De Omnibus Dubitandum

Sierra’larda İlk Yaz

 240,00

Kategoriler: , Etiketler: , , , , ,

Açıklama

YENİ EDİSYON
15 CM x 20 CM
124 SAYFA
Genel Yayın Yönetmeni ve Editör:
Şenol Erdoğan
Türkçesi: Nihan Şakar

John Muir
21 Nisan 1838 – 24 Aralık 1914
“Dağların John’u” ve ” Milli Parkların Babası” olarak da bilinir.
Etkili bir İskoç-Amerikalı, doğa bilimci, yazar, çevre filozofu, botanikçi, zoolog, buzulbilimci ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki vahşi doğanın korunmasının önemli savunucularından biri olarak da bilinmektedir.

Özellikle Sierra Nevada’da doğadaki maceralarını anlatan mektupları, denemeleri ve kitapları milyonlarca kişi tarafından okundu. Aktivizmi, Yosemite Vadisi ve Sequoia Ulusal Parkı’nın korunmasına yardımcı oldu ve örneği, diğer birçok vahşi alanın korunması için bir ilham kaynağı oldu. Kurucu ortağı olduğu Sierra Club önde gelen bir Amerikan koruma kuruluşudur. Daha sonraki yaşamında Muir, zamanının çoğunu Batı ormanlarının korunmasına adadı. Yosemite’i milli park haline getirme kampanyasının bir parçası olarak Muir, The Century Magazine’de “Yosemite Hazineleri” ve “Önerilen Yosemite Ulusal Parkı’nın Özellikleri” adlı vahşi doğayı koruma üzerine iki önemli makale yayınladı. Bu çabaları ABD Kongresi’nin 1890’da Yosemite Ulusal Parkı’nı kuran bir tasarıyı geçirmesi için yapılan baskıyı desteklemeye yardımcı oldu.[6] Yazılarında ifade edilen ruhsal nitelik ve doğa coşkusu, başkanlar ve kongre üyeleri de dahil olmak üzere okuyucuları geniş doğa alanlarının korunmasına yardımcı olmak için harekete geçmeye teşvik etti.


İsmi verilen yerler ve onurlar

High Sierra’daki Mount Whitney’in bir mil güneyinde bulunan Muir Dağı
John Muir, 1964 ABD hatıra pulu üzerine
Kaliforniya, her yıl 21 Nisan’da John Muir Günü’nü kutluyor. Muir, 1988’de imzalanan yasanın 1989’dan itibaren John Muir Günü’nü oluşturduğu Kaliforniya anma günüyle onurlandırılan ilk kişiydi. Muir, Harvey Milk Günü ve Ronald Reagan Günü ile California’da onurlandırılan üç kişiden biri.
Craig Bohmler ve Mary Bracken Phillips’in 2000 müzikali olan Mountain Days, Muir’in hayatını anlatmakta ve her yıl Muir’in yetişkinlikteki memleketi Martinez, California’da özel yapım bir amfi tiyatroda gösterilmektedir.
Andrew Dallmeyer’in canlandırdığı John Muir için Tanrı’ya Şükürler olsun oyunu onun hayatına dayanıyor.
-WP

TADIMLIK



[…]
Kaliforniya’nın büyük Orta Vadisi’nde yalnızca iki mevsim vardır -ilkbahar ve yaz. İlkbahar, genellikle Kasım ayında yağan ilk yağmur fırtınasıyla başlar. Birkaç ay içinde harikulade çiçekli bitki örtüsü tamamen çiçek açar ve mayıs ayının sonunda sanki her bir bitki fırında kavrulmuş gibi ölü, kuru ve güneş yanığı halini alır.
Akabinde, dilleri dışarı sarkan soluk soluğa kalmış akınlar ve sürüler, Sierra’nın yüksek, serin, yeşil çayırlarına sürüklenir. O sıralarda dağları özlüyordum ama param azdı ve ekmek stoğunu nasıl yeterli halde tutacağımı bilemiyordum. Gezginler için çok zahmetli olan ekmek sorununu endişeyle düşünüp vahşi hayvanlar gibi yaşamayı öğrenebileceğime inanmaya çalışırken, tohumlardan, meyvelerden vb. şeylerden besin toplamaya uğraşıp parasız ve bavulsuz olmanın verdiği neşeli bağımsızlık hissiyle gezip yoluma devam ettiğim sırada, daha önce birkaç hafta boyunca kendisi için çalıştığım, koyun sahibi Bay Delaney beni çağırdı ve çobanının peşine takılıp Merced ve Tuolumne nehirlerinin kıyılarına – görmeye en niyetli olduğum bölgeye gitmemi teklif etti. Beni, geçen yaz Yosemite bölgesinde hazinelerini tattığım dağlara götürecek her türlü işi kabul etmeye hazırdım. Sürünün, karlar eridikçe ardı ardına gelen orman kuşakları boyunca giderek daha yükseğe taşınacağını ve vardığımız en iyi yerlerde birkaç haftalığına duracağımızı söyledi. Bu bölgelerin, kampların sekiz ya da on millik yarıçapında yer alan bitkiler, hayvanlar ve kayalar hakkında bir şeyler öğrenmek için pek çok etkileyici geziler yapabileceğim iyi gözlem merkezleri olacaklarını düşündüm; çünkü bana, çalışmalarımı takip etmek üzere tamamen özgür bırakılacağıma dair güvence verdi. Bununla birlikte, bu bölge için hiçbir şekilde doğru adam olmadığımı düşünüyordum ve kusurlarımı açık bir şekilde açıkladım, yukarı dağların topografyasını, geçilmesi gereken dereleri ve koyunları yiyen vahşi hayvanları, vb. hiç bilmediğimi itiraf ettim; kısacası, ayılar, çakallar, nehirler, kanon-lar ve dikenli, hayret verici gür çalılıklardan, ayrıca sürüsünün yarısının veya daha fazlasının kaybolacağından korktum. Neyse ki bu eksiklikler Bay Delaney için önemsiz görünüyordu. Asıl meselenin kampta çobanın görevini yaptığını izleyeceğine güvenebileceği bir adama sahip olmak olduğunu söyledi ve uzaktan çok çetin görünen zorlukların biz ilerledikçe ortadan kalkacağına dair güvence verdi; çobanın bütün gütme işini yapacağını, bitkileri, kayaları ve manzarayı istediğim kadar inceleyebileceğimi ve kendisinin ilk ana kampa kadar bize eşlik edeceğini, daha yüksekler-deki kamplarımıza da erzak stokumuzu tazelemek ve bizim için her şeyin ne kadar yolunda gittiğini görmek için ara sıra ziyaretlerde bulunacağını söyleyerek beni daha da cesaretlendirdi. Bu nedenle, sayılmak için evin ağılının dar kapısından birer birer zıplayan aptal koyunları gördüğümde korkmama rağmen – iki bin elli koyunun çoğu bir daha asla geri dönmeyecekti, yine de gitmeye karar verdim.
Bir yoldaş olarak güzel bir St. Bernard köpeği aldığım için şanslıydım. Bir avcı olan, çok az tanıdığım sahibi, yazı Sierra’da geçireceğimi duyar duymaz yanıma geldi ve en sevdiği köpeği Carlo’yu yanıma almam için yalvardı, çünkü bütün yazı ovalarda geçirmeye mecbur kalırsa, şiddetli sıcağın onun ölümü olacağından korkuyordu. “Ona karşı nazik olacağın konusunda sana güvenebileceğimi düşünüyorum,” dedi, “ve sana fayda sağlayacağından eminim. Dağ hayvanları hakkında her şeyi bilir, kampı korur, koyunların idaresine yardım eder ve her yönden yetenekli ve sadıktır.” Carlo onun hakkında konuştuğumuzu biliyordu, yüzlerimizi izledi ve o kadar dik-katle dinledi ki, bizi anladığını düşündüm. Ona adıyla seslenerek benimle gelmek isteyip istemediğini sordum. Yüzüme müthiş bir zekâ fışkıran gözlerle baktı, sonra sahibine döndü ve elini bana doğru sallayıp bir veda okşaması ile izin verildikten sonra, sanki konuşulan her şeyi çok iyi anlamış ve beni hep tanıyormuş gibi sessizce beni takip etti.
3 Haziran 1869. – Bu sabah erzak, kamp kazanları, battaniyeler, bitki presi vb. iki atın üzerine yüklendi, sürü sarımsı tepelere yöneldi ve bir toz bulutu içinde yalpala-yarak uzaklaştık: sıska, uzun boylu ve Don Kişot’a benzer şekilde bitkin bir profili olan Bay Delaney ve yük atlarına liderlik eden, gururlu çoban Billy, çalılık eteklerinde ilk birkaç gün araba sürmeye yardımcı olmaları için bir Çinli ve bir Kazıcı Yerli ve kemerime bağlı defterimle ben.
Çıktığımız çiftlik, Fransız Barı’nın yakınında yer alan Tuolumne Nehri’nin güney tarafında, metamorfik altın içeren kayrakların eteklerinin Central Valley’in çok katmanlı tortularının altına indiği yerdedir. Sürünün eski önderlerinin arkasına takılmış daha bir milden fazla ilerlememiştik, sürüdekilerin bazıları hevesli ve sorgulayıcı bir şekilde koşuyor ve sanki geçen yaz keyfini çıkardıkları yüksek otlakları düşünerek önlerine bakıyorlardı. Kısa süre sonra tüm sürü umutla heyecanlandı, anneler kuzularına sesleniyor, kuzular mucizevi bir şekilde insan edalarıyla yanıt veriyor, sevgiyle titreşen çağrıları arada sırada aceleyle kaptıkları kurumuş otlarla kesintiye uğruyordu. Tepelerin üzerinden geçerken ortaya çıkardıkları tüm bu meleme karmaşasının için-de her anne ve çocuk birbirlerinin seslerini tanıyordu. Boğucu tozun içinde yarı uykulu yorgun bir kuzu cevap veremezse, annesi sürünün içinden koşarak son cevabının duyulduğu yere doğru geri gelir ve bizim gözümüze ve kulağımıza hepsi aynılarmış gibi görünse de bin kuzunun içindeki o tek kuzusunu bulana kadar teselli edilmeyi reddederdi.
Sürü saatte yaklaşık bir mil hızla, düzensiz bir üçgen şeklinde yayılmış, tabanda yaklaşık yüz yarda genişliğinde ve yüz elli yarda uzunluğundaydı, eğri ve sürekli değişen bir biçimde hızla ilerliyordu. Bunlar, “ana gövdenin” düzensiz kenarlarına dağılmış olanların en aktifleriyle birlikte, kayalarda ve çalılarda aceleyle çimen ve yaprak araştıran “liderler” olarak adlandırılan en güçlü toplayıcılardı; arkada oyalanan kuzulara ve çelimsiz yaşlı annelere “kuyruk sokumu” denirdi.
Öğleye doğru sıcağa dayanmak güçtü; görünürde kimse olmamasına rağmen, biz karlı dağları ve dereleri hevesli bir özlemle seyrederken zavallı koyunlar acınası şekil-de nefes alıyorlar ve geldikleri her ağacın gölgesinde durmaya çalışıyorlardı, Manzara, yalnızca çalılar, ağaçlar ve dışa dönük kayrak yığınları ile çeşitli yerleri pürüzlü, dalgalı eteklerden ibaretti. Ağaçlar, çoğunlukla mavi meşeler (Quercus Douglasii), yaklaşık olarak otuz ila kırk fit yüksekliğinde, soluk mavi-yeşil yaprakları ve beyaz kabuklarıyla, en ince toprağa veya ot yangınlarının erişemeyeceği kayaların yarıklarına seyrek halde dikilmiş durumdalar. Kayraklar birçok yerde, ıssız mezarlıklardaki mezar taşları gibi keskin liken kaplı levhalarda alaca çimenlerin arasından aniden yükseliyor. Meşe ve dört veya beş tür manzanita ve ceanothus dışında, yamaçların bitki örtüsü çoğunlukla ovalarınkiyle aynı. Bu bölgeyi ilkbaharın başlarında, kuşlar, arılar ve çiçeklerle dolu büyüleyici bir peyzaj bahçesi halindeyken görmüştüm. Kavurucu hava şu an her şeyi kasvetli hale getiriyor. Zemin çatlaklarla dolu, kertenkeleler kayaların üzerinde süzülüyor ve küçük yaşam kıvılcımları ısıyla sadece daha da parla-yan inanılmaz sayılarda karınca savaşmak ve yiyecek toplamak için uzun kuyruklarda koşarken, yok edilemez bir enerjiyle tam olarak titriyor. Nasıl oluyor da böyle bir güneş ateşine maruz kalıp birkaç saniye içinde yanıp kavrulmuyorlar, gerçekten hayret verici. Birkaç çıngıraklı yılan, ücra yerlerde kıvrılmış haldeler ancak nadiren görülüyorlar. Genellikle çok gürültülü olan saksağanlar ve kargalar şu anda sessizler, en iyi gölge yapan ağaçların altında, yerde karışık sürüler halinde duruyorlar, gagaları ardına kadar açık, kanatları sarkık ve ses çıkaramayacak kadar nefes nefese bir haldeler; bıldırcınlar da birkaç ılık alkali su birikintisinin etrafında gölgede durmaya çalışıyorlar; pamuk kuyruklu tavşanlar ceanothus çalıları arasında gölgeden gölgeye koşu-yor ve bazen uzun kulaklı yaban tavşanının daha geniş açıklıklarda zarif bir şekilde dörtnala koştuğu görülüyor.
Bir koruda yapılan kısa bir öğle dinlencesinin ardından, toza boğulmuş zavallı sürü tekrar çalılıklı tepelerin üzerinden ileri sürüklendi ama takip ettiğimiz loş yol, tam da en çok ihtiyaç duyulan yerde yavaş yavaş gözden kayboldu ve bizi durup etrafımıza bakmaya ve eşyalarımızı toplamaya zorladı. Çinli adam kaybolduğumuzu düşünüyor gibiydi ve “harika çubukların” (chaparral) bolluğu hakkında pidgin İngilizcesiyle gevezelik ederken, Yerli bir açıklık bulabilmek için, dalga dalga yükselen sırtları ve olukları sessizce tarıyordu. Dikenli ormanda ilerlerken sonunda Coulterville’e doğru giden bir yol keşfettik ve gün batımından bir saat öncesine kadar bu yolu takip ettik, sonunda kuru bir çiftliğe ulaştık ve geceyi geçirmek için kamp kurduk.
Bir koyun sürüsü ile bayırlarda kamp yapmak basit ve kolaydır, ancak hoş olmaktan uzaktır. Koyunlar, gün batımı sonrasına kadar çoban tarafından izlenerek etrafta bulduklarını toplamakta serbestti, diğerleri odun topluyordu, ateş yakıp yemek pişirdiler, yüklerini boşaltıp atları beslediler, vb. Gün batımına doğru yorgun koyunlar kampın yakınındaki en yüksek açık alanda toplandı, burada kendileri isteyerek biraraya toplanmışlardı ve her anne kendi kuzusunu bulup emzirdikten sonra, hepsi yattı ve sabaha kadar hiç ilgi beklemediler.
Akşam yemeği, “Yemek!” çağrısıyla duyuruldu. Her biri direkt tencere ve tavalardan ellerindeki teneke tabağa yemek aldı ve bu esnada unutulmaz, başarılı altın günlerin-deki maceralarından; koyun yemi, madenler, çakallar, ayılar veya kamplarla ilgili çalışmaları hakkında sohbet ediyorlardı. Yerli adam sanki başka bir türe aitmiş gibi, tek kelime dahi söylemeden arka planda duruyordu. Yemek bitti, köpekler beslendi, sigara içenler ateşin yanında sigara içtiler; tokluğun ve tütünün yarattığı etkiyle yüzlerine yerleşen sakinlik azizlerin yüzlerinde resmedilen yumuşak, düşünceli parıltı gibi ilahi görünüyordu. Sonra birden, her biri sanki bir rüyadan uyanır gibi bir iç çekişle ya da homurtuyla piposunun küllerini yere serdi, esnedi, birkaç dakika ateşe baktı ve “Eh, sanırım yatacağım” deyip hemen yorganının altında gözden kayboldu. Ateş için için yandı ve bir iki saat daha titredi; yıldızlar daha parlak ışıldıyorlardı, rakunlar, çakallar ve baykuşlar orada burada sessizliği karıştırırken, cırcır böcekleri ve ağaç kurbağaları neşeli ve sürekli devam eden bir müzik yaratıyorlardı, bu müzik o kadar uyumlu ve bütünseldi ki, gecenin tüm vücudunun bir parçası gibiydi. Tek uyumsuzluk, uyku esnasında horlayanlardan ve boğazlarında toz olduğundan öksüren koyunlardan kaynaklanıyordu. Sürü yıldız ışığı altında, büyük ve gri bir battaniyeye benziyordu.
4 Haziran —Kamp, günü ağarmasıyla hareketlendi; kahve, domuz pastırması ve fasulyeden oluşan kahvaltıyı hızla bulaşık yıkama ve toplanma izledi. Güneşin doğuşuyla genel bir meleme başladı. Bir anne koyun kalkar kalkmaz kuzusu kahvaltı için zıplaya zıplaya geldi ve bin yavru da emzirildikten sonra sürü otlamaya ve etrafa yayılmaya başladı. İlk harekete geçenler, iştahlı ve huzursuz koçlardı, ama ana gövdeden uzaklaşmaya cesaret edemediler. Billy, Yerli ve Çinli adam onları yorucu yol boyunca yönlendirdi ve çeyrek millik bir genişlikte bulabildikleri çok az şeyi almalarına izin verdi. Ama önümüzden birkaç sürü geçtiği için, çok az yeşil ya da kuru yaprak kalmıştı; bu nedenle açlıktan ölmek üzere olan sürünün buradan yaklaşık yirmi ya da otuz mil uzaktaki yeşil çayırlara en yakın olan çıplak, sıcak tepelerin üzerinden aceleyle sürülmesi gerekiyordu.
Yük hayvanları, omzunda ayılar ve kurtlar için ağır bir tüfek taşıyan Don Kişot tarafından yönetiliyordu. Bugün, ilk günkü kadar sıcak ve tozluydu, burada küçük korular oluşturan veya mavi meşeler arasına dağılmış tuhaf görünümlü Sabine çamı (Pinus Sabiniana) dışında, çoğunlukla aynı olan bitki örtüsü hafif eğimli kahverengi tepelerin üzerini kaplıyordu. Gövde dışa dönük ya da neredeyse dik bir şekilde, on beş, yirmi fit yükseklikte iki ya da daha fazla gövdeye bölünüyor, birçok dağınık dal ve uzun gri iğneye sahip, ancak çok az gölge oluşturuyor. Bu ağaç genel görünümüyle bir çamdan çok bir palmiye ağacına benziyor. Kozalaklar yaklaşık altı ya da yedi inç uzunluğunda, ortalama beş inç çapında ve çok ağırlar, düştükten sonra uzun süre dayanırlar ve böylece ağaçların altındaki zemin onlarla kaplanır. Bugüne kadar gördüğüm en güzel yakıt olan Hint mısırı başaklarının yanında, reçineli ve ışık saçan kamp ateşleri yapıyorlar. Don, kabuklu yemişlerin, yemekte Horseshoe Bend, Merced Nehri kullanılmak üzere Kazıcı Yerliler tarafından büyük miktarlarda toplandığını söylüyor. Fındık kadar iri ve sert kabuklular, – aynı meyveden tanrılara layık yiyecek ve ateş. […]