De Omnibus Dubitandum

Hudson’un Zombi Fahişeleri

Maggie Estep Türkçesi Burcu Denizci Editör Şenol Erdoğan Bir sabah kafası gözüme çok küçük gözüktü ve taşınmasını istedim. Neden? der gibi baktı Martin. “Yürümüyor,” dedim. Kafasının birdenbire küçüldüğünden bahsetmedim. Böyle bir şey denilmez. Yanlış. “Mutlu değilim,” dedim. Boynunu büktü, sonra omuzlarını silkti. Benimle yaşamaya başlayalı yalnızca üç hafta olmuştu. Eşyalarını toplayıp gitti. İki yabancı olarak […]

Maggie Estep

Türkçesi Burcu Denizci
Editör Şenol Erdoğan

Bir sabah kafası gözüme çok küçük gözüktü ve taşınmasını istedim.
Neden? der gibi baktı Martin.
“Yürümüyor,” dedim. Kafasının birdenbire küçüldüğünden bahsetmedim. Böyle bir şey denilmez. Yanlış.
“Mutlu değilim,” dedim.
Boynunu büktü, sonra omuzlarını silkti. Benimle yaşamaya başlayalı yalnızca üç hafta olmuştu.
Eşyalarını toplayıp gitti. İki yabancı olarak başlayıp öyle de bitirmiştik.
Tek kulaklı pitbullum Alexander Vinokourov, arkadaşlarına göre Vino, ile başbaşa kalmıştık.
Kucağımda Alexander Vinokourov ile yere oturdum. Vücuduna göre büyük, ama bence çok sevimli olan kafasını kolumun altına sıkıştırdı. Kusur köpeklerde güzeldi, ama insanlarda kaya matkabı ile düzeltmek istediğin bir fay hattı gibiydi.
Aşağı yukarı yarım saat, sessiz ve uyuşmuş bir halde, öylece oturdum. Temple Grandin tarafından tasarlanmış merhametli katliam kanallarından birine gitmeden önce, rahatlatmak için sağılması gereken bir inek gibiydim. Vino da sıkma makinemdi. Gerçi katliama doğru yol almıyordum. Ya da farkında değildim.
Martin’in eşyalarının olduğu boş çekmecelere baktım. Son sözlerini düşünüyordum.
“Senden gerçekten hoşlanmıştım, Zoey.”
“Ben de senden Martin.” Kesinlikle doğruydu. Ondan hoşlanmıştım. Aniden büyük gözüken kafası hariç.

En sonunda Alexander Vinokourov’u kucağımdan indirip ayağa kalktım. Çoraplarımın ve iç çamaşırlarımın olduğu çekmeceyi açtım. Üzerinde “Wyoming” arması olan açık mavi plastik cüzdanımı çıkardım.
Bir ara, Alexander Vinokourov ile Wyoming’e taşınmak istiyordum. Listemde pek çok yer vardı ve aslında çoğunda da yaşadım. Ama son zamanlarda, New York’un merkezinden 100 mil uzakta dolanıyorum. Burası hoş ve insanların hepsi moron değil. Evimin kirası ucuz ve ufak tefek işler bularak geçinebiliyorum.
Mavi plastik cüzdanı blucinimin arka cebine koydum, Vino’nun tasmasını taktım ve dışarı çıktık.
Dışarısı sıcaktı, batmak üzere olmasına rağmen, güneş alev alev yanan altın bir sikkeydi.
Vino ile, dökülen binaların eğri büğrü çerçevelerini tamir edilmiş olanlara yasladığı State Caddesi’nin tepesine doğru yürüdük.
Kolları olmayan kancalı adam verandasında oturuyordu. “Güzel köpek.”
“Teşekkürler,” dedim, Alexander Vinokourov’u kendim yapmışım gibi.
Mezarlığa vardık. Mezarlık geceleri kapalıdır.
Mezar taşlarının yarısının devrildiği, zamanın ölülerin isimlerini sildiği, mezarlığın en eski bölümüne girdik. Gazilerin mezarlarının yanından geçtik. Vandallar, mezarlardan bayrak çalmaya başladığında büyük bir kargaşa kopmuştu ama suç üstü yakalamak için kurulan kameralarda hırsızın dağ sıçanları olduğu ortaya çıkmıştı. Küçük canavarlar bayrakları çalıp yuvalarına götürüyordu. Belli ki sopaların ve ucundaki bayrağın tadını seviyorlardı.
Mezarlık ile yapay tatlandırıcı fabrikası arasında kalan ağaçlıklı, sakin yer Vino ile favorimizdi. Fabrika da bayrak hırsızı dağ sıçanları kadar büyük bir kargaşaya neden olmuştu.
Kazı makinası ve açtığı devasa boşluğu görünce bir şeylerin doğru olmadığını fark ettik. Vino’nun sevdiği çim tümseğin yerinde bir çukur vardı.
Koca çukurun köşesinde durduk. Aşağıdaki çamurun içinde kırılmış tahta kutu parçaları gördüm.
Gördüklerim hoşuma gitmedi. Yapay tatlandırıcı fabrikası hoşuma gitmedi, Vino’nun sevdiği çim tümseğin sebebini bilmediğim—fakat büyük bir olasılıkla fabrika ile alakalı olan nedenlerle kazılması da hoşuma gitmedi ve bu sürpriz değildi.
Wyoming cüzdanımı cebimden çıkardım, çukurun kenarına oturup ayaklarımı sarkıttım. Vino küt diye yanıma oturdu ve hızlı hızlı solumaya başladı. Cüzdandan esrar zulamı çıkardım ve bir cigara sardım. Muhteşem bir esrardı. Yoğun ve toprağımsı bir kokusu vardı, neredeyse içine baktığım büyük delik gibi kokuyordu.
Sigarayı yaktım, sonra öksürdüm. Alexander Vinokourov’un kafası ölmediğinden emin olmak için bana doğru döndü. Sağlığıma duyduğu endişe fedakarlıktan mıydı, asla emin olamadım. Ölürsem, karnını doyurmak için çöp kutularını karıştırmaya geri dönecekti ya da serserilerin eline geçecek ve dövüş köpeği olacaktı.
Bir nefes daha aldım ve yine öksürdüm. Vino, bu defa, kafasını çevirme zahmetine girmeden önce, endişelenmesi gereken bir şey var mı diye kulağını dikmekle yetindi.
Başım içten dışa bozguna uğruyordu. Hemisferektomi uygulanmış gibi hissediyordum, beynimin iki yanı birbirlerinden bağımsız çalışıyordu sanki, ve bunun alışılmadık ve çok büyük bir olasılıkla da nahoş bir şeylere yol açacağından emindim.
Sonra, nahoş kelimesinin harfleri zihnimde süzülürken, çukurun içinden bir şey uzanıp ayak bileğimden yakaladı.
Çığlık attım.
Alexander Vinokourov ile ayak bileğimi tutan çamura bulanmış korkunç kadına bakıyorduk.
Kalbim göğüs kafesimi dövüyordu. Vino titriyordu. Adrenalinin içimde salgılandığını hissediyordum ama insanüstü güçler vermek yerine beni felç ediyordu. Parmaklarını etime geçiren yaratığa baktım. Ayağımı sallayıp geriye doğru kaçtım. Ayak bileğimi yerinden çekecek mi merak ediyordum.
Yardım edin diye bağırdım ama sesimi duyacak kimse yoktu.
Sonra, birdenbire, kadın tüy topu öksüren bir kedi gibi bir ses çıkardı, ve ayak bileğimi bıraktı.
Arkamı dönüp koşmaya başladım. Neredeyse yüz metre uzaklaşana kadar yavaşlamadım. Peşimden geliyor mu diye arkama baktım. Gelmiyordu.
Vücudum korku kimyasalları ile dolup taşarken aklım merakla yanıyordu. Sonra, bir yardım çığlığı duydum. Tiz, küçük ve acıklı bir sesti.
“Lütfen. Yardım et.” Tekrar etti.
Sanırım, kafam fark ettiğimden daha iyiydi. Çukura geri yürüdüm ve içine baktım. Kadın tepeden tırnağa çamur içindeydi ve üzerinde bir zamanlar elbise olan ama şu an Torino kefenine benzeyen bir şey vardı.
Gözlerimin içine baktı. Üzgün gözüküyordu. “Kimsin sen?” diye sordum.
Hemen cevap vermedi. Bir şeye bakıyordu, belki Vino’ya belki de arkamdan geçen bir şeye.
“Biraz alabilir miyim, lütfen?”
“Ne alabilir misin?”
“Biraz çay,” dedi kafasını gökyüzüne çevirerek.
Ben de gökyüzüne baktım. Hava neredeyse kararmıştı, ay kendini göstermeye başlamıştı.
“Çay mı?” dedim kadına bakarak.
“Çay,” kadın tekrar etti, elimi göstererek. Ben de elime baktım. Sigara. Yarısı içilmiş sigaram hala elimdeydi.
Esrara çay denildiğini hayal meyal hatırlıyordum. 1950’ler olmalıydı.
“Bundan bir nefes mi istiyorsun?”
Çamurlu kadın başını salladı.
Bu gerçekten oluyor muydu? Peki kafam ne kadar güzeldi ki bu acayip yabancının istediğini yapmayı düşünüyordum?
Ne fark eder ki? Sigarayı yeniden yaktım ve vücudumun bir yerinden yakalayamayacağı kadar yaklaşarak kadına uzattım.
Gülümsedi. Dişlerinin arasında çamur vardı.
Kocaman bir nefes aldı. Öksürmedi ama mavi gözleri pörtledi.
Sigarayı bana geri vermek istedi ama almadım. Bulaşıcı bir hastalığı olabilir diye düşündüm.
“Buradan çıkmama yardım edebilir misin?”
Konuşma şekli garipti, aksan değildi ama hoş bir iniş çıkışı vardı. Anne babasının omzuna kaldırılmak istenen küçük bir çocuk gibi ellerini uzatıyordu. Onun için gerçekten üzüldüm.
Uzandım ve çamurlu bileklerinden tutup çektim.
Garip işlerimden biri de hayvan barınağında köpek terbiyeciliğiydi. Düzenli olarak, oldukça büyük köpekleri inceleme masasına kaldırıyordum. Bu kadın durmadan sürtünen çoban köpeği Henry kadar ağır değildi.
Çıplak ayakları ile toprak duvara tırmandı. Sonra bitkin düşmüş bir halde kendini çimlerin üzerine bıraktı. Ölü gibiydi. Alexander Vinokourov koklamak için etrafında dolandı.
Ayağımla dürtmek üzereydim ki oturdu.
“İyi misin?” diye sordum gözlerimi kısıp bakarak. Kirpikleri bile çamur içindeydi.
“Hayır,” dedi sadece. Yine sigarayı bana uzatmaya çalıştı.
Sigaranın sonundan içme arzum, acayip sirayet ile ilgili endişemi bastırdı.
Etrafa bakındım. Kadın, sonuçta, yarı çıplaktı ve tamamen çamurla kaplıydı ve, bir tarafı dağ eteği olan ve çöp toplama bölgesine giden Newman yolundan birkaç metre uzaktaydık. Yoldan geçen tır şoförünün biri her an çamurlu arkadaşımı görüp gelebilirdi.
Ama etrafta kimse yoktu. Yol sakindi. Sigaradan bir nefes daha aldım. Ben de daha sakin hissediyordum.
“Seni hastaneye götürmemi ister misin?” Polise götürsem, eninde sonunda psikiyatri servisine götüreceklerdi. Direkt hastaneye götürmek daha kibar olacaktı.
“Ama ben hasta değilim,” dedi. “Ölüyüm ben. Ya da ölüydüm.” Bunu ifadesiz bir yüzle söyledi.
“Ah,” dedim.
“Bana inanmıyorsun. Ama doğru. Ölüydüm. Sonra, iki gün önce, uyandım. Sesler vardı. Toprak taşıyan makinalar. 1924’te gömüldüğümüz çam sandıkları kazıp çıkardılar.”
İç geçirdim. Köpeğime baktım. Köpeğim bana baktı.
“Üzgünüm. İstersen seninle hastaneye yürüyebilirim ama yapabileceğim şey bu kadar.”
“Hayıııııııır.” Başını iki yana salladı. Çamurlu saçları kımıldadı.
“O zaman sana yardım edemem.” Sırtımı döndüm, bana seslenirken bile.
“Benim adım Annabelle,” dedi, kendisini insanlaştırıp zihnime girmeye çalışarak.
Gözlerini sırtımda hissetsem de onu görmezden geldim.
Evime girdim, Vino’nun tasmasını çıkardım ve hemen bir sigara daha yaktım. Komşular esrarımdan otlanır korkusuyla evde içmiyordum. Ama ölü olduğunu iddia eden bir kadınla karşılaşırsan, evde de içebilirsin.
Acıkmıştım. Gecenin karanlığına rağmen neşeli, açık sarı yer karolu mutfağa yürüdüm. Buzdolabını açtım. Vino için et vardı ama bana yetmezdi. Buruşmuş marul. Armut. Bir kavanoz badem yağı. Belki de Warren Sokağındaki tortillacıya yürüyebilirdim.
Banyoya gittim ve boy aynasında kendime baktım. Siyah tişörtüm ve blucinim çamurla ve köpek tüyüyle kaplanmıştı. Omzumu geçen saçlarım kuş yuvasına dönmüştü. Büyük porselen lavaboya yaslandım ve yüzüme su çarptım. Parmaklarımı saçlarımda gezdirdim. Rujumu sürdüm.
Aynada biraz daha düzelmiş görünüşüme bakarken tam arkamda beliren Annabelle’i gördüm.
Çığlık atıp en yakınımdaki şeye, saç fırçama uzandım.
“Buraya nasıl girdin?” Fırçanın kıllı tarafını, Annabelle’in karnına doğru ittirdim.
“Ay!”
Fiziksel olarak değil de duygusal olarak incinmiş gibi gözüküyordu.
“Beni orada bıraktın, hepimizi bıraktın,” dedi, kaşları çamurlu tırtıl gibi dans ederek banyonun ötesini işaret ediyordu.
Boynumu eğdim ve arkasında çamurlu iki kadın daha gördüm. Tekrar çığlık attım.
Vino havladı.
“Evimden siktirin gidin!” Saç fırçası ile Annabelle’i dürttüm.
“Şişt, sus, şişt,” dedi Annabelle.
“Susmayacağım,” dedi. “Sen kahrolası bir sapıksın, dışarı çık.” Kımıldamadı, diğer ikisi de gözlerini dikip kıpırdamadan durdular. Midem bulanıyordu.
“Burada ne yapıyorsun?” diye sordum Annabelle’e, “Beni takip mi ettin?” Zar zor nefes alıyordum.
“Yardıma ihtiyacımız var,” dedi Annabelle. “Açız. Ben, Birdie, Sophia.” Başıyla arkadaşlarını işaret etti. Birdie uzun ve zayıf, Sophia kısa ve kıvrımlıydı. İkisi de Annabelle gibi çamura bulanmıştı. Tutuklanmadan ya da tecavüze uğramadan buraya kadar nasıl gelebilmişlerdi, emin değildim. Serbest bir şehirdi ama o kadar da değil.
“Evime girip yiyecek isteyebileceğiniz lanet bir aşevi mi sandınız beni?”
“Lütfen bize yardım et.” Bu yakarış en kısalarından, Sophia’dan geldi.
“Lütfen evimden çıkın.” Fırçayı göğsüne uzattım.
Vino bir kere daha havladı, ama işe yarayan bir şey yaptığı söylenemezdi, örneğin bakışlarıyla tehdit etmek gibi.
Şimdi, Birdie, uzun olan, hararetli bir sesle, doksan yıl önce Giacomo adında bir adam tarafından öldürüldüklerini anlatmaya başladı.
“Giacomo mu?” dedim uyuşmuş bir halde.
“Pezevengimizdi,” dedi Sophia, yumruğunu kalçasına koydu ve çenesini kaldırdı.
“Fahişe misiniz?”
“Orospu, evet.” Annabelle başını salladı. “Havalara girme, sen de aristokrat sayılmazsın, Zoey.”
“Hayır. Öyle bir şey değil.” Adımı söylediğimi hatırlamıyordum. “Yani siz fahişeydiniz ve Giacomo adındaki pezevenginiz doksan sene önce sizi öldürdü. Neden yaptı bunu?”
“Parasını çaldık,” dedi Birdie. “Sonra bizi zehirledi.”
“Çok sancılı bir ölümdü,” diye ekledi Sophia.
“Bana bir dakika müsaade edebilir misin? İşemem lazım.” Annabelle’i banyodan çıkardım ve kapıyı kapattım. Tuhaf ölü insan şeyi yapmasınlar diye köpeğimi de yanıma aldım.
Derin derin nefes aldım.
Telefonum cebimdeydi. Martin’i arayabilir miydim? Geri gelmesini istesem? Evimde üç zombi fahişe var desem? Olmazdı herhalde.
En yakın arkadaşım Janie’yi aramayı düşündüm ama iki saat uzakta, Manhattan’daydı ve bu durumda bir işe yaramayacaktı. Kimse yarayamazdı. Kapı deliğinden baktım. Hala aynı yerde kıpırdamadan duruyorlardı. Zombi gibi. Banyo kapısına bakıyor, dışarı çıkmamı bekliyorlardı.
“Gerçekten açız,” diye seslendi Sophia.
Acaba kapıların ardını görebiliyorlar mıydı? Ne yapacağımı bilmiyordum. Karınlarını doyurdum.
* * *
Dondurma yediler, Wyoming cüzdanımın içindeki bütün otu içtiler, sonra da koltuğun üzerinde sızdılar.
Onlar uyurken, sandalyeme oturup seyrettim. Büyülenmiş, dehşete kapılmıştım.
Daha yakından bakmak için parmaklarımın ucunda yürüyerek yaklaştım. Keskin burnu ve elmacık kemikleri ile zarif bir havası olan bir deri bir kemik Birdie, ağzı açık sırt üstü yatıyordu.
Yumuşak ve yuvarlak olan Sophia, yanına kıvrılmıştı. Siyah saçlı egzotik olan Annabelle, yüzüstü uzanmıştı. Sevimli ve masum gözüküyorlardı. Neredeyse.
Bilgisayarımı alıp, sandalyeme geri döndüm. Google’a “zombie” yazıp arattım. Sonuçlar tahmin ettiğiniz gibiydi. Hastalık Kontrol Merkezi tarafından bıyık altından gülerek hazırlanmış Zombi Kıyametine Hazırlık için ipuçları. Popülerliğini George Romero’ya borçlu olan, inleyen, beyin yiyen canavarlar olarak zombi tanımları. Koltuğunda tatlı tatlı yatan ölü fahişelere hiç benzemeyen viral hortlaklar.
Bir tanıdığıma, elektronik posta yazdım. Doon, bilimin açıklayamadığı şeylere ilgi duyan bir nörologtu. Telefonumu zombilere uzatıp fotoğraflarını çektim ve yolladım. Doon’u çok iyi tanımıyordum, eskiden Alzheimer hastası babası ile ilgilenirdim. Ufak tefek işlerimdem biriydi. Postamı görmezden gelecekti, emindim. Ya da beni bir akıl sağlığı uzmanına sevk edecekti.
Zombilerimin bulaşıcı bir hastalığı var mı, merak ediyordum. Onlardan daha fazla var mıydı merak ediyordum. Toprak kazıyıcı makina mezarlığı kazınca belki düzinelerce ölü vatandaş yeniden canlanmış olabilirdi. Sonra, uyudum.
Uyandığımda ölü fahişeleri unutmuştum. Vino yatağın ucundaydı, uyandığımı görünce kuyruğunu salladı. Kulağının arkasını kaşıdım. Mutfağa gidiyordum ki hatırladım. Büyük bir olasılıkla koltuğumun üzerinde oldukları için.
Siktir.
Kımıldanmaya başladıklarında iyi gözükmediklerini fark ettim. Sanki kurumuşlardı. Birdie kalkarken kemiklerinin çatırdadığını duyduğuma yemin edebilirim.
“İyi hissetmiyorum,” dedi
“Ben de.” Annabelle tek dirseğinin üzerinde doğrulurken araya girdi.
“Pardon, kahve içmem lazım.”
Mutfağa girip kahve makinasının düğmesine bastım. Kahve içmeden hiçbir şeyle uğraşamazdım. Hele zombilerle.
Alexander Vinokourov kahvaltı umuduyla dans ederken Birdie topallayarak içeri girdi. Çiğ köpek etinin olduğu plastik kabı almak için buzdolabını açtığımda omzumun üzerinden bakıyordu.
“Et severim,” dedi Birdie.
“Bu köpek için. İşkembe ve soluk borusu var. İnsan için değil.”
“Fark etmez, gıda almam lazım.” Birdie ısrarcıydı.
İç geçirdim. Vino’nun kasesini doldurup yere koydum. Bir tabak çıkarıp et koydum ve Birdie’ye uzattım.
“Sana çatal vereyim,” dedim ama çatal kelimesi ağzımdan çıkmadan parmaklarıyla kanlı eti ağzına tıkmıştı bile. Her zerreyi yedi, hatta tabağı yüzüne tutup yalayarak tertemiz yaptı.
“Biraz daha çay var mı?” Şimdi de Sophia mutfaktaydı. Üzerinde bol beyaz tişörtüm ve tüylü terliklerim vardı, belinden aşağısı çıplaktı.
“Yok. Bütün otumu içtiniz. Bütün dondurmamı yediniz,” dedim biraz kızgın bir şekilde.
Birdie ve Sophia, ot ve bir galon fındıklı vanilyalı dondurma gibi yeri doldurulabilir, ehemmiyetsiz tüketimlerinden şikayet ederek temel bir nezaket kuralını çiğnemişim gibi baktılar.
“Çaya ihtiyacımız var,” dedi Sophia.
“Kalmadı.” Sizi gidi cehennemden gelen esrar sömürücü ölü fahişe misafirler, diye içimden geçirdim. “Ayrıca yasadışı.”
“Kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor,” dedi Sophia.
“Öyle.” Birdie onayladı.
“Pek çok insanı iyi hissettiriyor,” dedim sabırlı bir şekilde. “Ama bende yok. Zulamın hepsini bitirdiniz. Bir ay yeterdi o bana. Daha fazla esrar istiyorsanız, işe çıkın ya da başka bir şey yapın.”
“Ne?” Annabelle de mutfaktaki güruha katıldı.
Sinir krizi geçirmeme ramak kalmıştı, emindim. Bunun yerine, zombileri dairemde bırakıp köpeğimi yürüyüşe götürdüm. Dünya beni göremesin diye dev güneş gözlüklerimi taktım.
Alexander Vinokourov ile Warren Caddesine doğru yürüyorduk ki kulağı havaya dikildi ve tasmasını çekiştirmeye ve beni eczaneye sürüklemeye başladı. Eczanenin önünde parkmetreye yaslanıp sigara içen Sophia’yı gördüm. Altın dişini göstererek kendisine sırıtan iri bir adama gözlerini süzüyordu. Benim kıyafetlerimi giymişti. Vücuduna yapışan blucin, göbek deliğinin üzerinden kesilmiş beyaz bir tişört ve kendisine büyük gelen ve çocuk gibi gösteren kısa konçlu siyah çizmelerimi giyiyordu.
Vino hemen Sophia’nın yanına gitti ve elini yaladı. Sophia Vino’nun kulağının arkasını kaşırken dirseğinden tuttum ve uzaklaştırmaya çalıştım.
“Hey! Bir şey konuşuyorduk,” dedi altın dişli adam.
“Üzgünüm. Eminim sizinle tanıştığı için çok mutludur ama birini görmemiz lazım, atla alakalı.”
Parmaklarımı Sophia’nın koluna saplayıp adamın yanından uzaklaştırdım.
“Bunu yapamazsın Sophia,” dedim biraz ilerledikten sonra. “Ağzını açtığın an, insanlar deli olduğunu düşünecek ve akıl hastanesine yollayacaklar ya da senden faydalanmaya çalışacaklar.”
“Fahişelik yapmamızı sen söyledin,” dedi Sophia.
Yanımızdan geçerken Sophia’yı duyan ve bize dönen iki kişiye yapmacık bir şekilde gülümsedim.
“Şaka yapıyordum Sophia. Daha fazla esrara ihtiyacınız olduğunuzdan yakınıyordunuz. Ne kadar kalmayı planlıyorsunuz bilmiyorum ama sürekli kafanızın iyi olmasını sağlayamam. Bu arada, ne kadar daha kalacaksınız? Gidecek yeriniz yok mu?”
“Gitmek mi? Hangi cehenneme gidelim? Mezarlığa mı dönelim? Kimsemiz yok. Ne arkadaşımız. Ne akrabamız. Doksan yıldır ölüyüz, hatırladın mı?”
İç geçirdim. “Doğru,” dedim.
Dairemin kapısını kapattığım an Sophia çizmelerimi savurarak ayağından çıkardı, kıyafetlerini çıkarıp yere yığdı ve banyoya koştu.
Annabelle ve Birdie o kadar hevesli durmuyorlardı. İkisi de kanepeye uzanmıştı.
“Bir sorunumuz var,” dedi Annebelle. Gözleri şişmiş, dudakları çatlamıştı.
“Evet. Doksan yıldır ölü olduğunuzu sanıyorsunuz.”
“Bize inanmıyor musun? Bu kadar şeyden sonra?” diye sordu Birdie.
“O kadar şey mi? Duvarların içinden geçmediniz, ya da güneşte erimediniz.”
Annabelle gücenmiş görünüyordu. Birdie aldırmadı.
Yüzleri yağsız süt rengindeydi, saat on olduğunda artık iyice korkunç gözüküyorlardı. Yakınmaları bitmeyince en sonunda pes ettim ve Jeremy ile buluşmaya gittim. Jeremy, her zamanki tedarikçim, Rope vadisinde bir garajda yaşayan, kaykaylı punkçı çocuktu.
“Vay,” dedi beyaz adam rastalarını gözlerinin önünden çekerken. “İyi içiyorsun, Zoey.”
“Misafirlerim var,” dedim.
“Öyle mi?” Gözleri birazcık açıldı. “Kadın misafirler mi?”
“Öyle de denilebilir,” dedim. Daha fazla soru sormasına fırsat vermeden çıktım.
Hanımların keyfini yerine getirdim, sigara içtikten sonra daha dolgun ve daha pembe görünüyorlardı. Öğlene doğru, gelişimsel bozuklukları olan yetişkinlere yoga öğrettiğim ufak tefek işlerimden birine gitmem gerekiyordu.
Yoga taytımı ve üzerine kalın askılı atletimi giydim, sonra yüzümü ve ellerimi yıkadım. Hiç içmediğim halde üstüm başım esrar kokuyordu.
“Kızlar, lütfen evden çıkmayın, kimseye kapıyı açmayın. TV izleyebilirsiniz,” dedim ve televizyonu açtım. Önce ödleri kopmuştu ama şimdi sakinleşmiş görünüyorlardı.
Yüzüme baktılar. Zombi gibi.
“Tamam mı?” dedim Annabelle’e.
Hülyalı ve kafası iyi bir halde baktı bana. “Tamam,” dedi uzak bir sesle.
Köpeğim Sophia’nın yanına kıvrılmış, hastane kıyafeti giyen insanları ağırlayan sohbet programını kendinden geçmiş bir şekilde seyrediyordu.
Yoga dersi verdiğim dinlenme odası kabak gibi kokuyordu. 60 yaşındaki neşeli Katie hoplaya zıplaya içeri girdi.
“Sana bir şey getirdim!” dedi coşkuyla.
Dinozor kitabıydı. Geçen hafta da bir dinozor kitabı vermişti.
“Teşekkürler, Katie,” dedim.
Will, ifadesiz bakışlı uzun adam, sırtının ağrıdığını söyledi ve iyi gelecek bir pozisyon ayarlamamı istedi. Öyle yaptım.
Erkeklerden biri altına işeyene kadar ders sorunsuz devam etti. Üzerini değiştirmesine yardımcı olması için hizmetli bulmam gerekiyordu. Geri kalan sekiz bezgin insanla derse devam ettik.
Eve dönerken kahve dükkanında durup kahve aldım. Bu da başka bir mevzuydu. Zombiler kahve seviyordu.
Daireme girdiğimde içeriden gelen bir erkek sesi duydum. Kalbim durdu. Sophie dışarı çıkıp altın dişli adamı bulup eve mi getirmişti?
Sesler mutfaktan geliyordu. İçeri girmemle geri adım atmam bir oldu. Gördüğüm şey çok acayipti.
Doon, elektronik posta yolladığım nörolog tanıdığım, mutfak masasında Sophia’nın karşısına oturmuş kan alıyordu. Doon, bildiğim kadarıyla Pensilvanya’da yaşıyordu ve adresimi bilmiyordu.
İçeri girdiğimde yüzüme bile bakmayan Doon’a, “Burada ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Haberi alır almaz geldim,” dedi. Hala bakmıyordu.
“Bu kadar kan yetmez mi?” diye sordu Sophia.
Şırınganın tüpünde dönen kana baktım. Sıradan kan gibi koyu kırmızıydı. “Neredeyse tamam,” dedi Doon.
“Sophia’ya ne yapıyorsun?” Kendimi sorumlu hissediyordum.
“Kan alıyorum sadece.” Doon en sonunda yüzüme baktı. “Merhaba, Zoey,” dedi.
“Merhaba.”
Doon, hiç değişmemişti; kısa kumral saçlı, düzgün çeneli, koyu renk gözlü, düzgün giyimli.
Efendi bir insan olduğunu düşünmüştüm hep. Şu an o kadar da emin değildim.
Bilgi almak için ağızlarını aramaya başladı. “Ne hatırlıyorsunuz?” Haklarında bir şeyler öğrenme ve bu mutfakta biten akıl almaz süreci anlama arzusuyla ağzının suyu akıyordu.
Sophia başını iki yana salladı, belli ki hiçbir şey hatırlamıyordu. Annabelle’in yeni hayatında hatırladığı ilk şey, üzerindeki toprak kaldırılınca tabutunda uyanmasıydı.
“Kanlarında ne arayacaksın?”
“Standarttan sapan herhangi bir şey,” dedi Doon.
Büyük kulak çubukları ve lamları işaret etti.
Hoşuma gitmedi. Ama zombiler ne derse yapıyordu. Belli ki ne olduklarını anlamaya Doon kadar heveslilerdi.
Ama Doon gittikten sonra, zombileri rahatsız ettiğini öğrendim.
“Sen odadan çıkar çıkmaz, ölü olmamızla alakası olmayan sorular sordu. Fahişe olmamızla ilgili, pis, yaramaz şeyler.”
Birdie, neredeyse ölü olmayan bir fahişe kadar iffet taslıyordu.
“Özür dilerim,” dedim.
“Şimdi esrar içebilir miyiz?” diye sordu Sophia, “İyi hissetmiyorum.”
“Doon’a esrarın kendinizi iyi hissettirdiğini söylemediniz mi?”
“Hayır,” diye cevap verdi Birdie. “yasadışı olduğunu söyledin.”
“Doğru,” dedim.
Onları ot poşetiyle başbaşa bıraktım.
Ertesi sabah erken saatlerde telefonum çaldı.
“Zoey,” dedi Doon heyecanla. “Bir takım topluyorum ve oraya geliyoruz. Arkadaşların kesinlikle yüz yaşından fazla!”
“Gerçekten mi?” diyebildim. Daha kahvemi içmemiştim.
“Gerçekten. Bu öğleden sonra orada olacağız ve devralacağız.”
“Neyi devralacaksınız? Hem, biz derken?”
“Arkadaşlarını Pensilvanya’daki laboratuvara götüreceğiz.”
“Laboratuvar mı? Onlar fare değil, Doon. Ki farelerde laboratuvarda olmamalı. Ama bunlar insan. Ya da… öyle bir şey.”
“Saygılı davranacağımız ve rahat ettireceğimiz konusunda şüphen olmalısın.”
“Ya gitmek istemezlerse?”
“Başka bir seçenekleri mi var? Koltuğunda yaşayıp esrar ve dondurma ile mi beslenecekler?”
“Bilmiyorum Doon ama üzerlerinde deney yapılmasını isteyeceklerinden emin değilim.”
“Zoey, bu çok büyük bir şey olabilir. Onları hayata döndüren ve ayakta tutan şeyin ne olduğunu çözebilirsek, sonuçları hayal edebiliyor musun?”
“Evet,” dedim. “Sanırım.”
“Sonra görüşürüz.” Dedi Doon karşı koymama fırsat vermeden. Telefonuma bakakaldım.
Alexander Vinokourov başını kaldırdı, havayı kokladı, sonra bana baktı.
“Onları bizden almak istiyorlar,” dedim. Vino gözlerini kırptı.
Parmak uçlarımda yürüyerek oturma odasına girdim. Hala uyuyorlardı. Mutfağa gittim, Vino’yu besledim, kahve makinasını çalıştırdım. Sonunda Birdie mutfağa geldi, istemesini beklemeden Vino’nun etinden dolu dolu birkaç kaşık verdim.
Cömertliğim onu şaşırtmış gözüküyordu. “Neden bana iyi davranıyorsun?”
“Neden bahsediyorsun? Ben size hep iyi davrandım. Sığınacak yer, yiyecek, kıyafet ve esrar verdim. Daha ne istiyorsunuz, lanet böbreğimi mi?”
“Böbrek mi?” Birdie başını yana eğdi.
Sophia ve Annabelle de mutfağa geldiler ve kahve makinasının etrafında dolanmaya başladılar. Doon’un planını anlatmak için kahvelerini içmelerini bekledim.
“Pensilvanya mı?” dedi, Annabelle burnunu kırıştırarak. “Orada doğdum. Geri dönmeye niyetim yok. Doksan beş yıl sonra bile.”
“Bizim Frankenstein olduğumuzu falan mı sanıyor? Ne kadar korkunç bir adam,” dedi Birdie.
“Para kazanacak mıyız?” diye sordu Sophia.
“Olabilir.”
“Televizyona çıkacak mıyız?” Sophia televizyonu gösterdi.
“Belki.” Omuzlarımı silktim.
“Gerçekten mi?” Sophia’nın gözleri büyüdü.
“Sophia, hayvanat bahçesindeki hayvanlar gibi teşhir edilmek istemiyoruz,” dedi Birdie.
“İstemiyor muyuz?” Sophia gözlerini kıstı.
“İstemiyoruz,” dedi Annabelle.
“Nereye gidebiliriz?” diye sordu Birdie, kaşları yay gibi havaya kalkarak.
“Gitmek mi?” dedim soruyu düşünerek.
“Buradan gitmemiz lazım. Deneye tabi tutulmak istemiyorum. Artık Doon bizi öğrendiğine göre, burada ne kadar kalırsak, alınıp götürülme ihtimalimiz de o kadar artacak.”
Haklıydı. Ama nereye gidebilirlerdi? 21. Yüzyılda yaşayalı sadece 48 saat olmuştu. Onlara Maine’e ya da New Jersey’e gidin diyip, uyum sağlamalarını hayatta kalmalarını bekleyemezdim.
“Wyoming hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Cüzdanının üzerindeki gibi mi?” Kahve masasının üzerinde açık duran ot zulamı gösterdi.
“Batıdaki eyalet,” dedim.
“Kovboylar mı?” Annabelle sordu.
“Sayılır,” dedim. “Bugünlerde kovboylar tır sürüyor ve rodeo sürücüleri kask takıyorlar. Batı eskisi kadar vahşi bir yer değil, ama zaten hiçbir şey vahşi değil.”
Boş gözlerle baktılar.
“Ne diyorsunuz?” dedim.
Hala ifadesizdiler.
“Oraya gittiğimizde ne yapacağız? Paramız yok, hiçbir şeyimiz yok,” dedi Birdie.
“Burada olduğu gibi, ufak tefek işler bulurum. Siz de öyle.”
Birbirlerine baktılar. Sonra bana.
“Tamam.” Sophia omuzlarını silkti. “Olur galiba. Ama eğer korkunçsa, hayvanat bahçesinde hayvan olurum ve televizyona çıkarım.”
“Oraya nasıl gideceğiz?” Annabelle, 21. yüzyılda ışınlanma cihazları vardır da belki henüz fark etmemiştir diye etrafa bakınıyordu.
“Arabayla gideceğiz. Arabama dört kişi ve bir köpek sığar.”
“Ne zaman gidiyoruz?” Annabelle sordu.
“Birkaç parça eşya toplar toplamaz.”
Dairemde değer verdiğim hiçbir şey yoktu ve Martin güvenlik depozitosunu ödemişti. İşime gelince, daha doğrusu işlerime, gelişimsel engelli yetişkinlerin beni hatırlayacağını sanmıyordum. Barınaktaki büyük çoban köpeği Henry’nin en sonunda kalıcı bir yuva bulduğunu kaçıracak olsam da, bu pişman olacağım tek şeydi.
Dahası arkadaşlarım olacaktı.
Hep daha fazla pitbull kurtaracağımı ya da bir adamla üç haftadan fazla yaşamayı başarabileceğimi düşünmüştüm. Ama bunun yerine, zombilerim vardı.
En azından kafaları normal boyutlardaydı.