Anna Akhmatova
Lût’un Karısı
Türkçesi
Tolga Alp Demirdaş
Hazırlayan
Şenol Erdoğan
Tüm Türkçe Hakları Sub Yayınlarında Saklıdır.
Petrograd, 1919
Hapsolmuş bu barbar başkentte,
Unutmuştuk sonsuza değin
Kasabalarını, göllerini, bozkırlarını,
Şafaklarını, büyük anavatanımızın.
Kana bulanmış gece gündüzlerin çemberinde
Acı tatlı bir sükunet sarıyor bizleri,
Kimse yardım elini uzatmak istemiyor,
Çünkü burada kalmayı seçtik
Çünkü, aşkıyla şehrimizin,
Kanatları yerine hürriyetin,
Muhafaza ettik kendimizi,
Saraylarında, yangınlarında, ve sularında.
Şimdi başka bir an yakında,
Ölümün rüzgarı titretiyor kalbi,
Ve Peter’in kutsal şehri,
Sahipsiz anıtımız olacak.
“Her şey uğradı yağmaya, ihanete ve ticarete”
Her şey uğradı yağmaya, takasa, ve ihanete,
Kara ölümün kanatları tepemizde.
Her şey tüketildi kıtlıkla, açgözlüce,
Neden bir ışık parlasın ki gelecekte?
Gündüzleri, gizemli bir koru, şehrin yakınında,
Veriyor kirazdan nefesini, bir kiraz rayihasını
Geceleri, temmuz göğünde, derin, ve berrak,
Dökülüyor yeni takımyıldızları aşağı.
Ve mucizevi bir şey gelecek
Karanlığın ve yıkımın eşiğine
Kimsenin, kimsenin, bilmediği bir şey
Küçüklüğümüzden beri hasretini çekmiş olsak da.
Bezhetsk
Orada, beyaz kiliselerde, ve parlak çatlayan buzda
Orada, oğlumun kantaron mavisi gözlerinin serpildiği.
Eski şehrin üstünde, elmastan ışıl ışıl Rus geceleri:
Ihlamur çiçeğinin balından bile daha sarı, ayın dilimi.
Kuru kar fırtınaları esiyor nehrin ötesindeki düzlüklerden,
Ve insanlar, melekler gibi, güzel Tanrı’nın Kutsal Günü’nde.
En iyi odayı temizlemişler, sallanıyor ikona kandilleri
Meşeden masada göreceksin İncil’in kapağını.
Orada, artık bana karşı cimri, Hatıralar, çok ağır,
Boynu bükülmüş, açmış kulesinin odalarını;
Ama çarptım korku dolu kapıyı, girmedim içeri:
Şehir şen Noel çanlarıyla yankılanırken.
Not: Bezhetsk, Moskova’nın 230 km kadar kuzeyinde,
Tver Oblastı Bölgesi’ndedir. Şiir, 26 Aralık 1921 tarihlidir.
“Eziyet etme kalbine dünyevi zevklerle”
Eziyet etme kalbine dünyevi zevklerle,
Bağlı kalma karına ve yuvana,
Al ekmeği evladının ağzından,
Ki bir yabancıya verebilesin.
En itaatkar kölesi ol insanın
En amansız düşmanının,
Orman mahluklarını hısmın kabul et
Ve dileme Tanrı’dan hiçbir şey.
“Ben topraklarını terkedenlerden değilim”
Ben topraklarını terk edenlerden değilim
Düşmanın insafına.
Sağırım onların berbat dalkavukluklarına.
Şarkılarımı teslim etmeyeceğim onlara.
Ama benim için sürgün hep sefildir,
Bir suçlu gibi, ya da bir hasta.
Göçebe, gittiğin yol karanlık,
Ve bir başkasının ekmeği de acı.
Ama kör eden dumanda, alevlerde,
Gençliğin kalıntılarını yok edende,
Kaçmayı reddetmiştik
Tek bir darbeyle bize yönelen.
Ve biliyoruz ki son hesaplaşmada
Her dakika direnecek haklılıkla…
Kimse bu dünyada, ne dökmüştür daha az gözyaşı,
Ne olmuştur daha sıradan, ne de dolmuştur daha da gururla.
Karanlık Rüya: 2
Keşfedilmemiş ve esrarengizsin daima,
Sadığım sana her geçen gün daha.
Ama aşkın, benim haşin birtanem,
Çelik ve ateşin bir imtihanı.
Yasak şarkı söylemem veya gülümsemem,
Yasak çok uzun zamandır dua etmem.
Ama hiçbir şeyin önemi yok artık
Senden ayrılmadığım sürece!
Böylece, göklerden ve dünyadan sürgün,
Söylemiyorum artık şarkılar, yine de hala hayatta,
Sanki başıboş ruhumu menetmişsin gibi
Hem cennet hem de cehennemden.
“Buz gibi, yankılarla, akıp gidiyor,”
Buz gibi, yankılarla, akıp gidiyor,
Gökyüzü solgun umutsuzca,
Neden beni cezalandırıyorsun?
Hangi suçla suçlanıyorum?
Diliyorsan – o zaman öldür beni,
Ama bana karşı sert olma o denli.
İstemiyorsun benimle çocuk yapmayı,
Ve hoşlanmıyorsun şiirlerimden.
Nasıl istiyorsan bırak öyle olsun!
Yeminime sadık, hayatımı veririm
Sana. Ama mutsuzluğumu
Mezara götüreceğim kendimle beraber.
“Neden sayıklıyor, uykusuzsun?”
Neden sayıklıyor, uykusuzsun?
Neden dalıyor gözün, nefes alamıyorsun?
Eminim biliyorsun, ikimizin
Ruhları kaynaşmıştı tek olmaya.
Sen, sen bulacaksın tesellini bende
Kimsenin hayalini kuramayacağı şekilde
Ve keskin kelimeler kırdığında kalbini –
Sen olacaksın, bunu en çok hisseden.
“Baştan aşağı hasta hissetmeye,
hezeyanda ter dökmeye”
Baştan aşağı hasta hissetmeye, hezeyanda ter dökmeye
Varolmak için herkesle yeniden buluşmaya,
Sahil bahçesinin geniş yollarında gezinmeye,
Dolup taşmış rüzgar ve güneşle.
Bugün, ölü bile, sürülmüş,
Evime girmeyi seçiyor.
Bir çocuğu getiriyorsun elinden tutmuş,
Uzun zamandır hasretini çektiğim.
Yiyeceğim mavi üzümleri sevdiklerimle,
İçeceğim buz gibi şarabı,
Ve izleyeceğim nasıl döküldüğünü şelalenin
Islak, çakmaktaşından derinliklere.
Lut’un Karısı
İtaat etti dürüst adam habercisine Tanrı’nın,
Devasa muhteşemliğe, kara tepelerin ötesinde,
Ama kaygı konuşmuştu kulağına kadının:
“Geç değil, hala dönüp bakabilirsin geriye.”
Kızıl kuleleri doğduğun yerdi Sodom’un,
Meydan, şarkılar söylediğin yerdi, yün eğirdiğin
Işıksız evinin yüksek pencerelerinde
Başlamıştı orada hayatı çocuklarının.
Baktı geriye, ve donakaldı acıyla,
Hala görebilecek mi emin bile olamadan,
Bedeni dönüştü berrak bir tuza,
Atik ayakları kök saldı oracığa, bir ağaç gibi.
Bir kayıp, ama bir kadının nefesi için hala kim
yas tutuyor, ya da kim ağıtlar yakıyor ki birinin karısına?
Yine de unutmayacak asla kalbim,
Nasıl da vazgeçti hayatından, tek bir bakışla.
(Buradaki gönderme, Yaratılış Kitabı 19:26’da anlatılan Lut’un karısına yapılmıştır.)
“Burada olmak güzel: hışırtı ve çatırtı”
Burada olmak güzel: hışırtı ve çatırtı;
Sert bir kırağı her gün,
Beyaz alazla eğilmiş çalıda,
Buzdan, göz kamaştırıcı güllerde.
Ve muhteşem muntazam karda
Kayak izleri, birer hatıra gibi,
İzlerimiz, uzaktaki bir yüzyılda,
Senle benim, buradayken, birlikte.
“Demek beni de onlardan sanmışsın,”
Demek beni de onlardan sanmışsın,
“Nasıl unutursun beni” diye haykıran,
Ve yalvarıp ağlayan, atan kendini
Geçen atların toynakları altına.
Ya da isteyeceğimi cadılardan
Suya yatırılmış sihirli bir kökü,
Ve göndereceğimi sana ölümcül hediyeyi –
Esrarlı rayihasıyla mendilimi.
Yeğlerim kahrolmayı. Ne bir bakış
Ne de bir nefes ulaşacak uğursuz ruhuna,
Ama yemin ederim ki ilahi bahçeye,
Yemin ederim ki mucizevi ikonaya,
Ve tutku dolu gecelerimize –
Asla geri dönmeyeceğim sana.
“Bırakın çalsın gürleyerek org bir kez daha”
Bırakın çalsın gürleyerek org bir kez daha,
Yıldırımlar gibi ilk fırtınasında ilkbaharın;
Gelininin omuzları ardında
Dikecek kısık gözlerim bakışlarını.
Elveda, hoşçakal, mutlu ol dostum,
Tatlı yeminini iade ediyorum sana
Ama sakın izin verme heyecanlı birinin
Görmesine benzersiz gözü dönmüşlüğümü.
Yakıcı bir zehir zerk edecektir o,
Sizin kutsal, mutlu evliliğinize…
Ve gidiyorum istemeye olağanüstü bir bahçeyi
Otların hışırdadığı, ilham perisinin istemediği.
“Döküm demirden bir çit,”
Döküm demirden bir çit,
Bir çam yatağı,
Ne kadar tatlı, benim için artık
Kıskançlığa gerek olmaması.
Bir yatak hazırlanmış bana,
Hıçkırıklar ve ağlayışlarla;
Şimdi git dünyada neresi olursa
İstediğin, Tanrı seni kutsasın!
Artık kulakların kavrulmayacak
Coşkulu konuşmalarla,
Artık bir mum titremeyecek
Şafağa değin.
Ulaştık bir huzura,
Ve pirüpak yarınlara…
Sen ağla – Ben değmem
Göz yaşlarının tek bir damlasına.
“Kütükten köprü kara ve çarpık”
Kütükten köprü kara ve çarpık,
Dulavratotları yetişiyor omuzlara,
Ve sık ormanı ısırganların söylüyor şarkısını
Parlak orakların asla biçemeyeceğini burayı.
Bir iç çekme duyuluyor geceleri gölün üzerinde
Ve hoyrat yosun sürünüyor sessizce duvarlar boyunca.
“Orada bitirmiştim”
Orada bitirmiştim
Yirmi birinci yılımı
Ağızda bıraktığı tatlı
Kara, boğucu balı.
Dallarda yırtmıştım
Beyaz ipekten elbisemi,
Eğri çamın üzerinde,
Nefeslenmemişti hiç bülbül.
Bir toplanma nidasıyla,
Uçuyor yuvasından,
Bir orman ruhu gibi,
Nazik bir kız kardeş gibi.
Süratle tırmanıyor tepeyi,
Yüzüyor üzerinde nehrin,
Evet, ve sonra,
Sakın söyleme: rahat bırak beni.
“Evet, seviyordum o gece toplanmaları”
Evet, seviyordum o gece toplanmaları
Küçük masadaki buzlu bardakları,
Siyah, mis gibi kahveden yükselen hoş buharı,
Kükrerken kızıl ateş, kış sıcağı,
İğneli, edebi şakalara atılan kahkahaları,
Ve bir yabancının aciz ve ürkütücü bakışını.
Kitaba Kazınmış Kayıt
Mikhail Lozinsky’ye
Neredeyse bir savaş sonrası gölgeden
Dünyaların çöktüğü bu vakitte,
Kabul et bu bahar hediyesini
Karşılığı olarak en iyi hediyenin
İşte mevsimlerin ötesindeki
Cefakar, ve gerçek,
Ruhun ulu özgürlüğü
Ona dostluk diyorlar –
Gülümsemeli bana nazikçe
Otuz yıl önce olduğu gibi…
Ve parmaklıkları Yaz Bahçesi’nin
Ve kar altındaki Leningrad
Yükselmeli, bu metinde olduğu gibi,
Sihirli aynaların sislerinden
Ve üstünde dalgın Lethe’nin
Hayata dönmüş kamış şarkısını söylemeli.
İlham Perisi
Beklerken, geceleyin, onun gelmesini,
Hayat, sanki, iplikten bir darağacında
Onur, gençlik, özgürlük nedir ki,
Sevgili dostum, eldeki flütün yanında?
Ve işte atarak diğer yana giriyor içeri,
Örtüsünü, bakıyor gözlerime derinden
Soruyorum ona: “Sen miydin, Dante’nin rehberi,
Buyruklarıyla, cehennemde?” Cevap veriyor: “Ben”.
Bir Sanatçıya
Her bir eserinde buluyorum,
Çifte kutsanmış emeklerinin meyvesini,
Herbahar ıhlamurlarının yaldızını,
Yeni yaratılmış suların mavisini.
Onların düşüncesi, ve hafif bir uykusu
Götürüyor beni hemen bahçene,
Her köşenin korku dolu olduğu,
İzini arıyorum, düşünmeden.
Bu kemerin altından geçmeli miyim, dönüşen
Elinin bir hareketiyle, berrak gökyüzüne,
Bu yüz kızartıcı öfkemi söndürmeye?…
Sonsuza değin kutsanacağım orada
Ve bulacak yanan gözlerim huzur,
Kavuşacağım yeteneğime orada, ağlayacağım.
“Puskin’in sürgünü başlamıştı burada,”
Puskin’in sürgünü başlamıştı burada,
Ve Lermontov’unki ermişti sona.
İşte hafiften dağ otlarının güzel kokusu
Ve yakalamıştım bir keresinde
Gölün orada, sık çınarlığın gölgesinde,
Gaddar bir akşamın vakti,
Parıldayışını memnuniyetsiz gözlerin
Tamara’nın ölümsüz sevgilisinin.
“Bu şehir, küçüklüğümden beri kalbimde,”
Bu şehir, küçüklüğümden beri kalbimde,
Aralık sükuneti çökmüş üzerine,
Görünüyor bugün bana,
Çarçur edilmiş mirasım gibi,
Kolayca ele geçmişti hepsi,
Kolayca savrulup gitmişti hepsi:
Yakıcı duygular, duaların sesi,
Ve o ilk şarkıların kutsaması –
Uçmuştu hepsi saydam bir duman gibi,
Dağılmıştı aynaların sonsuzluğunda…
Ve meçhul bir kavalcı çalmıştı
Ezgisini malı gasp edilenlerin.
Ama bir yabancının merakıyla,
Efsunlanmış her tuhaflıkla,
Kızakları izledim yarışlarında
Dinledim ana dilimin sesini.
Ve mutluluğun nefesi suratımda,
Vahşi ve güçlü bir tazelikte,
Sanki eskilerden bir can dostu
Duruyor burada, verandada benimle.
Efsun
Uzun kapılar içinden,
Okhta’nın bataklıkları ötesinden,
Ayak basılmamış patiklardan,
Sürülmemiş çayırların içinden,
Gecenin kordonunu geçince,
Paskalya çanlarının sesinde,
Davetsiz,
Söz vermeden:
Gel; otur benimle masada.
Not: Gumilyov’un doğum yıldönümü olan 15 Nisan 1936 tarihlidir.
“Göndermemiş mi benim için bir tekne,”
Göndermemiş mi benim için bir tekne,
Siyah bir sal, ya da bir kuğu bile?
1916 ilkbaharında,
Söz vermişti yakında burada olacağına.
1916 ilkbaharında
Demişti bir kuş gibi uçacağımı,
Karanlığın ve ölümün içinden yatağına,
Ve dokunacaktım hafifçe omuzlarına kanatlarımla.
Ve gözleri hala benimkilerle gülüyor,
Ve şimdi oldu on altıncı bahar.
Ne yapacağım? Gecenin meleği
Konuşuyor benimle şafağa kadar.
Not: Şiir Şubat 1936 tarihli. Gumilyov, 1921 ilkbaharında idam edilmiştir.
“Kimi dalar narin yüzlere,”
Kimi dalar nârî yüzlere,
Kimileriyse içer şafak güneşine değin,
Ama ben konuşurum tüm gece
Boyun eğmez vicdanımla.
Derim ki: “Taşıdım ağır yükünü
Senin için bir bilsen kaç sene.”
Ama varolmakta vicdan zamanın ötesinde,
Bir dünyada, mekanın ötesinde.
Bir kez daha, kara, Karnaval gece,
Uğursuz park, atın yavaş adımları,
Ve neşe ve mutlulukla dolu bir rüzgar
Çullanıyor üzerime göklerin arşından.
Ve ilerimde barış içinde, çifte boynuzlu bir
Tanık durmakta… Orada, orada,
Kaprisin altındaki kadim yolun üzerinde
O merhum suyun olduğu yerde, kuğular.
Pasternak
Kendini bir atın gözüyle kıyaslamış olan,
Gözlüyor, bakıyor, görüyor, tanıyor,
Ve aniden buz eriyip gidiyor,
Göletler parlıyor eritilmiş elmaslar gibi.
Avlular uyukluyor leylakların sisinde,
Yaylalarla, kütüklerle, yapraklarla, bulutlarla.
Motorun ıslığı, kütürtüsü kavun kabuğunun,
Kokuya bulanmış bir eldivende, ürkek bir el…
Çınlıyor, gürlüyor, gıcırdıyor, bir dalga gibi çarpıyor,
Ve ansızın sessizlik çöküyor. Demek oluyor ki
Çam iğnelerinin üzerinde sessizce adımlıyor o,
Evrenin hafif uykusunu kaçırmadan.
Demek oluyor ki, sayıyor tahılları o
Çıplak saplarından, demek oluyor ki,
Darya’nın uğursuz kara Geçit’ine ulaşmış,
Mezarına dönmüş geri, bir başka cenazeden.
Ve bir kez daha tutuşuyor Moskova’nın tekdüzeliği,
Uzaklardan ötüyor ölümcül bir çıngırak…
Biri kayboluyor evinin iki adım ötesinde,
Beline kadar kara bulanmış, tüm yollar kapalı.
Görmek için Laocoön’e benzer dumanı,
Yapmak için mezarlık devedikenlerine bir şarkı,
Doldurmak için dünyayı taze seslerle
Şiirlerinin yankısını bilinmeyen evrenlerde –
Bahşedilmişti ona bir tür ebedi çocukluk,
Parlıyordu eliaçıklığı, gözü keskinliği.
Tüm dünya mirasıydı onun,
Ve de paylaşmıştı herkesle.
Voronezh
Osip Mandelshtam’a
Ve kaskatı kesilmiş şehir bir yozlaşmada
Ağaçlar, duvarlar, karlar, camın altında.
Kristalin üzerinden, buzdan kaygan patikalarında,
Boyalı kızaklar ve ben, birlikte, yol almakta.
Ve kavaklar, kargalar Aziz Petrus’un karşısında
Soluk yeşilden bir kubbe parlıyor orada,
Güneşle örtülmüş toz içinde matı.
Zihnimden çıkmıyor kahramanların çayırı
Kulikovo barbarlarının gafil avlandığı savaş alanı.
Donmuş kavaklar, şerefe kalkmış kadehler olmuş aynı,
Çarpışın şimdi, daha gürültülü, tepelikte
Aynı düğünümüzdeki gibi, ve kitle
İçiyor sağlığımıza ve mutluluğumuza.
Ama Korku ve İlham Perisi koruma nöbetinde
Sürgün şairin kovulduğu meskende,
Ve gecesi, gelmekte tüm hızıyla uygun adımda,
Yaklaşan şafağın, hiçbir haberi yok.
Not: Kulikovo çayırları, 1378’de Tatar Ordusu’na karşı kazanılmış ünlü bir savaşa sahne olmuştur. Mandelstam, bir süreliğine, Moskova’nın kuzeyindeki Don Nehri yakınlarındaki Voronezh’e sürülmüştür.
Dante
…del mio bel San Giovanni.
Dante Alighieri: Inferno XIX:17
Ölümünden sonra bile, dönmemişti geri
Kadim Floransa’sına.
Terk ederken asla geriye bakmayan ona,
Bu şarkıyı söyleyeceğim.
Meşaleler, gece, son bir sarılma,
Kaderin vahşi uğultusunun, sınırların ötesinde.
Göndermişti cehennemden lanetlerini ona,
Unutamamıştı cennetteyken onu –
Ama hiç yürümemişti gizli bir tasayla
Yalınayak, yanan bir mumla,
O şehir boyunca – sevgili,
Vefasız, alçak, ve özlemi çekilen…
Kleopatra
İskenderiye’nin sarayları
Örtülmüştü nazik gölgelerle.
Pushkin
Çoktan öpmüştü Antonius’un ölü dudaklarını,
Yere çökmüş, ağlamıştı çoktan Augustus’un önünde…
Ve ihanet etmişti ona hizmetkarları. Trampetler
İlan ediyor Roma kartalı altında, kasvetini alacakaranlığın.
Asil ve görkemli, şaşkınlıkla kekeleyen
İşte geliyor güzelliğinin son esiri,
“Sen – bir köle gibi… ondan önce çıkarılacaksın kutlamaya…”
Ama hala eğiliyor kuğu gibi boynu huzurla.
Yarınsa, çocukları. Hangi küçük şey kaldı ki
yapacak bu dünyada – yalnızca oynamak bu aptalla,
Ve, kayıtsızca, sanki bir veda nezaketi gibi,
Bırakmak siyah yılanı, onun da kara bağrına.
Söğüt
Ve bitkin bir demeti ağaçların
Pushkin
Serin fidanlığında yeni yüzyılın,
Doğmuşum desenli bir huzura,
Tatlı değildi insanlığın sesi bana karşı,
Ama rüzgarın sesi, onu anlayabiliyordum.
Severdim dulavratotu ve ısırganı
Ama bir başkaydı gümüşten söğüt içlerinde.
Ve, yardımseverce, yaşadı tüm hayatımı
Benimle, ve dökülen dalları
Dağıttı uykusuzluğumu, rüyalarla.
Ama – tuhaf biçimde – bendim daha uzun yaşayan.
Oradaki bir kök kalıntısında, garip seslerle
Söyleşiyor diğer söğütler,
Bunların altında, göklerimizin altında.
Sessizlik içindeyim… sanki bir kardeşim ölmüş gibi.
“Biri öldüğünde”
Biri öldüğünde
Değişir portreleri.
Gözler bakar başka bir şekilde.
Dudaklar gülümser farklı bir tebessümle.
Dönerken fark etmiştim bunu
Malum bir şairin cenazesinden.
O zamandan bu yana, sıklıkla gördüm bunu
Ve çıktı teorim doğru.Ayrılık
I
Değil haftalar, değil aylar ama yıllar
Harcadık ayrılıkta. Ve şimdi sonunda
Gerçek özgürlüğün ürpertisi,
Ve yamaçlarda gri kar yığını.
Daha da yok hainlik ya da ihanet,
Ve dinlemeyeceksin artık şafağa değin,
Kanıtlarımın akıntısını,
Pür masumiyetimin masalını.
II
Ve her zamanki gibi nihai ayrılığımızın günlerinde,
Çaldı kapıyı ilk günlerimizin hayaleti,
Ve gümüşten söğütün infılakında,
Dalların griden bir ihtişamında.
Bizim için, öfkeli, alaycı, dargın,
Yerden gözlerini kaldırmaya yeltenemeyen,
Bir kuş söyledi keyifli bir şarkısını,
Nasıl birbirimizin üstüne titrediğimizin.
III
Kalkan Son Kadeh
İçiyorum yıkılmış yuvamıza,
Hayatın tüm kötülüğüne de,
Karşılıklı yalnızlığımıza,
Ve ben, içiyorum sana –
Gözlere, donuk ve soğuk,
Dudaklara, yalancı ve güvenilmez,
Yıllara, kaba, ve zalim,
Bir tanrının bizi kurtarmaması gerçeğine.
Meslek Sırları’ndan: I Yaratım
Bu şekilde olur, bir tür isteksizlik,
Saatin bitip tükenmeyen melodisi,
Uzaklarda ölen bir yıldırımın gürlemesi.
Bir şekilde sezerim kederi, feryatlarını
Bilinmeyenin, esir sesleri,
Bir türlü gizli çember daralır;
Ama fısıltıların derinliklerinde, çınlar,
Yükselir muzaffer bir şarkı,
Öylesine sarılıdır ki müthiş bir sessizlikle,
Duyabilirsin otların büyümesini ormanda,
İşitebilirsin perişanlığın nasıl toprağı çiğnediğini…
Ama şimdi geliyor kelimeler kulağa,
Hafif uyakların tıkırtılı belirtileri –
Sonra başlıyorum anlamaya:
Ve imla edilmiş, basit satırlar
Yerlerini alıyor kar beyazı kağıtta.
Meslek Sırları’ndan: VII Epigram
Beatrice yazabilir miydi Dante gibi;
Ya da Laura övebilmiş mi aşkın ateşini?
Dile getirmeyi ben öğrettim diğer kadınlara…
Ama Tanrım, onları nasıl susturacağım tekrar!
Gölge
“Bazı kadınlar nasıl biliyor ki
Ölümlerinin vaktini?”
Mandelstam
En uzunumuz, alımlımız, neden Hatıra,
Zorluyor seni geçmişten belirmeye, geçip
Yanından bir trenin, sallanarak, beni bulmaya
Berrak kesitinde pencere camının?
Melek mi yoksa kuş mu? Ne tartışmaydı ama!
Şair sanmıştı seni yarı saydam bir kukla.
Siyah kirpiklerin boyunca, Gürcü gözlerin,
Bakıyordu, soylulukla, etraftaki her şeye.
Gölge, bağışla. Mavi gökyüzü, Flaubert,
Uykusuzluk, geç açmış leylak çiçeği,
Getiriyor seni, ve de yılın ihtişamı,
Bin dokuz yüz otuz, aklıma, ve senin
Bulutsuz ılıman öğlenin, hatıran
Şimdi çok zor benim için – Ey, gölge!
Nox (Gece)
Küçük ‘Nox’
Uyumayan baykuşunla,
Taçlanmışsın yıldızlarla,
Ve matemli gelinciklerle.
Küçük kız, sakladığımız
Toprağı altında bahçenin!
Boş şimdi Dinysus bardakların,
Aşk bakışın belirsiz göz yaşlarıyla…
Şimdi üstündelerken şehriminiz,
Korkunç kardeşlerin geçip gitmekte.
Not: Yaz Bahçesi’ndeki Gece Heykeli, savaş zamanında,
heykelin etrafındaki topraklara gömülerek korunmuştur.
“Ruhları sevdiklerimin yükseklerde yıldızlarla.”
Ruhları sevdiklerimin yükseklerde yıldızlarla.
Ne kadar güzel, kaybedecek birinin kalmaması
ve tek yapılacağın ağlamak olması. Her şey yaratılmıştı
Şarkılar söylemek için, Tsarskoye Selo’nun bu havasında.
Nehrin kıyısındaki gümüşten söğütler
Deyiyor parlak Eylül akıntısına.
Yükseliyor geçmişten, gölgem
Uğruyor sessizce benimle buluşmaya.
Pek çoğu asılmış lirlerin dallara burada,
Ama görünen o ki benimkine de bir yer var daha.
Ve bu sağanak, güneşle ıslanmış, nadir,
Getiriyor bana teselliyi, iyi haberleri.
İki Şiir
I
Issız zaferleri
Gizemli buluşmamaların,
Dile gelmiyor deyimler,
Dilsiz sözcükler.
Anlamsız bakışlar
Atılıyor konacağı yeri bilmeden:
Ve yalnız gözyaşları mutlu
Akmaya devam edebilmelerine.
Yaban gülleri, Moskova’nın yakınındaki
Karışıyor konuşmaya! Kim bilir neden…
Ve anılacak tüm bunlar
Ebedi elem diye.
II
“Yine benimlesin, Sonbahar, arkadaşım!”
Annesky
Geçmişte kalmış olabilir diğerleri hala güneyde,
Güneşleniyor olabilirler cennetin bahçesinde.
Buradaysa kuzey rüzgarları, ve bu sene
Arkadaşım için seçtim sonbaharı.
Getirdim yanımda kutsal hatırasını
Seninle son buluşmamamın –
Zaferimin som alevini
Karşısında kaderin, öyle soğuk, öyle saf ki.
Bir An
Ve sanki o ateşler
Şafağa değin ulaşacaklardı bana.
Ve hiç öğrenmemiştim –
Renklerini o gözlerin.
Her şey titriyordu, çınlıyordu;
Dost muydun yoksa düşman mı,
Ve kışta mıydık, yoksa yazda mı?
Bir Şiir Kitabının Portresi
Ağırbaşlı ya da matemkâr değil,
Neredeyse bir sis kadar saydam olan,
Bu yeni evlinin demode,
Zardan, siyah ve beyaz şapkası.
Ve altında karga burunlu bir profil,
Satenden bir Paris kakülü,
Ve bir göz, uzunca ve yeşil,
Ve bir göz, keskin ve dikkatli.
“Bulacaksın karanlık hatıralarını yoklayarak”
Bulacaksın karanlık hatıralarını yoklayarak
O aynı uzun eldivenleri,
Bir Petersburg gecesini. Ve o nağmeyi,
Yakın ve tatlı, siyah bir locadan.
Ve körfezden bir rüzgar. Ve orada,
Satırların, haykırışların arasında sahnedeki,
Blok küçümseyerek gülümsüyor sana,
O, döneminin trajik tenoru.
Şairin Anısına
Yankı karşılık veriyor bir kuş misali.
Pasternak
O eşsiz ses kesildi dün,
Bizi terk etti, korunun konuşkanı.
Tohuma can veren bir kulak olmuştu
Ya da şakıdığı o en yumuşak yağmur.
Ve bu dünyanın tüm çiçekleri,
Açmıştı işaret etmeye ölümünü.
Ve bir anda sessizlik çöktü bu gezegene
Naçizane ismiyle… Toprak Ana’ya.
Karalama
Ey İlham Perisi’nin gözyaşları…
Tsvetaeva
… Yüz çevirdim her şeye
Dünyanın her nimetine.
Dönüştü sudaki ağaç kütüğü
Bu yerin koruyucu ruhuna.
Kökümüz aynı bu gezegendeki konuklarla,
Yaşamak – basit bir alışkanlık.
Havada duyuyorum sanki
İki sesin fikir teatilerini.
İki mi? … Ama doğu duvarının orada,
Ahududu kördüğümlerinin arasında,
Bir mürver dalı var, körpe ve kara.
Bu bir haber olmalı Marina’dan.
“Bu merhametsiz kara ayrılık”
“Bu merhametsiz kara ayrılık”
Aynı taşıdığımız yük beraber.
Neden ağlıyorsun? Bilakis, ver bana elini,
Rüyalarıma uğrayacağına söz ver bana.
Sen ve ben – iki dağ gibiyiz.
Sen ve ben – buluşmayacağız bu dünyada.
Sadece bazen, bir gece yarısı,
Göndereceksin bana selamını yıldızlardan.
Valeriya Sreznevskaya’nın Anısına
Adeta, bu olmuş olamaz: sen hep oradaydın:
Gölgesinde kutsal ıhlamurların, hastanenin, kuşatmanın,
Hapishane hücresinin, ve yükseldiği yerde şer kuşlarının
Bereketli yeşilliklerin, korkunç gelgitlerin.
Nasıl da her şey değişmişti, ama yine de sen hep oradaydın,
Ve sanki ruhumun yarısını kesip almışlar gibi,
Sendin o diğer yarısı – ki bu sayede biliyordum,
Neden varolduklarını. Ama artık, unuttum…
Ama sesleniyor o berrak sesin bana, ve anlatıyor
Yas tutmamamı, beklememi ölümü bir mucizeyi bekler gibi.
Ne yapabilirim ki! Deneyeceğim.
Mikhail Bulgakov’un Anısına
Bunu veriyorum sana, mezarlık gülleri yerine,
Tütsülerin tutuşmuş çubukları yerine:
Yaşadığın gibi sadakatle öldün,
O muhteşem horgörüyle.
Yudumladın şarabını ve şakalaştın, en nüktedanımız,
Soluk alamasan da boğucu duvarların ardında,
Sen, kendin kabul ettin en korkunç misafiri,
Ve kaldın onunla bir başına yalnız.
Artık yoksun. Artık konuşulmayacak
Asil ve hazin dolu hayatından.
Sadece, sessiz cenazende,
Benim sesim, bir flüt gibi, yoklayacak kelimeleri.
Kim inanabilirdi ki benim,
İçin için yanan ağır bir ateşe atılacağımı
Benim, defnedilmiş günlere yarı deli yas tutan,
Her şeyi kaybetmiş ve unutmuş benim –
Anacağını birini bu denli olanca gücüyle,
Ve kararlılıkla, ve görkemli söylemlerle,
Kendime söyleyeceğimi, daha sanki dün gibi,
Saklandığımı amansız hastalığının çalkantısında.
Öğretmen – Innokenty Annensky’nin Anısına
Ve öğretmenim olarak saydığım o kişi
Geçip gitti bir gölge gibi, bir iz bile bırakmadan.
İçti tüm torporu, tüm zehri,
Ve bekledi mağrurca kendini şöhret için.
O hem alametti, hem mucize
Vardı herkese içinde merhamet, solurdu azaplarını,
O, kendisi, bitmek tükenmek bilmeden boğuldu…
Osip Mandelstam’a
Eğiliyorum karşılarında, bir bardağa eğilir gibi,
O sayısız kıymetli çizgilerin –
Onlar karanlık, narin haberleri
Kana bulanmış gençliğimizin.
Hava hep soluduğum havaydı,
O gece uçurumun üstünde,
O zalim ve ıssız gece,
Beyhude olduğu tüm haykırış ve çığlıkların.
Ne de yoğundu karanfillerin kokusu,
Bir keresinde rüyama giren –
Turluyordu Evrediki orada,
Taşıyordu boğa Europa’yı dalgalar boyunca.
İşte gölgeler akıp gidiyor yanından,
Üstünden Neva’nın, Neva’nın, Neva’nın,
Merdivenlere sularını çarpan Neva’nın –
Ve işte ölümsüzlüğe açılan kapın.
İşte anahtarları o yerin,
Hakkında hiç kelime söylenmemiş olanın…
İşte ezgisi gizemli lirin,
Çimenlerde bir misafir bu dünyanın ötesinden.
Gecikmiş Bir Yanıt
Benim beyaz parmaklım, kara prensesim.
Marina Tsvetaeva
Sahte ikizim ve soytarım, görülmeyen,
Çalılıkların kalbine saklanan,
Bakışların evine yuva yapan,
Mezarlık haçları arasında uçuşan sen.
Marinkina Kulesi’nden seslenen:
“İşte buradayım, evdeyim bugün.
Bağrınıza basın beni, kendi topraklarım,
Acısını çıktığım her şey uğruna.
Sevdiklerim sonsuzluğa yitip gitti,
Memleketim yağmalandı.”
Bugün beraberiz, Marina,
Geçiyoruz gece yarısı başkentini,
Tüm o milyonlar arkamızda,
Ve hiçbir zaman daha sessiz bir kalabalık,
Yürümeyecek, cenaze çanlarının sesine doğru,
Ve barbar, Moskova inliyor
Rüzgar ve karla, siliyor ayak izlerimizi.
Gök Gürültüsü
Sonrasında gök gürültüsü duyulacak. Unutma beni.
De ki: “O fırtınaları dilemişti.” Tüm bu
Dünya kan kırmızısı taşın rengini alacak,
Ve kalbin, önceden olduğu gibi, ateşe çalacak.
O gün, Moskova’da, gerçek bir kehanet bu,
Son kez vedamı edeceğimde,
Hasretini çektiğim göklere tırmanırken,
Gölgemi bırakacağım arkamda gökyüzüne.
Ağıt
Hayır, yabancı bir göğün altı olmaz,
Hayır kucaklanmayacak yabancı kollarla –
Eskiden halkımla beraberdim, Ben,
Halkımla beraber, orada, acılar içinde.
1961
Bir Önsöz Yerine
Yezhov terörünün başladığı o dehşet günlerde geçirdim on yedi
Ayımı hapis sıralarında Leningrad’da. Bir gün birisi “tespit etti
Kimliğimi”. Sonra arkamda duran bir kadın, mavi olmuş
Soğukla, duymamış daha önce ismimi tabii ki, uyandı
O hepimizin alameti olan transtan ve sordu kulağıma (orada,
Herkes konuşurdu fısıltılarla):
– Bunu tasvir edebilir misin?
Ve dedim ki:
Edebilirim.
Ardından işkence görmüş bir tebessüme benzeyen bir şey belirdi
Bir zamanlar yüzü olan yerde.
1 Nisan 1957
Not: Nikolai Yezhov, 1936’da NKVD’nin başkanı olarak, Çin’deki Kültür Devrimi’ne benzeyen, ihbarlar ve göstermelik duruşmalar dahil, vahşi bir tasfiyeyi yürürlüğe sokmuştur. Bunun karşılığında, 1938 yılında, Molotov tarafından tasfiye edilip idam edilmiş, ve yerine Beria getirilmiştir. Sovyetler Birliği halkları bu Büyük Felaket’e Yezhovshchina (Yezhov’un dönemi) adını vermişlerdir.
İthaf
Bu keder dağları eğilmeden önce,
Geniş nehir akıntıda yitip gider,
Daima güçlü hapis sürgüleri,
Tutuyor “mahkum kitleyi” şimdi,
Terk edilmişler ölümcül bir özleme.
Birileri için parlıyor güneş kırmızı,
Birileri için esiyor rüzgar serin,
Ama bilmiyoruz biz hiçbirini, yerine
Tek duyduğumuz asker yürüyüşleri,
Kilitler kazıyor derimizi.
Erken bir ayine kalkar gibi,
Canavarlar şehri boyunca aceleyle
Buluştuk orada, ölü gibi nefessiz,
Güneş batmış, sisli bir Neva’la. Epey ilerde,
Umut şarkısını söylüyordu, biz geçerken.
Hüküm verildi… gözyaşları döküldü,
Tüm ayrılıkları bildiğini sandı,
Acı içinde, kalpten kan çekilirken,
Sanki toprağa atılmış, paramparça,
Yine de yürüyor… Sendeliyor… hareket halinde…
Şimdi neredeler şans eseri tanıştığım arkadaşlarım
O şeytani iki yıllık firarda?
Hangi Sibirya fırtınalarına göğüs geriyorlar,
Ve hangi buz kesmiş aydan kürede hayattalar?
Onlar için, elveda çığlıklarımı gönderiyorum.
Mart 1940
Giriş
O günler, sadece ölülerin gülümsediği,
huzura erdikleri için memnun olduğu,
Ve Leningrad, lüzumsuz, hükmeden,
Yayılmış her yöne hapishanesi.
Mahkum kalabalıklar,
Delirmiş işkenceyle, yiterken,
Kısacıktı veda şarkıları o an,
Bağırıyordu lokomotiflerin elvedası,
Asılı ölü yıldızlar tepemizde,
Ve masum Rusya kıvranıyordu,
Altında kana bulanmış botların,
Ve polis arabalarının lastiklerinin.
1.
Şafak vakti alıp götürdüler seni,
Bir cenaze evindeymişim gibi, izledim,
Karanlık odada ağlayan çocukları,
İkonların, erimiş mumların arasında.
Dudaklarında, bir haçın soğukluğu,
Yüzünde ölümcül bir örtü.
Olacağım, vurulacak bir kadın gibi,
Kremlin duvarlarına sürüklenip götürülen.
1935
2.
Sakince akıyor, sessiz Don,
Sarı ay ışığı doluyor eve.
Doluyor oraya, ve tutuluyor göz ucuyla,
Sarı ay hayaleti onun bakışlarına.
Bir kadın orada, feryat figan ediyor,
Bir kadın orada, yapayalnız yatmakta,
Oğlu vurulmuş zincire, kocası toprağa,
Dua edin onun için, dua.
3.
Hayır ben değilim, bir başkası cefada.
Tahammül edemezdim diğer türlü, tüm bu olanlara,
Bırakın bahşetsinler olanlara kara bir örtüyü,
Ve bırakın alıp götürsünler ışıl ışıl…
Geceyi.
4.
Göstermelilerdi sana, küçük muamma,
Küçük favori, herkesin arkadaşı,
Silvalı prenses, şen baştan çıkaran,
Hangi vazife senin olmalıydı –
Taht sırasında üç yüzüncü olarak,
Durmalıydın, altında haçın,
Ve bırakıyorsun göz yaşlarının sıcak tuzunu
Yakıp geçerlerken Yeni Yıl’ın buzunu.
İzliyorsun hapishane kavaklarının salındığı,
Tek bir ses çıkarmadan – ne kalabalığı ama
Bugün hayatı sona erecek masumların…
5.
On yedi ay oldu yalvaralı
Eve gelmen için.
Atmıştım kendimi celladın ayağına,
Felaketim, oğlum.
Ve anlayamıyorum,
Şimdi her şey sonsuz bir karmaşa,
Kim canavar, ve kim insan,
Ne kadar kaldı idama.
Ve yalnız toz çiçekleri,
Buhurluk halkaları, izler sadece
Çıkıyor bir yere, hiçbir yere, uzağa.
Ve derinlerinde gözlerimin bakışının,
Tez, ölümcül, tehditkar,
Devasa bir yıldız.
6.
Yavaşça uçup gidiyor haftalar da,
Ne yaşandı anlayamıyorum.
Tam o anda, canım evladım, hapiste,
Beyaz geceler gözünü dikmiş sana,
Şimdi yine dik bakışlarıyla,
Keskin, şiddetli bakışlarıyla,
Ve yükseklerde olmasında haçının,
Ölümden, konuşuyorlar bugün.
1939
7. Hüküm
Çöktü, mezartaşına kazınmış yazı
Kor olmuş gönlüme, şimdi.
Ne kadar, hazırlamış olsam da kendimi, biliyorsun,
Yaşayıp gidecek olsam da, bir şekilde.
Yapacak işlerim var bugün:
Anılarımı bastırıp ezmem gerek,
Kalbimi bir taşa döndürmem gerek,
Yaşamayı denemem gerek, tekrar.
Ve sonra… Sıcak yaz fısıldıyor,
Bir Karadeniz tatili gibi.
Uzun, uzun zaman önce, öngörmüştüm bunu
Bu ıssız evi, bu parlayan günü.
Yaz, 1939
8. Ölüm’e
Geleceksin ne olursa olsun – neden bugün olmasın?
Gözlüyorum yolunu – hayat çok zor.
Örttüm ışıkları, açtım yolu
Senin için, çok basit, öylesine harika.
İstediğin kılığa gir,
Patla zehirli bir mermi gibi,
Kes yolu usta bir eşkıya gibi,
Ya da bir tifo mikrobu gibi cehennemden,
Ya da bir peri masalı gibi uydurduğun,
Korkunç bir şekilde tanıdık hep –
Gördüğüm binalar polis başlarını,
Ve korkudan beti benzi atmış bir kapıcıyı.
Her şey bir artık. Yenisey girdap,
Kutup yıldızı yanarken.
Ve en sonunda felaket kapatıyor
Huzurlu gözleri, mavi ve parlak.
19 Ağustos 1939
Fontanka’daki Evde,
Leningrad.
9.
Çoktan havada delilik,
Karartıyor zihnimin yarısını,
İçiyorum şarabını: Ateşleri
Getiriyor karanlığı, körlüğü.
Varıyorum farkına, teslim olmam gerek,
Zafer onun şimdilik,
Söylediklerini dinlemem gerek,
Alnımda tuhaf bir ateş.
Ve almamam gerek hiçbir şeyi
Yanıma, bana ait olan
(Nasıl da yalvarıyorum,
Nasıl da reddediliyorum!):
Olmaz korku dolu gözleri oğlumun–
Acı içinde, taşa dönmüş,
Olmaz fırtınaların koptuğu o gün,
Ya da olmaz görüş günü hapishanedeki,
Olmaz ya da ellerinin huzurlu serinliği,
Gölgeden galeyanı ıhlamurların,
Olmaz ya da zayıf, belirsiz sesleri
Onun son tesellisinin.
4 Mayıs 1940
Fontanka’daki Evde
10. Çarmıha Gerilme
“Anne, dökme gözyaşlarını bana,
Mezara yatmış olana.”
I
Melek sesli korolar, ihtişamın yüce vakti,
Ve cennet karışmış ateşten bir dehlize.
Baba’ya: “Neden terk ettin beni!”
Ama Anne’ye: “Sakın, göz yaşı dökme…”
II
Dövüyordu Mecdelli Meryem bağrını
Ve ağlıyordu, taş olmuş sevgili havariye,
Ama, kimse edemedi cesaret, kimse bakmadı,
Anne’nin kıpırtısız ve yapayalnız durduğu yere.
1940-1943
Sonsöz
I
Öğrendim yüzleri nasıl ayıracağımı birbirinden,
Nasıl korkunun, göz kapakları altında, gözlediğini,
Nasıl mutlak olduğunu keskin bıçağın, sanatın
Istırap dolu oyuklardan yanaklardaki.
Nasıl siyah, kül sarısı saçların,
Döndüğünü gümüşe ansızın,
Öğrendim itaatkar dudakların nasıl gezindiğini,
Öğrendim mahvolmuş kuru kahkahalarını felaketin.
Dua ediyorum, kendim için değil sadece,
Ama durmuş olan herkes için, hepsi için, orada
Sert ayazda, ya da yakıcı Temmuz gününde,
O kızıl, kör hapishane duvarının altında.
II
Bir kez daha, yaklaşıyor vakit anılardaki.
Görüyorum, hissediyorum, ve duyuyorum seni:
Sen, sıraya güçbela sürükleyebildikleri onların,
Ve sen, zamanından önce aldığı toprağın,
Ve sen, güzel saçlarını savuruyordun,
“Burası evimmiş gibi, buradayım” diyordun.
Çağırmak istiyorum seni tüm isimlerinle,
Ama kayboldu liste, tekrar bulunmamak üzere.
Örmüştüm onlara, tam burada büyük bir kefen,
Duyma şansı bulduğum biçare kelimelerden.
Hatırlıyorum onları her an, her yerde,
Unutulmuyorlar her yeni felaketin endişesinde,
Ve eğer kapatsalardı azap dolu dudaklarımı,
Kapatsalardı ağzımı, orada yüz milyonun ağladığı,
Bırak hala hatırlasınlar beni, bugün,
Arifesinde anıldığım günün.
Ve hiç benim bu ülkemde
Karar verirlerse heykelimi dikmeye,
Razı olacağım o sembolik onura,
Ancak bir şartla – dikmeyin oraya
Deniz kıyısına, geldiğim dünyaya:
Çok oldu kopalı son bağlarım orayla,
Ya da İmparatorluk Bahçesine, o ölü ağacın altına,
Bir gölgenin beni beklediği avutulamazca,
Ama buraya, üç yüz saat ayakta durduğum yere,
Hiçbir zaman kimsenin kapıları açmadığı yere,
Unutmayayım diye, ölümün kutsal kayıtsızlığını
Polis arabalarının çığlık çığlığa vızıltılarında,
Unutmayayım korkunç çınlamaları, üstümüze yağan kapıları
Sanki yaralı bir hayvan gibi, yaşlı kadının ağıtı.
Ve gözkapaklarımdan, duygusuz, tunç gibi
Dökülsün kar taneleri, eriyen gözyaşları gibi,
Ve kuğuruyor hapishane güvercinleri uzağımda,
Ve, üzerinde Neva’nın, açılıyor gemiler, usulca.
Mart, 1940