekme” (bootstrapping) mekanizması, hem dilin hem şamanizmin evriminde sürekli olarak işlemektedir. Ve şimdi, benzer bir çıkmaza geldik: analitik çözümleme ve rasyonalizmin iflası. Bu yaklaşım bizi cansız madde üzerinde neredeyse tam bir ustalığa ulaştırdı ama kuantum alanına zorlandığında birdenbire çelişkiler çoğalmaya başladı ve imkânsız sonuçlar araştırmacının önüne kendilerini dayattı. Bunun anlamı şu: rasyonalizm yalnızca kendi sınırına ulaşmış durumda. Sınırsız olması gerektiğine dair bir neden yok. Tanrı’nın zihninin saatçi gibi çalışması gerektiği düşüncesi, sadece 17. yüzyılın şişirilmiş hayaliydi. Aslında kaos teorisi, katastrof teorisi ve doğadaki sayısız denge-dışı kısmi diferansiyel süreç sayesinde artık biliyoruz ki: doğa son derece öngörülemez, yüksek derecede değişkendir ve yalnızca çok sınırlı alanlarda analitik anlayışa tabidir.
Kuantum fiziğinin fizikçilere, psikedelik deneyimlerin ise bu alanı takip eden insanlara kazandırdığı bu anlayış, henüz toplumun ana akımına geri yansımış değil. Hâlâ erkek egemen, nesne odaklı, özne–öteki ayrımına dayalı bir dünya modelinde yaşıyoruz — bu model 19. yüzyıldan çok, aslında 18. yüzyıldan miras alınmış bir dünya görüşü. Peki, bu bizi yok edecek mi? Artık çok mu geç? Bu konuda ne yapabiliriz? Şöyle ki bu yön açıkça ölümcül bir yoldur, kendimizi kandırmayalım. Dün gece bahsettiğim şey de tam olarak buydu: Arkaik Yeniden Doğuş fikri, yani tarihsel aracın ivmeyle ilerlemek istediği doğrultudan keskin bir dönüşle sapmak. Üst üste binmiş üç dini, 4000 yıl geriye uzanan bir şekilde, kıyametle sonlanan tek tanrılı bir vizyonu sürdürerek yaşatamazsın — bunu yaptığında kaçınılmaz olarak zihinlerde kıyamete yönelik muazzam bir morfojenetik eğilim inşa etmiş olursun. Maddeye yönelik şeytani araştırmalarımız, bizi kıyameti üretecek makineleri yaratmaya kadar götürdü. İlginçtir, Reagan yönetimi hakkında biri şöyle demişti — bu, James Watt’ın ortalıkta “Ağaçları kurtarmamıza gerek yok, zaten İsa yakında geliyor” gibi şeyler söylediği zamandı — biri çıkıp, “Bu dangalaklar Kitab-ı Mukaddes’in içinde yer almak istiyor,” demişti. Ve işte tam olarak bu, tarihsel durumun kendisidir. Başka bir deyişle, Frederick Barbarossa’dan Ronald Reagan’a kadar her önemsiz iktidar sahibi, gizliden gizliye Deccal zamanında yaşadığına ve Vahiy Kitabı senaryosuna dahil olacağına inanmıştır. Eğer bunu bir bireyde görürsen, psikoz dersin; ama bir kültürde karşına çıkarsa, buna “dindarlık” ve “iman” denir. Bu öyle uzun süredir devam ediyor ki, tarihsel sürecin içinde artık kaçınılmaz bir şekilde dar bir boğaz yaratmış durumda. Artık “her zamanki gibi devam etmek” gibi bir seçeneğimiz kalmadı; görünen o ki işler artık eskisi gibi yürümeyecek. Ya gezegenin apokaliptik biçimde yok oluşu yaşanacak — bir tür Ragnarök, bir Götterdämmerung, madde-merkezli, tek tanrılı, erkek ego kültürünü yürüten psikotik mitolojilerin patlamasıyla gelen tam anlamıyla bir ateş fırtınası — ya da o yok oluşun eşiğinden bir zafer çekip çıkarılacak; bu bir kıyamet değil, bir tür kültürel milenyum olacak — kalıbın bütünüyle kırılıp bambaşka bir şeye dönüşmesi. Bazılarınız Riane Eisler’ın The Chalice and the Blade adlı çalışmasını biliyor olabilir. Eğer bu kitabı okumadıysanız, kesinlikle tavsiye ederim — özellikle psikedelik deneyimle ilgilenenler, feministler ve toplumun mevcut durumu hakkında düşünenler için bu kesinlikle önemli bir kitaptır. Onun söylediği şey şu: İnsanlık tarihinin, her biri kendi kusurlarına sahip olan anaerkillik ve ataerkillik arasında gidip gelen bir sarkaç hikâyesi olduğu doğru değildir. Aslında insanlar, tarih boyunca dengeli ve ortaklığa dayalı bir toplum yapısı içinde yaşamışlardır; fakat son 8.000 yılda bu düzen, erkek egosunun yükselişi, doğayla Logos benzeri bağın bastırılması ve bilginin epigenetik kodlanmasında belirli bir evrimsel yolun izlenmesi — yani fonetik alfabenin ortaya çıkışı — ile bozulmuştur.